Menu
VEYSEL ALTUNTAŞ İLE “ADINA ROMANLAR” BAĞLAMINDA BİR SÖYLEŞİ
Söyleşi • VEYSEL ALTUNTAŞ İLE “ADINA ROMANLAR” BAĞLAMINDA BİR SÖYLEŞİ

VEYSEL ALTUNTAŞ İLE “ADINA ROMANLAR” BAĞLAMINDA BİR SÖYLEŞİ

-Okuru evvela Yaşamak Sandığım adlı ilk hikâye kitabınızla selamladınız. Sonrasında Adına Romanlar adlı bir roman geldi. Türler arasında geçiş ya da bir türde karar kılma hususunda neler söylersiniz?

Aslında türlerin her birinin bir araç olduğunu düşünüyorum. Asıl mesele anlatmak olduğu zaman türler konusunda katı kurallarınız olmuyor. Ama bunu söylerken yazdığınız türün usulünü, adabını, kaidelerini bilmemekten bahsetmiyorum. Hangi türde yazarsak yazalım o türün özelliklerini bilmek, en iyisini vermeye çalışmak çok önemli. Roman, hikâye hatta şiirde bile asıl mesele anlatmak. Yaşamak Sandığım çeşitli hikâyelerden müteşekkil. Adına Romanlar’da da birçok hikâye mevcut fakat ana bir izlek var. Yani türler arası bir geçişten çok türlerin bir arada kullanılmasından bahsedebiliriz.

-Adına Romanlar hızlı okunan, merakı diri tutan bir anlatıma sahip. Olaylar gizemli bir ölüm vakasını aydınlatmak isteyen bir savcının yaşadıkları üzerinden ilerliyor. Bir vaka romanı yazmak aklınıza nerden geldi? Roman, nasıl doğdu?

Aslında her metin bir hikâyeden doğar. Saf ve Düşünceli Romancı’da tüm romanların tek bir ana izleği / hikâyesi olduğundan bahsedilir. Bu anlamda Adına Romanlar aslında bir hikâyeden doğdu. Ve o hikâye de tek bir fikir üzerine doğmuştu. Adına Romanlar’ı okuyanlar o fikrin ne olduğunu göreceklerdir. Bunun yanında okuduğum romanlarda neyi sevdiğimi fark ettiğimde yazdıklarımın da o yöne gitmesine karar verdim. Hızlı okunabilen ama etkisi / gizemi okurun dimağında kitap bittikten sonra bile devam eden bir roman okumak isterdim. Umarım yazabilmişimdir.  

-Romanda bir mektup var. Sadece Arap harfleriyle yazıldığını ve Nedim’in birkaç beytinin yer aldığını biliyoruz. Fakat bütün olayın faili aslında. İlk başlarda bu gizem, mektubun bir tarikatın elinden çıkmış tılsımlı bir metin ya da kutsal metinden bir parça olduğunu düşünmeme sebep oldu. Mektubu açıklamamak şüphesiz bilinçli bir tercih fakat okur hikâye sonunda sırların aydınlatılmasını beklemez mi yazardan?

Hayatta gizemini öğrendiğimiz neler var? Hayatta gizemini öğrenemediğimiz neler var? Nicel veya nitel bir karşılaştırma yapabilir miyiz? Mesela birine âşık olmanın birkaç biyolojik açıklaması dışında gizemini biliyor muyuz? Bir insanın ölümünü, bunca zorluğu atlatmamış gibi, o şen kahkahaları hiç atmamış gibi bir anda ortadan kaybolup gitmesinin gizemini açıklayabilir misiniz? İnanç meselesinden bahsetmiyorum ama dün vardı bugün yok. Nereden geldi, nereye gidiyor, bir daha görecek miyiz? Bunların gizemini çözebilir miyiz bu hayatta? Roman aslında bu anlamda hayatın gizeminin küçük bir yansıması.

-Adına Romanlar’da hikâye bir edebiyatçının ölümünün ardından olanlar üzerine temellenmiş. Maddi bir ölüm açıkça. Fakat bir edebiyatçı sadece bedeninin yok olmasıyla ölmez; unutulması, yazmayı bırakması bambaşka bir hayata atılması da onu öldürebilir. Sizce bir edebiyatçının öldükten sonra hatırlanması sadece bir magazin midir? Öldükten sonra en ulvi mücadeleler bile metalaşır mı?

