Menu
NİSA
Öykü • NİSA

NİSA



Hadiseden sonra, “Zamanla geçer”  demişlerdi. Ayları, seneleri devirmişti, bundan böyle avunmalı, iyileşmeliydi.

Ceketini, basit bir tıraş kremini görünce ağlamalar; bir kalemi, tornavidayı tutan güçlü parmakların aslında içinde oynaması, yazması…

Artık bomboş, sadece saatlerce izlediği TV’den değil; odalardan, yıllar öncesinden uza(n)mış günlerden,  zehir zıkkım bir yemeğin tam ortasındayken, gece yarısı gündüz yarısı, uzun ağlayışlı kapı dövülüşlerinden, bir “kazanın” üst üste silleleriyle pestili çıkmış kalbinden, yaşatmak istemediği bir gövdeden, her yerden ses geliyordu.

 Önce…

Hayatın her anından, duymaya başlanılan bir zevkti onunkisi. Durumla, konuyla, yaşanılanla en ilgisiz dakikalarda, durup dururken aniden bastırıveren, her ahvalde boy gösteren, çöküp kalan bir sevgi istilasıydı. Konuşurken, dolaşırken, dengeliyken(!) kendi kanunlarına göre değişen, bayrağını çekmiş, başına buyruk, maskara, deli, ceberut bir atmosfer…

Nasıl ilerledi; belirlenmiş, hududu çizilmiş, öngörülmüş, raptedilmiş yolunu nasıl kesmişti anlamamıştı.

Karşılaşmaları  bir kaza, evlilik…

Sonra…

 O kaza… İşte kırmızı Ferrari’nin özenle camını siliyor, parlatıyor. Aceleyle vedalaşıp, bir telâşla arabaya binip, sırra kadem basıyor.

Saatler sonra; kan kırmızısı bir erkek, penceresiz, kapısız, üstü açık bir arabadan ona bakıp gülümsüyordu.

Rüyalarında kızıl bir görüntü. Çıkan kelimeler, hayatı gibi yarım:

“İZ… İZ…”



Neyse ki her yanı “İZ…”

 Pencereye vuran “Biri” var. Hep genç, daima yakışıklı… O! Kuş gibi uçup gelmiş. Bir seviniyor, bir seviniyor.

Yalnız kalmayacak; değişik ziyaretçiler gelecekti. Meselâ kıranta, kellifelli, elinde bir buket, fan fin fon konuşan, koca kafalı bir erkek… “Ben senin aklınım” numarasıyla yanına yaklaşmaya, açık pencereden içeri dalmaya çalışıyordu. Kandırmaya çalışıyordu, ama hiç gözü tutmamıştı, sağlam ayakkabıya benzemiyordu. Üstelik kafa irileşip gelişiyor, bütün Batı Coğrafyasını içine alıyordu… Ne akıl! Ne akıl!

Bir kerede, güya “ruhu”; Noel Baba kılığında, is pas içinde bacadan aşağı yuvarlanmıştı. Üstelik “Dışarıda sadece hava kirliliği yok” diyerek, özür beyan etmişti. Fakat tipi değildi; aralarında kuvvetli bir elektrik yoktu. İzzet olsa, sigortaları hepten attırır; düzü dahil, her çeşit kontak yapardı. Zaten şehirde de kesintilere sebepti.

Etrafı gözledi; iyi ki annesi görmedi. Yoksa “dedeyi” hamama sokar, adamakıllı paklayacağım kırklayacağım diye, temize havale ederdi.

Nesine gerek canım, o İzzet’e âşıktı. Geçen gün elma soydu, çekirdekten İzzet’e benzer, gözü dışarıda, a(kıllı) bir şey çıktı. Geçen gün “Yer yarılsa da içine girsem” diyordu. Yer yarıldı, tabutta İzzet kolunu  açtı. Demin de futbol maçında, hakeme küfrederek, kendi kalesine peş peşe gol atıyordu.

Hemen ölüyor, hemen doğup büyüyordu. Boş bulunup tam üzülecekken, vaziyeti görünce kıkır kıkır gülüyordu. Hatta bazen, cilve olsun diye, erkeğini kendi öldürüyordu. Telâfi için arada bir, grip olmasın, üşümesin diye hap veriyordu.

 “Sen ne yapıyorsun? Nereye bakıyorsun?”

“...”

Dikkatle incelemeye başladı: “İzzet’e mi benzettin?”

“…”

“Allah aşkına öyle garip bakma!”

“Allah ahrette kavuştursun kızım. Gel hadi.”

Onu bütün kötülüklerden, hastalık alâmetlerinden çekip çıkarmak, baht kurmak isteyen kuvvetli bir pençe koluna yeniden yapıştı.

İmkânsızdı ama ilaçlarını vermemiş olabilir miydi? Verdiğini hatırlıyordu. Bazen zihni, acil hesaplamalardan, endişeli bir yoğunluktan oyunlar oynuyor, unutuyordu. Tereddüde düştü.

“…??????????”

Nöbetçinin, işi gücü soru sormaktı. Cevap vermeyecekti işte, ağzını dikti. Bir gün nasılsa “gardiyanın”  haddi bildirilecekti.

Yüreğindeki baskı hafiflemiş gibiydi. Kafasına üst üste konmuş tuğlalar devrildi; dinmeyen ağrı, eziyet kesildi. Şiddetli bir dürtünün, önsezinin kurcalamasıyla, başını geriye doğru çevirdi.

Sonra boğazına kadar bir sevinç püskürdü. Dudaklarını ısırdı, “Bekçinin” anlamaması için, kahkahasını gizledi

Hiç kimse engelleyemeyecekti. Ayak seslerini zevkle dinledi. Buluşmaları mukadderdi.

İzzet,  peşinden geliyordu. Yetişmişti.

Diğer Yazıları