Menu
İKİ DENEME
Deneme/İnceleme/Eleştiri • İKİ DENEME

İKİ DENEME

İÇİNDE(KİLER)

O konuşurken...

Haricî sesler kesilir. Endişeler, engeller, maişet, gelecek düşüncesi, itiraz, tenakuz ve çarpışmalar, müessif kazalar hepsi sona erer.

Bütün karmaşayı bastıran bir ses ya da tekbir’e kalbeden bir şiir hamlesi. Gönülde hüküm süren Mutluluk devleti.
Serin, ferah bir rüyada yaşar gibi; serazat bir baharın cıvıltılı şen sahasında tozar gibi...

Bu güneşli göğ(s)ü önceden ayırt etmemişti. Ama nicedir, Onun mu kendisinin mi bilememişti.

Hiç ummadığı yerlerde. Gölgesi düşmüş. Yoldaş, arkadaş, hâldaş.

Akıl ve sadır genişliyor. Aşina sesinde “Kâinat” var. Çıldırıyor.

Ciğerine bir hitap, derinden... Harflere, ruhuna, vasata sinen... Anladı ki “Kalptir” seslenen.

Hâlbuki önce, çirkin bir robotun sesiydi özünden yükselen. Mekanik, tırmalayıp gezen.
Teneke tıngırtılar, çın çın öten çıngıraklar, söz cızırtıları, yürek zımbırtıları... Yoksa ortalıkta gezen, süslü bir “kadavra” mıydı?

Para isteyen dilenciye, dostluk arzulayan arkadaşa, muhabbet isteyen aileye, vakit isteyen yakınlara aynı makinemsi edayla cevaplar...

Karşılıklı “harakiri” yapmış, cevheri “kalaylamış”, hayatı kaka(lamış) ruhlar...

Bir vitrin mankeni, en ucuzundan oyuncu, herhangi bir yitik Avrupalı, toprak diplerinden tipik bir solucan; gündeme, hadiselere, figüranlara, ipi boynunda kuklalara kayıp gelişigüzel lâf atan safsatan...

Ki bazen bir sürüngen diklenip, boy gösterir, yaşama hakkı isterdi.
Kumruyu, bülbülü, muhabbet kuşunu öldürmeyi düşlerdi. Babalanır, leş kargasının içine gizlenirdi.

Bazen de beyaz eşya, 0 km. bir araç, çok kişilikli parçalı kadın, hazır giyim bir karakter; vıcır vıcır engellenemez biçimde konuşurdu göğüs kafesinde.

Şimdiyse...

İçinde müzik. Serbülent’in raks eden, doyumsuz, cümbüşlü cümleleri.. Sağanak/sığınak...

Uzun zamandır aradığı ve nihayet bulduğu bir kavuşma ânı.

O konuştukça, ilerleyen muaşaka hissi. Huzur sekine hali. Melâlin gidişi...

Güçlenen bir iştirak payı, gönüldeşlik..bir kuvvet, irade artırımı; 40 yılın başı yaptığı ibadetlerden aldığı yeni eşsiz, zevk ötesi lezzet...

Yoruluyor ama “değerdir” diyor.

Kabul etmeli, aniden bu noktaya gelmedi. Serbülent’le nicedir halvet, yükseklik hazzı peşinde; çelişkilerin “canı cehenneme!”

Elinizden tutmuşta gezintiye çıkarmış, orada izahat malûmat veriyor. Yazılı kelimeleri bittiğinde sözüyle hatta sazıyla, açılmamış beyaz sayfalarıyla konuşuyor.

Semayla, Allah’la sarmaş dolaş, ruhunda bir donanma, bir aşk koşusu pürtelâş.

İçinde bir “öte” isteği. Meğer neler barındırırmış, gıda içerdeymiş, gönülden beslenirmiş hayret!

Kalp damarlarında tomurcuk çiçek “Ağaç Serbülent!”

Kabristanda dolaşırken dahi...

Serbülent’in sesini işittiğinde; ölülerinde yakın, hatta Kabristan halkının pek cana yakın olduğu hissi uyanıyor.

Arada sanki hiç bir engel, mesafe yok da, insanlığın bu bütün davaları bitirmiş, bir anlamda mutluluğu yakalamış, en demokratik, hür, adaleti ve en nihayet ülkülerini gerçekleştirmiş kesimiyle tüm “canlılığıyla” bir bağ kurulmuş, iletişim yakalanmış gibi.

Albenisiyle ve uyandırdığı cazibeyle, tasını tarağınız toplayıp, keyifli bir sefere, bir ebedî tatile, kafa dinleme, esenlik yerine gitme arzusu veriyor.

Kelimeleriyle başka âlemlerin kapısını açmıştır. Serbülent’in saatlerinde ve dünyasında sükûnet, âhenk vardır; meserret huzur...

Yekta, nadide olduğu izlenimi uyandırır. Farklı bir idrak noktasıdır.

Zihninin ve ruhunun aç(l)ığını bu “okumalar” sayesinde anlamıştır. Çirkinliğe değil, güzel(liğ)e meyyal olduğunu...

Her okuyuşta ayrı bir ifade, güzellik çehreleri, akisleri.. aşk ufkunda bir kızartı, bir tufanda sevgi infilâkı.

Serbülent gösteriyor, işaret ediyordu. Bir ayıklık meydana geliyordu, “dönüştürme” işlevi yapıyordu.

Avutucu, oyalayıcı, sunduğu bir ânlık teselliyle riyakâr, sanal bir ses değil... Ölü sesi hiç değil.

Bizzat tüm iç şubelerine hitap eden, sirayet edip, bürüyen muhtevalı muhyi bir şey.

