Menu
DÖNÜŞ(ÜM)
Öykü • DÖNÜŞ(ÜM)

DÖNÜŞ(ÜM)

Kız folklorik hareketlerle yürüyordu. Arada yanındaki delikanlıya eğiliyor, gözüne kestirdiği yerleri “el çabukluğu marifet” hesabıyla özenle tutuyordu.

Genç mahcup bir edayla çevreyi gözeterek, sakınmaya, mesafe koymaya falan çalışıyor, ancak zorlanıyor.
Şefkat söylenerek; “Pöf! Öğrenciler!” diyor.

Banka oturmuş bir adamın yanındakine, bozuk musluğun avradı hakkında ettiği veciz sözlere ise kulaklarını tıkıyor.
“Evde kapanıp kalıyorsunuz babacığım! Gelmişken dolaşalım. Lütfen, hemen kasabaya döneceğim diye tutturmayın!”
En güzel hatıraları barındırırdı park, yüzyıllar önce. Ziya, Cavidan, Şefkat... Rikkat henüz doğmamıştı.

Cavidan’ın saçları kısa kesilmişti, ondüleydi. Hiç unutmuyordu, beyaz zemin üzerine yeşil desenleri olan, kendi diktiği ince emprime bir elbisesi vardı. O sıralar üç yaşında olan Şefkat’in elini tutmuştu.

Ağaçların altında, denizin tabiatın onlara aitliğini hissettikleri, bir çiçekte kuşta bedenleştikleri, bir güzellik ruhunun kalplerini dalgalandırdığı her yerde resim çekmişlerdi.

Başını genellikle hafifçe sağa doğru eğerdi. Bu duruş da yakışırdı, uyandırdığı tesirden emin ama geleceğe güven duymadığı; içe işleyen, ona biçilen yazgıyı sezdiği vakarlı ama kader sillesi yemiş mazlum, mahzun bakışları da, her şey...

Evvelce de sormuştu hâlbuki: “Annenle deniz kıyısında, taşların üzerinde oturduğumuz fotoğraf sende duruyor mu?”

Cavidan gördüğü en zarif, ayrıksı güzelliği olan, erdemiyle hemen seçilen bir kadındı.

“Parkı nasıl buldunuz, değişmiş mi baba!”

En son on sene önce görmüştü fakat eski resimler, yeniyle kolayca yer değiştiriyordu. Ooo.. İhtiyarlamış ve dikkatsiz de.
“Affedersiniz”. Bir kıza çarpmıştı.

Tuhaf kırıtık bir cisim, başını arkaya çevirip gözlerine girdi. Uzun saçlı “dalgalı” bir erkek, yumuşak “Önemli değil” dedi.

İnce bir sızı hareketlerini ağırlaştırdı. Bir mazisi, şahsiyeti var gözüken bu yeri hep sevmişti yine de.

“Bak Avrupalı kadınlarla bizim yaşlı kadınlarımız arasında fark gözükmüyor Şefkat.”

İki şekil arasındaki yedi değişikliği bulunuz. Fakat değişiklik yoktu ya da eşkâl bozuktu.

Birdir bir dedik, oysa bireysellik diye diye, “küme(s)de” eridik gittik; diye düşündü.

Huzuru kaçmıştı. En kötüsü, çağırsa da Cavidan’ın hayali devreye giremiyordu, tatlı maziye dönüş yapması imkânsızlaşıyor, zemin ayağın altından kayıyordu.

“Beni niye buraya getirdin Şefkat!” diyemedi.

Onun yerine “Annen mısırı, dondurmayı çok severdi.” diye mırıldandı.

Ulu orta yemek, gelişigüzel hareketler hoşuna gitmezdi ama Cavidan’a zevkle eşlik etmişti. Üzülmesini incinmesini katiyen istemezdi.

Park heykellerle süslenmişti. Her seçim sonucu, sanatsever hayırhah yöneticilerin böylesi kültürel işleri çoğalıyor, memleketin yüzü sabunlanıyor tıraşlanıyordu.

İşte bir tane daha! Baba oğul olmalıydı. Babanın kolları oğlanın omzunda.

Sonra...

Fazladan asla olmaması gereken bir ayrıntı gözüne çarptı.

Bir kem tasvirin, üste çıkarılanların, ağulu bir çukurun derinliklerinden el verilip, yukarı çekilenlerin dehşetiyle ürperdi.
“Yarınsızlık”, yas duygusu istemese de galebe çaldı.

Çocuk, ille de çocuk... Ağzı dikkatlice boyanmıştı.

Ziya başını çevirdi. Hiçbir şey görmemiş, anlamamış, bilmemişti. Zaten bu ülkede, evrende değil, bed bir düşteydi. Geçecekti hepsi geçecekti.

Artık gözleri kara bir şeritle kapanmış olan parkta.. mavi duru bir denizde yaşayıp duran, gülümseyen saf sevgili yoktu.
Cinsiyetsiz soysuz, tın tın öten bir kentin eurolu inmeli kalbi, soğuk gölgeli güneşi fena halde yakıyordu. İçler acısı, çerden çöpten toplanmış bir hava, kokusuyla yaşama gücünü kesiyordu.

“Sesiniz soluğunuz çıkmıyor, parkı beğendiniz mi baba?”

İşitmedi, damadının “biraz daha yürüyüş” teklifini de; aralarında “yaşlıların gitgide duygusallaştıkları” fısıldaşmalarını da...
Uzaklarda taze bir sürgün, bir istiklâl muharibi, şaibeli bir zaman dilimi çığlık attı. Feryadın acısı Ziya’yı deldi geçti.
“Siz hangi günahın, cürümün taşıydınız?”

Ona öyle geldi ki baba değil, sanki meşum bir adamın belki bir katilin kolları, sabiyi boğazlamaya hazırlanıyordu; “kurbandan” sökülmüş bir ciğerin parçaları dudaklardan dökülüyordu.

Baba-oğul “lekesiz” sabit nazarlarla ufka doğru inatla bakıyordu; fakat görünen yoktu. Çocuğun deşilmiş kalbinden bir kırmızılık dışa sızıyor, ağzını mütemadiyen boyuyordu.

Toprak, yaralı şehir masumların kanıyla arınmaya, yeni bir çağ atlamaya hazırlanıyordu.

Aniden atıldı. Gözyaşları sakalına süzülürken, gömleğinin uzun koluyla, oğlanın rujunu sildi..sildi..sildi.

Diğer Yazıları