Haberi işitince aniden... Tahmininin fevkinde etkilendiğini hissetmişti. Tepkisine mânâ veremedi. Bir an, hiçbir münasebetlerinin olmadığını düşündü.
“İbrahim Bey” derlerdi. Bazen kasabanın sayılı gezinti yerlerinden, işletmenin lokaline çikolata sakız, fındık fıstık almaya gittiğimde görürdüm. Başka zaman rastlamaz mıydım, belki… Ama o mekân, aklımda kazınıp kalmış.
Bara, o uzun bacaklı taburelerden birine oturur, sessizce kuru yemişini yer, içkisini yudumlar, galiba pek az konuşurdu. Her akşam, aynı tezgâhın önünde, sayılı üç beş taburenin üstüne tünemiş bu adamlar, bana dertli kuşları hatırlatırdı. Başları üstünden fırtınalar, yangınlar, seller, türlü âfetler geçerdi. Ve onlar küçük..küçücük.. ufacık kadehçiklerin içine gene de saklanamadıklarından, koca gövdeleri dışarıda, afatın geçmesini beklerdi. Aslan sütü, onları iyi besleyemediğinden olsa gerek; ertesi akşam aynı işi tekrarlardı.
Mümkün mertebe göz teması kurmamaya çalışarak, işi çabuklaştırmaya bakarak, görevliye isteğimi söyler, alacağımı alırdım. Gözlerim görmemem gereken bir noktaya takılmış gibi yanar,rahatsız edici bir hava batardı. Kendimi hızla dışarı atardım.
Yine de İbrahim Amca’yla bakışlarımız buluşurdu bazen. Fakat o, zihni sanki hep bir şeyde takılı, pörsük gözlerle çevresine bakar, hiçbir iletişim, yakınlaşma hissi vermezdi. Babamdan; onun deniz kıyısında bir yere gitmek hevesini işitmiştim. Gerçekleşmesi zor bir ihtimaldi. Çok kişi, envai çeşit yere yerleşmek isterdi, lâkin kasaba geçit vermezdi.
Kimi gelişlerimde, “yüksek tabure sakinlerinden” bazılarını homurdanır, hükümet hakkında ileri geri konuşurken falan bulurdum. Bu kadar çok içmeselerdi, delikanlı adamlardı, bir şeyler becerirlerdi. Ancak az sonra dilleri, elleri, ayakları dolaşırdı. Devrim, yıkım planları; bir başka güze, bahara ya da kahrolası melankolik, “ziftin peki” bir geceye kalırdı.
Kimi zaman yollarda karşılaştığımızda, ne kadar efendi olsalar da; çenebazlığı, düzensizliği sevmeyen babam görmezden gelir, başka sokağa dalar, yolu uzatırdı.
İbrahim Bey’in “Birgül” diye bir karısı vardı.Mahalledeki bütün kadınlar, annem dahil; makyajlı, modern giyimli kadınlardı. Fakat Birgül, giyim kuşamı, cilasıyla diğerlerinden ayrılırdı. Mesela bütün kadınların etekleri kısaysa, onunkisi bir parmak daha eksik olurdu.
Muntazam, çıplak bacaklarıyla, ayak bastığı yerden bir cüretkârlık, akla ziyan bir davet yayılırdı. Bedeniyle dünyaya hâkim olmak istermiş gibi, bir hareketi vücuduna verir; yürüyüşünden kokusundan tuhaf bir dalga, akım çevreye dağılırdı. Karı koca başka açılardan hayalimde sivrilirlerdi.
Neden bana bayağı, -sanki bir ruh müptezelliğiyle- banal gelirdi; hissiyatımda bazı dedikoduların payı var mıydı bilemem. Diğer kadınlara karşı, aynı duyguları beslemezdim. Nurhan Teyze’yi severdim söz gelimi. Sokakta görünce toparlanır, koşar elini öperdim. O, tam bir “teyzeydi”.
Birgül’ü hatırlayınca bir huzursuzluk kaplardı içimi. Bana hiç de ters davranmamıştı ama... Damarlarıma bir öfke yürürdü.
Uyandırdığı duygulardan dolayı sevmezdim belki de. Ancak neye karşılık gelir, niçindir kestiremezdim. Yasak bir bölgeye girmiş gibi, kalbimde bir yer telâşa boğulurdu; bir yürek kuşu çırpınırdı.
Bazen rastlaştığımızda, “Dersler nasıl gidiyor Orhan; annen nasıl?” gibisinden sualler sorar, başımı okşardı. Ellerinin farklı sıcaklığı, sesinin sahtekâr sevecen tonu beni kızdırırdı. Sonra cevapları beklemeden, kalçalarını oynatarak yönünü çevirirdi. Lâf olsun işte!
Yanında benden birkaç yaş küçük kızı Canan olurdu bazen. Bu melek simalı, saçları örgülü, kırmızı kurdeleli küçük kız, hiç de yanına yakışmaz, acınası bir utangaçlıkla önüne bakar, kafasını yerden kaldırmazdı.
Şimdi düşünüyorum da, her şey ayrılıverir, hiçbir şey ona bitişmez, uzaklaşır gibiydi. Canan’ın elini öyle bir tutardı ki; kız, annenin yavrusu değil de başka bir varlık gibi dururdu. Bir türlü tümleşemezlerdi.
Bazı işgüzar arkadaşların, seneler sonra kasabada yapmaya karar verdikleri ve zevkle nice angaryayı üstlendikleri, okul yemeğine katılmaya karar vermeseydim; İbrahim-Birgül çiftini sıklıkla hatırlamaz, olayları beynimde evirip çevirmezdim herhalde.
Her şey sis içindeydi. Bulanık görüyordu. Radyoda sarhoş bir şarkı çalıyordu. Şahsa özel bir rüzgâr, dünyayı önüne katmış götürüyordu. Bir cellât, ipini yağlıyordu.
Yad, hiçbir şeyi kale almadığını gösteren bakışlarla çevreyi süzdü. Garsondan bir içki daha istedi. Ve artık akımsı değil, kapkara bir renk almış sıvıyı başına dikti.. dikti.
Bir kadeh yere düştü; “İbrahim” kırıldı.
Neden onu seçerdim? Yüreğimde hep fazla sarhoş mu kalmıştı. Niçin yakardı, kıyardı? Zihnimde bir sahne tamamlandı.
Kasaba dışında, 20 yaşındaydım; İbrahim Semih’in intihar ettiğini duyduğumda… Çok sarsılmıştım. Anlamsızdı gene de, bir bağımız yoktu ki…
Ölüm sebebini soramadım. Birgül kıvrak vücuduyla, cesedin üstünden yürüdü geçti.