Menu
hayriye'nin sesi ve ilkler
Söyleşi • hayriye'nin sesi ve ilkler

hayriye'nin sesi ve ilkler


Öyküler önce yüreğinizde yazılır. Her öykünün sesi, rengi farklıdır. Her yazı sevinç uyandırır. Fakat kimileri özeldir; talihlidir. Hayat, hikâye içinde hikâyeyse; “hikâyenin de hikâyesi” olması gerektir.

Tesiri, belki ilk öykülerime karışmasındandır bilemem. Ruhumda çağlayışı, köpürüp, akışıyla; bambaşka hisler meydana getirmiş ve doğuşuyla müthiş bir güç hissettirmişti. Metin âdeta benliğimi istila etmişti. Bunlar yıllar sonra, öyküye yaptığım ekleme ve yakıştırmalar mıydı, zannetmem. Niçin böyleydi, sebebini de izah edemem.

Bir gençlik öyküsüydü “Hayriye’nin Düğünü”... Yaşı yaklaşık 30. Dairelerin, “iki milyona satıldığı” zamanlardan kalma. “Son Düş” adıyla “Konya Postası” gazetesinde yayınlanmış, “Hüzeyme Bolay” imzasıyla. Yazarı, çatık kaşla, ciddi yazı denemeleri yapıyor o sıra.

1997 senesinde; uzun yıllar kalemi elime almamış bir yazar olarak, kendimi sınamak isteyip Türk Edebiyatı Vakfı’nın düzenlediği “Ömer Seyfettin Hikâye Yarışması’na” gönderdiğimde; öyküdeki daire fiyatını, “dört milyar” yapmışım.  2003’deyse “40 milyar”.. Emlak fiyatları almış yürümüş.

Türk Edebiyatı Dergisi’nde, Temmuz 1997’de öykü yayınlanmış. Pakistanlı yazar, Masudh Akhtar Shaikh, öyküyü beğenmiş ve “Türkiye’nin En Güzel Hikâyeleri” isimli Urduca öykü seçkisinde yer vermiş… Yalnız, âdeta dilsiz Hayriye, hiç tahmin edilmedik, bilinmedik yerlerden ses getiriyordu. İnanması zor bir ilk.

Ahmet Köseoğlu başkanlığında; İbrahim Demirci, Abdullah Harmancı, Mehmet Harmancı, Prof. Dr. Mehmet Tekin gibi kıymetlerin destek verdiği TYB Konya Şubesi’nin hazırladığı; 24-25 Ekim 2003 tarihli “Öykü Sempozyumu” da benim ve herhalde Konya için de bir başka güzel ilkti…

Genel Başkan Nazif Öztürk’den, Rasim Özdenören, Ömer Lekesiz, Hüseyin Su’ya, Necati Mert’e ve Cemal Şakar’a kadar pek çok değerli edebiyat adamı Konya’ya gelmişti. Kadın yazarlardan Gönül Utku ve Selvigül Kandoğmuş Şahin’i hatırlıyorum.

Öykülü bir akşamda, Akça Konak’ta toplanılmıştı. İlk kitabım “Saklı Değerler” yeni yayınlanmıştı ve ben önümü görmeye çalışan, sonsuza dek sürmesini istediğim bir rüyaya uyanan, yaşça değilse de edebî tecrübe olarak genç bir yazardım.

Misafirlerimizin huzurunda, yazarlık hayatımda önemli katkılarda bulunan edebiyatçılarımızdan Mustafa Miyasoğlu, kitaptan bu öyküyü okumamda ısrar etti. Son derece sıkılmıştım ama titrek, ürkek bir sesle olsa da, okumayı başardım. Hayriye seslenmişti.

Taşrada edebiyat yapmak zordur. Dolayısıyla ödüller, edebî haberler, iletişimin ve sahiplenmelerin sizin için anlamı, yansımaları ve etkisi büyüktür. İpuçları, işaretler, güzergâhlar görürsünüz; bağlarınız sıkılaşır, yürür gidersiniz. Uzaklık aleyhinize gözükse de, bazen uyarıcı, çarpıcı ve tazeleyici bir etki yaratabilir.

Öyküdekinin aksine, yazısı, hayat hikâyesi güzel olan bir karakterdi Hayriye.

