Kaç kere kapısına dayanmış, adamı feryat figan şikâyet etmişti. “Kulağımın üstüne yatim” dicekti; lâkin yüzü gözü mosmor, muhtemelen vücudunun bazı yerleri de bereli genç kadının hâli iç parçalayıcıydı.
İşlerine fazla karışmamaya özen gösterse de, sessiz kalıp, oluruna bıraktığında, burnunun dibinde komşusunun çilesine bigâne kaldığını düşünüp, huzursuz oluyordu. Tepki vermemesi yüzünden adeta yeni üzücü hadiselere sebebiyet veriyor, bir mesuliyeti üzerinden sıyırıyordu.
Üst kata çıktığında; “Deli Dana Satılmış” her şeyi süsecekmiş gibi ortalıkta dönüyor; hatta ortamdan fena halde etkilenen muhabbet kuşu maganda Yalçın bile; moda eseri tek tüyü havaya dikilmiş olan asrî dişisi Zennube’yi evceğizine hapsetmiş, ısırıp gagalıyordu. Sonunda zavallı olanca tüyünü uçurmuş, kafesin en dip köşesine sığınmak zorunda kalmıştı.
Tabii her şeyin müsebbibi, fitleyici “Yenge” ortalıkta gözükmüyordu. Mutfağa, sokağa, ya da cehennemin dibine tüymüştü. Satılmış’a çıkıştı:
“Utanmıyo musun sen! Bu kaçıncı? Yazık değil mi kıza? Neden başkaları gibi geçinemiyorsunuz siz?”. Satılmış paslı tenekeyi andıran bir iç gıcırtısıyla:
“Ev de lök gibi oturuyor, bi iş yapmıyo gerzek!” dedi.
“Valla elimden geleni yapıyorum Şükran Teyze! Ablam mutfağa koymuyor. Ne yapsam surat savat! İşe sokulsam da kabahat, sözünü tutup, bebelere bakıp eğlesem, parka gitsem de! Abime, Satılmış’a ikide bir beni şikâyet ediyor.”
Satılmış hemen otomatikleşmiş bir vaziyette elini havaya kaldırdı. Şükran aklına gelince, hayali üç beş sineği kovaladı.
“Sus kancık! İftira atma! İyiliğe kemlik etme!”
Cavidan sızlanıyor, acıyan kolunu ovuşturuyor, burnunu çekip, hâlâ dır dır söyleniyordu.
Şükran da kınayan küçük gören bakışlarıyla, “Sen de adam mısın” der gibi Satılmış’ı tartıyordu ki.. –kendini aşırı sıkmaktan, bu feci istenmeyen hâkimiyetten dolayı- nevri döndü.
Şükran’ın gözü önünde –tam isabet- bir tepik attı. Cavidan’ın burnundan kan boşanmaya başlamıştı. Şimdi morarmış gözü, cılız bedeniyle daha narin ve ezgin gözüküyordu.
“Emanet” küçük köylü kızı; çağın kavruğu… Üstelik hamile gibi de duruyordu bozgun kedi yavrusu.
Yetti gayri! Birden bire tepesi atmıştı. Nasılsa kendini çok özgür hissetti. Patır kütür gelişigüzel bazı el hareketleri yaptı ve hoş bir tesadüf eseri Şükran’ın yumruğu Satılmış’ın yüzünü buldu.
Adam sendeledi, düşeyazdı; düpedüz yere yapışacaktı. Bereket versin ki masaya tutunacaktı.
Bir kadın makinistin denetimindeki “Çuf çuf” ilerleyen bir “hızlı şimendifere” aval aval baktı, afallamıştı.
Trenin asabi rüzgârı, genç yelelerini okşadı. Üstelik sanki birkaç yerinden şişlenmiş, yani iğnelenmişti:
“Yapma abla, kurbanın olayım!” diye bağırdı. Neme lazım “Şükran Karı” öğretmendi. Saygın kadındı yani.
“Sağa sola yamuşacağına, asalak gibi yaşayacağına bir iş bul da karını ele güne muhtaç etme. Düdük!”
Bak hele! Kendine şaşıyordu, o lâf da nerden çıkmıştı sahi! Nasreddin Hoca gelip, huzurunda düdük öttürdü: “Biirr!”
Şükran nefeslendi, başörtüsünü düzeltti. Sanırım çıkan arbede esnasında bozulmamıştı; baş iğnesi yerindeydi. Görebilse aynaya bakıp kontrol edecekti.
Artık Satılmıştan da kan akıyor; süt dökmüş eğitimsiz kaba bir maymun gibi “hırlıyordu”. Dişlerini kadıncığına gösterirken, burnunun üstündeki iki kara delikten şaşmış düşmüş kirli bir sıvı akıyordu.
Bir erkeğin bu duruma düşmesi “fecaatti”, rezaletti, yok canım belki de “ziraattı”.
Neticede; uyuz eşek gibi melûl mahzun, bir avuç arpaya muhtaç, yürek buran nazarlarla çevresine açbilaç bakınıyordu.
Cavidan’ın içi koptu; “Gitti herifim! Çocuklarımın babası!”. Ağlaması eski şiddetini kaybetmiş, erkeğe doğru seğirtti.
