Menu
HABER
Öykü • HABER

HABER

“Bir gözün ağlar, bir gözün güler. Hangi duygu gerçek, hangisi yalan, belki hepsi aldatan dolan.

Bir tarafa dönerim, gönlümü bir aydınlık kaplar; fıkır fıkır bir gün doğar. Kanatları kırık bir melek yerden kalkar.

Başımı öte dönerim, cangıl da yitik umutlar; karanlıkta boğulan yutulanlar. İkisine doğru da koşarım.

Dengeyi tutturamazsın. Bir o yana, bir bu yana, zıt yönlere duygusal kaça(ma)klar. Tamtamlar hem hüzne, hem şenliğe çalar. Dalgalanmalardan bıkıp, sabitin, kesinliğin peşine düşersin fakat açıklık, belirginlik de sıkar.”

Unutulmuş bir deftere yazdığı, acemi eski bir şairden karalamalar. Hatıralar, düşünceler resmî geçiti…

Kendinden şikâyet: “Akıllı uslu muhakeme edersin, hisler gene de galebe çalar.”

Ve hikâyet:

Daha bu sabah Saniye’yle şenlikli bir kahvaltıdaydı. Sabahın sekizinde, yolunu şaşırmış(!) bir telefon. Karısı, onun içtiği keyif çayının hatırına hızlı davranmış, telefonu açmıştı.

Uzun bir sessizlik, hıçkırık, konuşmalardan okçul cümleler:

Remzi Ağabey mi… Cenaze, öğlen namazını müteakip, “… Camii’nden” (Saniye, ismi hatırlamıyor) kaldırılacakmış. Evet, komşusu Ayhan Bey bulmuş, yerde yatıyormuş.

Kadın afallamış ki, tekrar tekrar soruyor. Hayır, böyle netameli konularda genellikle yanlışlık olmaz.

Yetişemezler. Bu mendebur griple, 350 kilometreyi aşmak zor. Üç haftadır bir türlü atlatamadı. Kaç kere, üstünden geçmelerine rağmen olayı hâlâ da anlamamış, ölümü konduramamış, üzüntüyle konuşup duruyorlar.

Saniye saatine bakıp, kalkıyor. İşleri var, dışarı çıkması gerek, gözleri özge bir sevinçle parlak.

Bir an “Tabii, ne de olsa, kocanın akrabası” diye düşünüyor Esat. Sonra kendini yatıştırmaya uğraşıyor.

Ah o vurgular: “Boğazını delmişler; kalp önce çalışmış, ancak….” Rutin işlemler, fakat şu noktada ıstırabı çoğaltan anlamlara bürünüyorlar. Remzi ölmüşken bütün canlılığıyla ufkunu dolduruyor, sol bacağını sürüyerek belleğinde incecik derin izler bırakıyor.

“Öngörülemeyen” ve meçhul, akıbet endişesi içini titretiyor. Ağlama isteği; kahrolası bir hassasiyet. Saniye’nin yanında kendini güç tutmuştu. Eşi asla gözünden zırıl zırıl su akan tiplerden değildi.

O gittikten sonra bir kaç satır defterine yazdı. Kimselerle paylaşmadığı kâğıt destesi,  özel mümtaz bir kişilikti. Fakat şimdilerde kafasını yazmak için pek toparlayamıyor.

Zihni, üç dört gün önceki olaya, bir başka habere kayıyor. Zapt edemediği bir neşe ruhunu kaplıyor arsızca. Birden çelişkili duygularından dolayı suçlanıyor ve sabahki acı duyuruya dönüyor.

Yönetici Ayhan meraklanıp, yoklamaya gittiğinde sönmüş gözleri görmüştü. Esat pek sahip olamadığından, bir anahtar da Ayhan’da bulunuyordu. Komşu, bu fersiz, hayatla âhenksiz, yere çivilenmiş bakışları kolay unutamayacak. Hemen ambulans çağırmış, kalp kriziymiş. “İyileşeceksin” diye ümit vermiş. Hasta başını sallamış, “Hayır”.

Belki düşleri, hayalleri bitmişti, tükenmişti...

Remzi Ağabey, ona çocukluğunda çadır yapan; kente tatile, ziyarete gittiklerinde sinema, deniz, park gezdiren abiydi. Topaldı, hayatı da aksaktı. Belki kâfi derecede insan, belki yeterince… Doldur içini alabildiğine… Çek kelimeleri gidebildiğince.

Fark etti. Remzi’yle ilgili cümle azaplı düşünceleri derleyip biriktiriyor. Sonra bir alay yaralı cümle: “….ciğerleri iflas etmiş; yüzü kaşık kadar kalmış.

O şahlanmış sevinç, Esat’ı tekrar yokluyor; belki ruhtan kaynaklanan bir müdafaadır, elem sanki törpüleniyor. Bir ağlıyor, bir gülüyor. Derken çöke kalmış, kesif bir yeis yeniden sökün ediyor.