Öykünün izlediği yol, çıkışı beni şaşırtmıştı. “Saklı Değerler” sonuçta, taşrada tanınmamış bir yazar ve yayınevinden çıkmış kitaptı. Kitabın dağıtımı bile mesele olmuştu. İçindeki bazı öykülerin, nereye uzanacağını kim keşfedebilirdi.

Hayriye, kitapta gizlenip kalmadı; anlaşılan yazarından bağımsız bir kimlik, şahsiyet kazanmıştı. Şimdi de yolculuğunu Deniz’de sürdürecek, hatta -temennim odur ki- deniz aşırı ülkelere gidecekti.

Öykücü  Aslı Tohumcu, “Nüve Kültür Merkezi” kanalıyla bana ulaştığında devasa bir mutluluk tattım. Hayriye’nin Düğünü’yle bir ilk daha yaşıyordum.“DenizBank’ın “Öyküler Sesleniyor” projesine, öykülerimin içinden bu hüzünlü öykü seçilmişti. “Daha iyi öyküleriniz olabilir” diyordu Aslı Hanım. “Fakat biz seslendirmeye ve bazı şartlara uygun olduğu için tercih ettik.”

DenizKültür ve Sesli Yapım’ın ortaklaşa hazırladığı “Öyküler ‘Ses’leniyor”; edebiyat, müzik ve tiyatronun iç içe geçtiği, Türkiye’de türünde ilk olan bir çalışmaydı; bir çeşit “Sesli Öykü Antolojisi’ydi”. İki setten oluşmuş çalışmada, her birinde 100 olmak üzere, toplam 200 öykücümüz ve 42 CD’deki öyküleri yer alıyordu. “Hayriye’nin Düğünü”,  1952’den sonra doğmuş olan yazarların dahil olduğu, 22 CD’den teşekkül eden ikinci setteydi. Eserler için özgün müzikler bestelenmiş, seçkin tiyatro sanatçıları tarafından seslendirilmişti.

Burada hemen sayısızca; DenizKültür yetkililerine, Proje Genel Koordinatörü Orhun Şemin’e; Yapım ve Yönetimi üstlenen Göksenin Göksel’e, Sesli Yapım ekibine; projede emeği geçen sanatçılara, arka plandaki mütevazı sessiz kahramanlara ve öncelikle yol gösterici öncü ustalarımıza teşekkür etmek istiyorum.

Yolun başında..çok başındaydım. Fakat heyecanımı, mutluluğumu da saklayamazdım.

Bir fikir vermesi açısından; “Sesli Edebiyat Dizisi 2’de” yer alan bazı kadın yazarlarımızın isimlerini sıralayayım: Ayşe Sarısayın, Ayfer Tunç, Buket Uzuner, Cihan Aktaş, Fatma K. Barbarosoğlu, Feryal Tilmaç, Hatice Meryem, Münire Daniş, Nalan Barbarosoğlu, Nihan Kaya, Selma Fındıklı, Sibel Eraslan, Yıldız Ramazanoğlu, Zeynep Aliye…

Düşündüm ki: Hazin sonuna rağmen Hayriye yaşıyordu. Artık o, yaşsız bir kadındı. Temel sorusu, kim sonsuzca sever ve sevilebilirdi, aşkın hakikatiydi. Pekiyi hâlâ aşkı arıyor muydu? Bana kalırsa herhalde bulmuştu.

“Arkası Yarın”, “Radyo Tiyatrolarıyla” büyümüş bir nesildik biz… İçimde radyo hatıraları hep sıcacık, konuşur durur, çalar söylerdi.

Seti aldım. Bedia Ener’in buğulu sesinden, nefis bir müzik eşliğinde “Hayriye’nin Düğünü’nü” dinledim. Olağanüstü bir deneyimdi.

Bittiğinde biraz ıslaktım. Bu sefer minnetle ve hararetle, öykünün romantik, genç yazarına, teşekkürle dua ettim. Sıkı çalışmasını, gayretini arttırmasını diledim.

Süsü  pek sevmem ama nedense o gün gururla, “Hayriye’yi” bir kisve gibi üzerime geçirip, dışarı gittim.


Diğer Yazıları