Şimdi kadri kıymeti bilinmemiş, feleğin dişi zulmünü cebrini görmüş iki biçarenin sevdalı kanları köpürdeyerek görünmez bir satıhta birleşiyor, birbirine doğru hızla akıyor, acayip bir muhabbet arızası doğuyordu.
Bu kanı durdurmak lâzımdı. Ansızın aklı başına geldi. Korkunçtu; sanki başka bir kadın devreye girmiş, yaşı küçük bile olsa yabancı bir erkeğe “istemeden” el kaldırmıştı.
Görünmez kaza işte!.Olmuştu. Perişan, ne yapacağını bilmez vaziyette, paldır küldür kendini dışarı attı.
Asabiyetten her yanından gazap sesleri geliyordu; ne yalan söylemeli bir tarafı da seviniyordu. Keşke şurada üç beş tane hınzır olsa da şöyle hizalayıp, çırpıştırı çırpıştırıverse; çitileyi çitileyiverse…
…
“Şükran Yenge, Onu patakladı!” dedi, kapıyı çalan çocuk.
“Efendim?”
Bir an şaşaladı; çıplak başını kaşıdı. Şükran değişik halleri olan; iri yarı, esasen pek mütenasip zarif bir kadındı.
Sonra karısının başkanlığında yapılan, kendisinin pek aklının ermediği dinî derslerden tekindeki, bir hadiseyi aktarışı aklına geldi.
Karısı kendini kefenletmiş ve Refik’in pek sevdiği –muhabbet zamanlarında boncuk mavisi rengini alan gözleriyle- yeni giysisinin içinde ortalığa çıldır çıldır bakmıştı. Üstelik rahatlığıyla “Oraya sık gelip gidiyorsun galiba!” diye takılmalara da maruz kalmıştı. Garip lâtif hatundu vesselam.
Oğlan ürkmüş; “Babama vurdu!” diye tekrarladı.
Vay! Veledi tamamen unutmuş. “Babamı dövüyor, sen de icabına bak!” der gibi bir tavrı vardı.
Güzel, emin ellerdeydi demek ki. Oh olsun; Satılmış’ı biti kadar sevmezdi. “Sen merak etme!” dedi.
“Süt soğumasın, dur şu yoğurdu çalıvereyim de…”
Çocuğu birkaç şekerle savdı. Şükran’ın yoğurtları nedense ya sünüyor, ya doğru dürüst tutmuyordu, sulu yoğurt yemekten gına gelmişti. Muhtemelen kadın sağa sola koşturmaktan bekleme süresini kaçırıyordu.
Öğrencilere yardım, vakıf işleri, hayır hasenat için yardım toplama, tevziat ve yenice “vukuat!”
Aslında anneciğinden reçel yapmasını da öğrenmişti. Fakat işler büsbütün üstüne kalır diye ses etmiyordu.
…
Erkek kısmına karer olmazdı, sinirlenip teper atardı. Sanki matah makbul bir şey olsaydı, atalarımız “Gonca” değil, sonuçta goca der miydi? Gerçi Refik başkaydı.
Asansörü hiç kullanmayıp, kâh merdivenden yukarı çıkıyor, kâh aşağı iniyordu. Ağlamaya başladı. Olacak iş değildi.
Yani o kadar hırlaşmaları olmuştu, daha şimdiye kadar eli değmemiş, kocasına bir fiske vurmamıştı.
Dayak hadisesini ise hiç planlamamış, “pat diye!” gerçekleşmişti. Refik’e durumu nasıl izah edecekti. Kararsız.. içeri girmek için cesaretsizdi.
En nihayet oturduğu dairenin kapısını çekinerek, heyecanla tıkırdamamaya çalışarak açtı.
Sıra oturma odasındaydı. Ne de olsa yüreği ağzındaydı. Aman aman, eksik olsun! Bir daha kimsenin bir şeyciklerine karışmazdı.
Duraladı, kapalı kapının önünde kulak kabarttı. Galiba Refik bir telefon konuşması yapıyordu, sevindi. Demek asayiş berkemaldı.
Fakat az sonra duyduklarına inanamadı; Aaaa!
“Hayati tehlike içindeyim Polis Bey. Karım elalemin adamlarını dövüyor. Can güvenliğim tehlikede. Acilen gelip derhal müdahale edin! Korkuyorum!”
Tedbiri elden bırakıp, palas pandıras içeri daldı. Gözleri telefonun konduğu komodine çevrildi. Ama âlet uğursuz bir sessizliğe gömülmüş, sakince duruyordu.
Epeyce uzağında Refik, koltuğa oturmuş, kaşları çatık ayak ayaküstüne atmış; usturası cebinde sevimli bir “toklu” gibi ona bakıyordu.
Bir saniye düşündü. Akabinde gözlerini belertti. Ciyak ciyak bağırdı:
“Ben adamı ne yaparım, naaparım ben adamıı? Haddine mi düşmüş senin beni sağa sola şikâyet etmek.”
Refik medet ister gibi, yeni takındığı soprano sesiyle bağırdı:
“İmdaat! Tsunami burada. Kurtarın beni! İmdaat!”
Karısı bıyıklarını burarak üzerine geliyordu. Dayanamadı, makaraları koyverdi.