Ölüm çeşitli şekillerde ortaya çıkıyor bence de. Mesele sadece bedenin ölmesi değil. Bedenin ölmesi insanın en temel gerçekliği. Yani her şeyin bitişini temsil ediyor ferdin kendisi için. Ondan sonrası için pek bir şey söyleyemiyoruz. Zira söyleyeceğimiz her şey ya havada kalıyor ya çeşitli inanç dairelerinin birinden çıkmış oluyor / o inançtaki kişilere seslenmiş oluyor. O yüzden ölümden sonrası insanoğlu için en büyük gizem olmaya devam edecek. Bunun yanında bir de yaşam devam ederken karşılaştığımız ölümler var. Birincisi insanın kendisi dışında karşılaştığı ölümler. Bu ölümler bir şekilde kendi hayatına etki ediyor. Çok sevdiği bir kişiyse çok üzülüyor, uzaktan da olsa tanıdığı biriyse şöyle bir şaşırıyor. Sonrası… Sonrası hayat devam ediyor.

Bir de yazarların ölümü var tabii. Yazmak geleceğe bir ileti bırakmak aslında. Yani yazan kişi ölümlüğünü en baştan kabul etmiş oluyor. Yazma eylemini bu ölümlülüğe meydan okumak olarak da algılayabiliriz bu ölümlülüğü yazılı bir kabulleniş de. Zira yazmak demek ben olmayacağım biliyorum ama benden bir şeyler kalsın istiyorum demek oluyor. Bununla birlikte hayattayken yazıyı bırakarak yazın hayatında intihar eden yazanlarla da karşılaşıyoruz. Okuduğumuz bir şiirin, öykünün, romanının sahibinin uzun zamandır eser vermemesi veya yazmayı kati bir suretle bırakmış olması onun (var olduğunu düşündüğü) okuyucularıyla iletişimini kesmiş olması demek oluyor. Bu da hayatın içinde var olan, var olmaya devam edecek bir olgu. Hayat doğum ve ölümlerle dönüp duruyor. Bununla birlikte hayatımızın orta yerinde duran yaşam kaygısı denen bir sorun var. Ülkemizde ekonomik, sosyal şartlar yazma konusunda devamlılığı sağlama konusunda birçok kişiyi zorluyor, bunu hepimiz görüyoruz, duyuyoruz. Bunu konuşmak, bu konudan uzun uzun bahsetmek gerekiyor. Zira edebiyat kısa bir yolculuk değil. Kitaplar çıkartsak bile kendimizi, yazdıkça / okudukça geliştirmeye devam etmeliyiz. Bunu sağlamak için elbette bazı şartlar gerekiyor. Yazmanın lüks olduğu zamanlarda yaşıyoruz. Kendisinin ve ailesinin iaşesini sağlamak için gece yarılarına kadar başka işlerde çalışan yazarlar tanıyorum. Onların edebiyat dünyasında devam etme çabaları öyle değerli ki. Sırça köşklerinde oturup ahkâm kesenlerin her birinden çok daha değerli onların düşünceleri. Onların yazın hayatındaki intiharları da değerli. Bunları bilmek, araştırmak, gün yüzüne çıkarmaya çalışmak ne güzel bir çalışma alanı olur. Ve evet bir yazarın maddi ölümünden sonra yazara / yazdıklarına dair söylenen her söz maalesef ki biraz magazinleşiyor. Oysa gerçeği, hayatın tam ortasındayken söylemek gerekiyor. Bazen insanlar bir ses arıyor. Oysa kendi dışında ses göremiyor. Bazen ses olmak gerekiyor. Ama ne söylenecekse hakkıyla söylemek, kırmadan, incitmeden söylemek gerekiyor.

Bu anlamda Adına Romanlar’ı hem gerçek manada bir ölüm hem de bir yazarın edebiyat dünyasından uzaklaşmış olması bakımından okumuş olmanız çok değerli.

-Adına Romanlar uzun soluklu olaylardan ziyade kısa hikâye parçaları şeklinde ilerliyor. On dört kısa bölüme ayrılmış. Ara hikâyelerle desteklenmiş. Ana ve alt temalar olarak hikâyelerinizdekine benzer konular işlenmiş. Öykücü kimliğiniz eser üzerinde her anlamda etkili olmuş diyebilir miyiz?

Ben yazın hayatına öykü ile giriş yaptım. Bundan büyük kıvanç duyuyorum. Ve öykü yazmaya da devam ediyorum. Adına Romanlar öykü, şiir, günlük gibi çeşitli türlerin bir araya gelmesiyle ortaya çıktı. Öykünün güzelliğini romana yansıtabildiysem ne mutlu bana. Öykü demek benim için küçük bir anın yazılması. Bu küçük an bazen öyle bir önemli olur ki insan için. Bir övgü cümlesi, bir küçümseme, bir küçük bakış… Bunları esere aktarmanın çok değerli olduğunu düşünüyorum bir öykü yazarı olarak. Yazmak nasip olursa öykülerimde de romanlarımda da hayatın tam ortasında duran bu buz gibi gerçekliği es geçmeden yazmak istiyorum.

