“Sulu” Bir Öykü -
“Monya Üstün Muharrirler Birliği’nin”, 26.8.2008 tarihinde Mulu’ya gezi düzenlediğini duyunca, hemen valizlerimi toplamaya giriştim. Bir an önce yola düşmek istiyordum.
Binbir macerayla, geçmiş yüzyıllardan kalma bir yağmurun birikintilerine bata çıka Mulu’ya vasıl olduk.
Otobüsten indik. Başkan Mehmet Bey, bizi gün doğumunda Belediye binası önünde karşılayarak, yediden yetmişe hepimizi duygulandırdı.. Çaylarımızı içtikten sonra, hiç vakit kaybetmedik.
Çarçabuk.. “Hayalleri süsleyen ‘Büyüğüne’ nasılsa ulaşamayız, hiç değilse küçüğünü kolayını görelim” diyerek, Kuş Cenneti’ne doğru hareket ettik.
Düden Gölü’nde bizi; şerefimize bir gösteri tertipleyen saksağan, martı, yeşil ördek gibi mütevazı; flamingo gibi yüksek sosyeteden kuşlar karşıladı.
Bazı dostların, bilhassa bu ç(alımlı) kuşlardan etkilendiğini anladık; fakat maalesef iş işten geçtikten sonra.
Ev sahipliklerinden hoşnut olmakla beraber, kuşların oyunlarını tam olarak izleyemedim; çünkü öykücü Duran Metin Bey, “Elma Kızım” adlı son romanını, son sürat anlatıyordu.
Ben de ona, karşılık olsun diye “Benim ‘Havva Kızım’, sizin kızı döver.” dedim. Dudak büktüyse de kibar adam, ses etmedi.
Başarılı Belediye Başkanı Mehmet Star keyifle, Mulu Şehir Suyu Arıtma Tesislerinden sonra; “Pek yakında inşa’Allah, “İnsan Arıtma Tesislerini” de açarak, halkımızın hizmetine sunacağız. Bu şehir Zulu ülkesi değil.” müjdesini verdi.
Başkana yakın çevrelerden ise, tesislerin; “suçluların” ıslahı ve “iyice pişmesi” için, “geri dönüşümsüz” olarak kullanılacağına dair haberler aldık.
Tuz Gölü, tatsız tuzsuz bir görünümde, kupkuru tuzunu teşhir ediyordu. Bolca tuzla karşılaştıksa da, gölü bulamadık.
Gurubumuzdaki saygıdeğer bazı tarihçi ve vantirilog bilim adamlarımızın bildirdiğine göre; M.Ö, henüz keşif ve icatların başlamadığı, insanların siyasetle tanışmadığı devirlerde buralarda göl varmış; aristokrat bazı kuşlar ÇAYkoyski Beyefendi’nin “Kuğu Gölü’nü” bu mekânda sergilermiş.
“Kurak Tuz Gölü’nden sonra, “sulak” Hirfanlı Baraj Gölüne geçtik. Bazılarımız parkta çay içmeyi seçerken.. bir kısmımız göldeki güzellikleri seyre daldık.
Derken.. etrafı kolaçan ederken, arkadaşlarımla birlikte düşlerimizi süsleyen nazlı bir tekne yakaladık.
Ganimetimizin sevinciyle sersemlemişken, tek düşüncem “Naçiz Şahsiyetimin ağırlığını acaba çeker mi?” diye tereddüde düşmemdi.
Fakat “Pak Parti’den” nazik Fatma “Güzel Hanımefendi” endişelerimi giderdi. Gerekirse politikada olduğu üzere, büyük bir özveriyle kendini feda edermiş.
Ama az sonra tam bir cümbüş gerçekleşti. Biçare tekne üzerine binen “ağırlıktan” dolayı, sağa sola sarhoşça yalpalıyor, körkütük, ürkütücü bir geleceğe doğru, homurtular çıkararak ilerliyordu.
Gurubun ele avuca sığmaz üyesi “Barbaros Hilal Ceyhan”, teknenin bir ucunda “Bu denizler benden sorulur” edasıyla, tam bir dişi amiral havasıyla, ellerini göğsüne kavuşturmuş ayakta, ufukları süzüyordu.
Akabinde ürkütücü bir manzara daha gerçekleşti. Azıcık da erkeksi bir kıskançlığın ve fiyakanın tesiriyle olsa gerek, “Aman Hocam ne yapıyorsunuz?” demeye kalmadı, Mustafa Akçelebi Bey de telaşla ayağa kalktı.
Amazon Hilal’e zıt istikamette, o da gökleri tarayarak elini kolunu kuş gibi sallamaya başladı, -herhalde flamingolara özenmişti-. Saatlerce denemesini yaptı, nafile bir türlü uçamıyordu.
“Rotayı, Flamingo Yolu’na doğru çevirin! Cudi Dağı nerede?” diye durmadan esip gürlüyordu.
Ümidini kaybetmemesini, ağustos böceği gibi değil, karınca misali çalışmasını söyledim; ya da belki “insani kisvesini” atarsa, dilediği şekle konuma girebileceğini, isterse de havalanıp uçabileceğini ifade ettim. “Muhabbet Kuşu” olsak ne isterdi.
Fakat hayıflandım da.. “Çalar avunurdu, keşke bir saz denk gelseydi.”
