“Salondaki hanımların en güzeli kim, biliyor musunuz hanımefendi.”
Hakkında neler hissettiklerini biliyor.
İlgililerden biri daha, tarayıcı gözlerle “senli benli” yeni sualler soruyor:
“Çok düzgün fiziği var. Ama elbisesi iyi seçilmemiş, saçlarını da elden geçmesi gerekecek, kuaförü iyi değilmiş. Yalnız...”
Gülüyor: “İç çamaşırının rengi de uygun düşmemiş yaa. Sahi kim?”
Yanındaki kadının gözüne, dans eden bir rüzgârın, adam akıllı büyümüş morlaşmış askısı batıyor.
Utanmış, tedirgin, muhatabının bir “Avrupa kuşu” olmasının verdiği tazyikle, ne söyleyeceğini bilmez, rahatlığını sergilemeye özeniyor. “Yabancı değil Hakan Ağbi, kuzenimin eşi.”
“Hiç görmemiştim. Büyük kayıp! Pardon, ismi ne demiştiniz?”
“Şensu!”
Sahnedeki güzel sivriliğin terütaze bedeni; müziğin ritmine göre aktıkça, kimi izleyicilerinde ani şiddetli cevaplar verme isteği uyandırıyor. Açık saçık bir şarkı gibi, gizli yüz(ey)lerde dolanıyor.
Yükselen latif dalga; naif erkek dalgakıranına çarpıp, gedikler açıyor.
Ve bir masadaki bezgin, sahneye sırt çevirmiş umutsuz yüze, fasılalarla şamar diye iniyor.
Bakışlarını herkesten kaçırıyor. Koca salonda belki yiyip içmeyen tek o.
Masanın üstünde mezeler, soğumuş çorba.. bir ahdi vefayı, sefayı bölüşmeyen yalnız aş(k) kâsesi.. serili deşili muazzepsevda.
Beniz sapsarı, gözler çakmak çakmak, ve başının üstündeki kancık tokmak...
Kucağındaki çocuğun farkına varmadan, canını acıtmış olmalı ki, oğlan feryat ediyor. O yaştaki çocuklar ekseriyetle analarının yanında.
Allak bullak, “Garibe” içtenlikle sarılıyor, sımsıkı. Çocuk anlamaz nazarlarla bakıyor, sonra ağlamaya yakın sesler çıkarıp, başını sıcak korunaklı göğse gömüyor.
Fakat oğlanı da atıverecek bir kenara, her şey giran geliyor.
Çalan cep telefonuna, kinayeli cevap veriyor; civelek bir kadın sesi, “Onu” soruyor:
“Şimdi gelemez. Göbek atıyor”. “Göbek atıyor” lâfı vurgulu.
Şensu’nun şeffaf çekiciliği, manyetik bir çember gibi içeriye alıp, daraltıyor.
Telefonu fırlatıp,salondan çıkıyor; babaya pek düşkün çocuktan kurtulamayacağına göre.
Sigara içen yok, ama “podyum” sisli. Gözlerinde perde yok, “sahne” dumanlı. Hava puslu.
Müzisyenlerin ayakları batağa gömülüyor, farkında değiller... Kalleş dönek bir rüzgâr “sunakta”sinsice üfürüyor.
Düğün davetliler, bir girdaba doğru gittikçe çekiliyor.
Meydanın tam orta yerinde yalnızca “1” kadın mevcut. O ve “izleyicileri” yarı çıplak kirli, meşum bir dansı birlikte yapıyor.
Çehreleri ve ardını, düşünce tarihini okuyor, boz bulanık gerilimli sularda seyredenleri, pusulasız düz dümensiz gidenleri, arızî olmayan “arızaları”, dişi bir koyunda görünmez bir mürekkeple yazılmış dizilmiş sevgili adları...
Kesik.. çizgi..içinde deli bir kezzap gidişi...
İsim koyamıyor: “KAHP....”
Suratını dağıtıp ezse bi çiğnese bi çiğnese darmadağın târumar etse geçirse...
Cinleri tepesinde, yerinde duramayan çocuğu gezdiriyor.