Külliyatını okumuştu. Ama eserlerinin “İçindekiler”i bir türlü bitirememişti.

Kitabı kapatıyor. Serbülent, yeni bir kitap yazmaya başladı bile. Pasajlar gönlüne diziliyor.

Bir “Yer altı servetidir”; 1940’da Hakk’a yürüyen Serbülent...


OL ACAYİP NESNEYİM Kİ

“Her insan teki bir kapı önünde doğar.” Ama insan sadece kapı önünde doğmaz, “...bizatihi bir kapı olarak doğmuş bulunur” der İsmet Özel. (Zor zamanda Konuşmak, sh.113, Şule Yayınları)

Kendimize bu nazarla bakacak olursak, belki yalnızca kapı değil, pencere, kilit, anahtar, duvar olup olmadığımız da önem kazanacaktır yahut kapıdaki ehemmiyeti tartışmalı bir aksesuar.

Eğer kapıysak meselâ hangi kapının önünde durduğumuz veya konu(mu)muz söz konusu edilecektir. Neye açılıp kapandığı sorusu, cinsi; birbirimize, dünyaya açıl(ma)ması gündeme gelecektir.

Kapının ardı kadar, insan sûretinin gerisi. Yani gizli eşkâl ve kimliğimiz. İnsan, Allah ve tabiatla kurulan ilişki biçimimiz...

“Kapıcı” da olabiliriz meselâ. O zaman bir bekleme, teyakkuz durumu vardır. Kapıları açmak, bazılarını g(özlemek).
Han Kapı’sını kırsak, Hancı’yı da bıraksak da...

Hakk Kapısı’nda durmak... Aşk(Hacet) Kapısı’nı çalmak... Şer Kapısı’nı mühürleyerek kapamak.
Kapılar yüzümüze örtülmüşse, çilingir çağırmak, şifreyi unutmamak...
Sürekli gezinen bir “asansörün kapısı’nda vakit çalmak lâflamak.
Çalınacak tek kapı dururken, arsızca vurduğumuz bin bir kapı...
Kapının ardında bir diğer kapı. Çal, aç kapa, tak kapı!
Sadece size açılan kapılar var belki, büyüsüne (kapı)lınan.

Tanpınar’a göre ölüm, siyah bir kapı... “Aşk, zafer, sanat, felsefe, her türlü icat hep bu siyah abanozdan kapının eşiğinde öten altın borulardır.(Yunus Balcı, Tanpınar(Trajik Bir Şair ve şiiri), sh. 83)
...
“Kapı olarak doğmuş bulunduysak”; hayatımız boyunca ve sonrasında ardımızda bıraktıklarımız göz önüne alınırsa, ne gibi merhalelerden geçeceğiz; başka şekillere biçimlere de mi gireceğiz? Çünkü dünya, nesneler bizi etkiler.

Kapı mı, ne bileyim belki bazılarımız gardıroptur, kimileri de rop.

Ekserisi bulunduğu mevkiden hoşnut değildir. Ki o zaman dilek ve temenni bahsi devreye girer.

“İç suret” değişir gider. Bir “iç yatırımın” göründüğü aynalarsa revaçta değildir, “doğru-dürüst görüntü” boşa gider.

Kimileri deste deste para, kimileri tutucu bir kasa, ya da Cahiliye Ateşi, Saadet Meşalesi olmayı hedefler.
Ânlara, günlere, devrana göre evrilir devrilir, bürünür döner.

Kimi; çorap olarak örülmek, kargacık burgacık harfler, özellikle notlar, istatistikli rakamlar, veriler olup, bilimci(l) adamların ödünü patlatmak ister.

Yüzdeler, kesirler, denklemler, yüksek zekâların yüksek matematiği olarak rol kesmek/biçmek gibi niyetler...

Bu şaşkınlıkla arşın olup, beyinleri arşınlamak ölçmek...

Akabinde meselâ mütevazı bir mutfak malzemesi olarak, ev hanımlarına mahsus, baharat tercihen biber(iye).

Ve âlim efendilerimizin ağızlarına sürülmek. Kokmuş düşüncelere ise tuz. Bazen toz(ut)sa da nihayetinde “tozdur” az uz.
Bazılarının ayakaltına paspas, eline eldiven, başına siperlik ve gölgelik...

Mukaddes toprakların çakılı, müstesna bir beynin akılı, bir zirvenin gönlündeki yakin, küffar ellerine coşkulu, muzaffer bir akın.

Zaman üstünün çakmağı, hakikatin tokmağı...

Yanında fotoğraf çektirmek isteyeceğiniz kadar “artiztik” şık bir laf... Yıkık ve kulağından tutup getirilen onarılmış hakir sevda...

Kapılığı, kapı gibi adamlara bırakıp, hiç değilse serazat atılıp tutulup fırlatılacak bir taş; delilerin eline düşüp kafa yarsa da, akıllıların elinde şeytanı da taşlayacak mahiyette, ezelî uğraş...

Ya da sersefil sâile... “Hey dilenci! Hadi başka kapıya” diyenleri duyar gibiyim.

O zaman bir “h(iç) fakiri” olarak, hep önünde durduğun kapıyı çalmak gitmek.

Emaneti yüklenmek. Destur istemek...

Yine de incili bir düş, ya da güzel bir fikir, gerçekleşmek üzere olan ebediyet hülyası, sonsuzluk tacı, mutluluk tahtı, âşıklık bahtı dilemek... ve ünlemek:

“Açıl susam açıl!”
Nerdesin Ey sonsuzluk eşiği, içinde semavatı sallayan muhabbet beşiği!

Ol acayip şeyim ki...

Neyim ki???

Diğer Yazıları