Mustafa Bey, kanatlarını biteviye çırparken, geminin hızını da gayri ihtiyarî arttırmıştı. Galiba kaptan akıbeti görerek dehşetle, -bazı âlet edevatla- birlikte suya atlamıştı; artık -dümensiz- meçhule doğru hızla gidiyorduk.
“Aman Yarabbim! Kayalara çarpacağız!” dedim. Elim bir felâkete ramak kalmıştı.
Birkaç hanım, korkudan teknenin içine yuvarlanmış, faciayı görmemek için, kara gözlüklerini çıkarıp takmış, feryat edip duruyordu.
“Bre hatunlar! Aklınıza mukayyet olun! Sükûnetinizi koruyun!” diye “türbanlı” bir uyarıcı olarak, ikazda bulundumsa da, sakalım olmadığı için dinletemedim.
Son çare olarak, bizim “Amazon tazeye” ; “Yönetime derhal el koyunuz.” dedim.
“Midem çok bulanıyor, kusacağım” dedi.
“Tuh! Yazıklar olsun!”
Ben bir müdahale yapacağım, onurumuzu kurtaracağım; fakat vakit hem gece yarısı değil; hem de ne zaman ayağa kalksam, bozuk erkek tıynetli mendeburun ağzı yüzü yana eğiliyor, yamışıp duruyor. “Billlah çarparım haa!”
Az kalsın gemiden inecek, yürüyüp gidecektim, lâkin denizdeydik. Heyhat! Çaresizdik.
Az sonra bütün ümitlerim sönmüş, yaklaşan felâketin tesiriyle ben de ciyak ciyak bağırmaya başlamıştım. “Batıyoruzz!”
Gemi iyice süratleniyor, Akçelebi Bey hâlâ çırpınıp duruyor, biz hanımlarsa ayılıp bayılıyorduk ki, “yenişafak” bir oğlan çocuğunun sesi duyuldu.
Hezarfen Mustafa Arifçelebi Bey’in mahdumlarıymış:
“Teyzelerim, abilerim! Bu beyi durdurun! Babamı sevabınıza suya itiverecek yok mu?”
Tipik “çağdaş bir ailenin” görüntüsü, bir anda zihnimi dondurdu. Tüylerim diken diken oldu.
Ve azıcık ferahlandım. Ne üzülüp yorulup duruyordum canım. Çünkü biz zaten “batmıştık”.
Suyu azalmış, yeterince tuz görmüş beynim, fazla mesai yaparak, artık maarifimizin sorunlarına eğiliyordu. Düşün düşün dur, bir türlü sökülmez çözülmez.
Çıldırmak üzereydim. Fakat güneş yükseldi, yükseldi; “küresel ısınma” dolayısıyla.. bu gölün de suyu çekildi.
Ve biz -Rabbime şükürler olsun- karaya oturduk.
Şimdi zihnim.. -hayratlık- kuraklık ve çölleşme üzerine derin ve veciz bir analiz yapmaya başlamıştı. Düşüncelerim cup diye -suya- atladı, fakat çıkamadı.
...
Lakin bu hengâme içerisinde, Sayın Başkan Ahmet Akiloğlu Bey’in “salatalık sevdasından” haberim yoktu. Gün boyu, “Keşke Tuz Gölü’ne bir sandık salatalık getirseydik, bedavadan tuza basıp banardık” deyip durdu.
Her gittiğimiz yerde sızlanması devam edince, garsonların -hatta Mulu’luların- eli ayağı tutuşup, telâşlandılar. Yemek yediğimiz masaya derhal acele tarafından “bol hıyarlı” bir salata yetiştirdiler. “Sandığı yedekleyin!” diye arkalarından bağırdım. Tedbirde kusur etmemek gerekti.
Bu arada.. bir keferenin adını taşıyan -ismi lâzım değil- bir parkta; karanlıktan istifade, salıncağa binip sallanan bazı densiz yaramaz hatunların kimler olduğunu.. milyon verseniz de -biraz arttırırsanız düşünebiliriz- söylemem.
Ağır bir hamfendi olarak, kendilerini oturduğum yerden, şiddetle kınıyor ve protesto ediyorum.
Nee? Hüsniye’nin; gurubun çocuk üyelerini fena halde sıkıştırdığı, rüşvet verdiği duyulmuş mu?
Yemin ederim ki masumum. Gezinirken ve salıncakları dikizlerken, Gülen Ümit kıkırdayarak, muzır bir bakışla yanıma geldi. “Büyük yazarlar önden Müsniye Teyze, denemek istemez misiniz” dedi.
Salıncağı pek gözüm kesmedi ama, kırmak olmayacak tabii.. yoksa ben yazar olarak çevremdekilerin çapını bilmez miyim. Her zaman mükemmel bir tevazu ve hoşgörü bahşetmiş, diyaloga yeltenmişimdir.
Bir el arkamdan ittirdi. Âlet gıcırdadı. Aldırmadım uçtum.
Göklere yükseldim, bir ara sema ışıklarını, yakacak gibi oldum. Samanyolu’nun gamzeleri ve toz pembe yıldız hikâyeleri, hepsi elimdeydi, hepsini tuttum.. Uçtum....
UÇTUM.
Mulu gezisinden artakalan, en önemli unutulmaz ve “kurtulamadığım” anım budur. Söylemesi ayıp, sızlayan kemiklerim ve moraran “ağrılı” yerlerim.