Otelin bahçesinde...
Kopkoyu zifirî bir eğlencenin zehrini içmiş, kan dökmüş bir zulüm gecesinin ağıdını içine çekmiş çiçekler, cehennemi bir gösterinin delili, sessiz çipçirkin seyircileri olarak ürpertiyor. Labirentte bir erkek sıçan döndükçe dönüyor; 0 noktasında kuyruğunu yakalamaya ısırmaya çalışıyor.
“Ben bu dünyanın......”
Şensu’nun hürriyeti, Boran’ın mahkûmiyeti?
...
Bir zamanlar...
Bu genç kızın cazibesi, uçarılığı, cihanın şamatası, zevkleriyle uyuşan, derhal dökülüveren, her biçime kalıba giren, bir erkeklik damarında gürül gürül serazat yürüyebilen, bir dişilik sehharıyla sürükleyen, arsız yöntemsiz kuvveti hoşuna gitmişti.
Şimdi..Uzun zamandır aynı cümleyi paylaşıyorlar: “Beni istemeyeni ben de istemem.”
“Eş” kendine hâkim değil... Oynatılıyor, yönetiliyor. Seçtiği arkadaşlar, çevre... Ya kendisi mezkûr bahiste nerede?
Düşünüyordu; ne zaman dümen suyuna girmişti; “Şensu’nun düzenine” kurban gitmişti bilemiyordu.
Yavaşça istemeden değişiyordu. Verdiği tavizler sürüyordu. Ne yaparsa yapsın, bir “Şensu kahramanı” asla olamamıştı bal gibi anlıyordu.
Gövdesinin eski uyumunu kaybediyordu, kolları eskisi kadar güçlü değildi, genelde gergin olduğundan espri gücünü, kadınları sürükleyen zekâ oyunlarını, muhtemelen herkese hoş gelen inceliğini de. Bayan Şen’in toplumu, “Çuvallıyorsun” diyordu.
Belki de onun gün geçtikçe “iyileşen kafasını”, savruk gövdesini, boyalı el değmemiş yüreğini barlardan, rock konserlerinden, kadın kadına tatillerden, yitik hane saatlerinden toplamaya başladığında...
Karısının müstebit, özgür kızlık soyadı, dağılıp, iyice sivrilip, egemence hoyratça kanattığında anlamıştı, dank etmişti, yani “bitmişti”.
Hâlbuki Şensu’nun teslîmiyetçi şivekâr azaları; “Şen sulu bir mazi”, “Su’suz bir gelecek” olarak önünü kesiyor; tekrar ve inatla kalbine binip, biteviye hükmedip idare ediyordu.
Fakat..
Artık çırpıntılı bir Su’da, kendini göreceğe bulacağa benzemiyordu. Sürekli birilerine, harice “ayarlı”, şekilsiz kurgulu bir Boran; tıpkı Şensu benzeri...
Maskelerini çoğalttıkça, özünü tanıyamıyordu. Şahitliğinden memnun değildi.
Kalmak ya da gitmek; devam etmek veya kestirmek, karar vermek gerekti.
Hayır Şensu değil; bir fikir, boşluk, yoz bir düzenin biriktiği, fitneci bir h(içlik)hayatlarını rastgele körce yönetiyordu.
Her şey bir yana; Boran’ın bu düzeyine razı mıydı?
Karmakarışık seslere dalmışken aniden ne idüğü belirsiz yakıcı hoppa bir enerji, göğsünü doldurdu. Hiç unutamadığı bir ses...
Kadının kollarını, güçlükle boynundan çözerken, yerleşik kök söktüren bir acı boğazından iniyordu...
Yutkunma zorluğu çekiyordu.
“Beni beklerken çok mu sıkıldın canım!”
Baş ağrısı(huysuzluğu) geçtiyse; (...dansını) kocasıyla edebilir miydi? Yoksa cümle âlem “kıskanç” diyecekti.
Çocukları da biraz serbest bırakmak lazımdı canım; üç beş dakika için, garsonlar dikkat edemez miydi?