-Hikâyeleriniz arasında da vardı. Bu eserde de ara hikâye olarak yer alan ve soyaçekim bağlamında değerlendirdiğim bir baba mevzuu var. Müntehir Ali Göçer, yazdığı romana yerleştirdiği veda mektubunda önce babasına, ardından büyükbabasına seslenir. Açıkçası biraz da onu suçlar. “Sen dedeciğim. Babamın gözlerinin içine baktın mı hiç? Yoksa o da senin sadece ayaklarına mı bakıyordu?” Sizce atalarımızın yapıp etmelerinden payımızı alır mıyız?

Doğu ve Batı’nın klasik metinlerinde de bu konu üzerinde durulduğunu görüyoruz. Bu anlamda koca dünyada küçücük bir mesele olan baba oğul çatışması tüm insanlığı etkileyecek güce sahip. İnsanlığa yön veren liderlerin, sanatçıların çocukluklarında / gençliklerinde ruhlarında derin izler bırakan bu ilişkinin sonrasında çeşitli şekillerde ortaya çıktığını biliyoruz. Dünya edebiyatında hatırı sayılır miktarda yazarı etkilemiş bu meseleden bahsetmek bir anlamda kaçınılmazdı benim için.

Ve elbette baba oğul, dede torun gibi soy bağıyla bağlı ilişkilerde birbirini hem genetik olarak hem de davranışsal olarak etkileme olasılığının olmadığını söylemek pek gerçekçi değil. Bu konu her zaman insanlığın gündeminde olacak zira insan soyunun devamlılığını ancak böyle sağlayabiliyoruz. İleride bu durum değişir ve o zaman “anlatmak” da devam ederse yeni durumların öyküleri, romanları yazılmaya başlanır.  

-Son olarak. Eseriniz 2039 yılında bulunan ve yirmi beş yıl öncene ait bir günlükte yazılanları konu alıyor.  Edebiyat dünyası açısından nasıl bir gelecek tasavvur ettiğinize dair konuşmak isterim. Medyanın dönüşümü, yeni anlatım biçimlerinin ortaya çıkışı vs… O yıllara geldiğimizde hâlâ sıra dışı metinler okumaya devam edeceğimizi düşünüyor musunuz? Yoksa dinliyor mu olacağız? Ki sesli kitap arşivi hızla büyüyor, e-kitap formatı yaygınlık kazanıyor. Ne dersiniz?

Hikâye dinleme geleneği bizde hep vardı. Bu anlamda ileri dönemlerde eserlerimin dinleniyor olmasından gocunmam sanırım. Elbette okumanın kişilik üzerinde çok önemli etkileri olduğunu düşünüyorum. Ama biz bir şeyler anlatıyoruz, yazarak da olsa bir şeyler anlatıyoruz. Bunu isteyen okuyarak dinlesin ister gerçekten dinlesin. Ama ilerisi için ne olacağı konusunda bir şey söylemem pek mümkün değil zira bir an sonrasını bile bilemediğimiz küresel bir dünyada yaşıyoruz. Bununla birlikte bir dileğim olacak olsa, dinlenerek de olsa okunarak da olsa anlatının hep devam etmesini isterim. Çünkü anlatmak, dinlemek, okumak var oldukça insanlığımızın devam edeceğini düşünüyorum veya hissediyorum. Bizi robotlaştırmaktan, tek tip olmaktan kurtaracak yegâne şeylerden birinin tahkiye olduğunu düşünüyorum. Zira bizi başkalarının zihinlerine götüren, başka dünyaların kapılarını açan en önemli şeyler okumak, anlatmak, dinlemek.

-Sorularımı yanıtladığınız için teşekkür ederim.

Ben de bu güzel sorularınız için teşekkür ederim.

Soner

1996 yılında Adana’da doğdu. Ortaöğreniminin büyük kısmını Seyhan Çukurova Anadolu Lisesi’nde tamamladı. Haziran 2019’da Aksaray Üniversitesi Eğitim Fakültesi Türkçe Eğitimi bölümünden mezun oldu. Öykü ve yazıları Muhayyel, Aşkar, Mahalle Mektebi dergilerinde ve Edebiyat Burada sitesinde yayınlandı. Şimdilik Kayseri’de ikamet ediyor.

Daha fazla görüntüle