Remzi Ağabey pek çalışmazdı. Hali vakti yerinde bir ailenin biricik oğluydu. Kirayla, iratla geçinirdi.

Zorlu bir hayat yaşamıştı rahmetli, ama yanlış yönde ve yerden harekete geçmişti. Hayattan alamadığı tatları, alkolde bulmuştu; yazık, kaç kere tedavi olmuştu.

Bırakacaktı ama mesela Suat, o hınzır genç(neyin yerine geçirmişti kim bilir)  telefon açıverir ya da daha iyisi eve gelir; kimselerde bulamadığı bir sıcaklık ve mesafesizlikle Remzi’yi “mekâna” davet ederdi. Evvelâ kem küm edecek olur, sonra çarçabuk randevuyu ayarlardı. Naz bile edemezdi oğlana.

Bu meret her şeyle giderdi. Karidesle, karıyla, gözyaşıyla, sulu-susuz, cigarayla, deryayla havayla, uçan balık, denizdeki kuşla, her çeşit değişimin, gelişimin yaşandığı eleğimsağmalarda, yıldız sağanağında, çağıltılı dört mevsim oynayışlarında… Kadehi tutan, bir füsunlu saki mutlaka bulunurdu.

Ölünün hayali, gözünün önünden gitmiyordu. Son zamanlardaki düşkün Remzi Ağabey görüntüsü kahreder, kalplerini deşerdi. Beterdi.

Fırtınalarla geçen evliliği sindirmişti. Çocuklarının dursuz duraksız yaşantısı yıkmıştı. Yürüyüşü ayrı fasıldı. Remzi durmaksızın kanardı.

Mersin’e gittiklerinde, dul Remzi Ağabey’i de ziyaret ederlerdi. Bazen evi silip süpürdüğünü, çamaşırları, hatta perdeleri yıkadığını, kuru fasulye yaptığını falan anlatırdı. İşin tuhafı karısı yanındayken de, kadına yakıştırılan işlerle meşguldü.

Etraftan duyarlardı. “Biblo” süslenip püslenip sokağa çıkar, biteviye gezer tozardı; ev işleri, hanımlık ona yazılmamıştı.  Remzi, karısı İnci’yi sağdan soldan toplar; dedikodular yeri göğü tutardı. İnci’nin allı pullu ikinci kocası, internetten bağışlanmıştı. Kadın pahalı bir hayalle evlendiğini geç anlayacaktı. Remzi’ninse yüreğinde bir türlü öldüremediği, dokuz canlı “ol dürdanesi” vardı.

“Neye yarar” diye iç geçirdi Esat. Ölmüştü ve kurtulmuştu. İnşallaah!

Ya, işte böyle. Emekliye ayrıldıktan sonra, düşünmek için çok zaman kalırdı.



Adımlarını sıklaştırdı. Saniye gürültü etmeden kapıyı açmaya çalıştı. Ne kadar tecrübeli olsalar da, ölümle pişmek, habere alışıp hazmetmek kolay değildi. Belki adamcağızı, baş edemediği şaşkın bir kederin, yapışık anıların pençesinde bir köşeye kıvrılmış, uyuya kalmıştı.

Remzi’yi severdi ama Esat beyefendi bilmezden gelse de, bazen yüzü gözü morartılmış cahil kızı, biçare İnci’nin halini de hep hesaba katardı. Allah taksiratını affetsindi. Takdir…

Yapacaklarını sıraladı, oyalanmamalıydı. Yani, Hakan’ın memleketi şereflendireceği günde geçiyordu tüm hadise. Müzmin gezgin, yurtsuz velet en nihayet kesin dönüş yapıyordu. Aslında iletişimin sıklaşması bile mucizeydi; “anne” bundan böyle hayatının düzene gireceğini umut ediyordu. Hiç değilse araya aşılmaz, bileği bükülmez yollar girmeyecekti.

Kaç gündür bu tapılası, yarım asırda bir rastlanan nadir güne hazırlanıyorlardı. “İnce Kâtib’in” eve gelme saati, buluşma vakti yaklaşmıştı.

Oda kapısından başını uzattı. Yoo, kıyamazdı. Esat dalgın, sabahtan beri oturduğu koltukta, omuzları çökük sessiz sessiz ağlıyordu. Garibin kulakları da ağır işitmeye başlamıştı.

Bir müddet seyretti, akabinde geri çekilip, yeni gelmiş gibi bağırdı: “Ben geldiiim!”

Esat irkildi, toparlandı. Defteri açık çekmeceye fırlattı. Hemen bir gazete kaptı, gözlüksüz okumaya başladı.

Mutfaktan yüksek sesle: “Hakan sever, içli köfte de yapacağım.” diye şakıdı Saniye.

Elinde değil, Esat Bey sevindi bu habere.