-Öncelikle merhaba. Umarım iyisinizdir. İlk öykü kitabınız Kör Yarış hayırlı ve bahtı açık olsun. Kör Yarış’ta bir araya gelen öyküleriniz daha önce edebiyat dergilerinin tezgâhından geçerek okura ulaştı. Peki edebi hikâyeniz nasıl başladı?
Merhaba, oldukça iyiyim, çok teşekkür ederim. Nasıl başladığı sorusuna cevap vermek ne zaman başladığı sorusuna cevap vermekten daha kolay. Ne zaman başladığını kestiremiyorum çünkü. Ortaokul yılları olabilir. Yazdığım bir metin Türkçe öğretmenimi duygulandırmıştı ve yanılmıyorsam sınıfta alkışlanmıştı. Zorlasam daha da eskiye götürebilirim. İçimdeki dünya ile dışımda akan dünyayı bir türlü barıştıramadım ve bu barışmazlığı fark ettiğimde inanmayacaksın ama altı yaşındaydım. Belki o zaman başlamıştır, edebi yolculuğum. Nasıl başladı? Bazı metinler yazdım. Abdullah Harmancı’ya gönderdim. Güzel şeyler söyledi. Cesaretlendirdi, daha çok gönder dedi, teşvik etti. Fakat ben öyle yapamadım. Yedi yıl filan hiçbir şey yazmadım. Elbette bu süreçte edebiyat dergilerini takip etmeye, okumaya devam ettim. Ben yazacağım demek için otuz yaşıma gelmeyi beklemem gerekiyormuş. Böylece ilk öyküm 2018 yılında Mahalle Mektebi Dergisinin 39.sayısında yayımlandı.
-“Dinleyicisini bulan her anlatıcı usanana kadar anlatır. Döker içinde ne varsa. Anlatmak kolay, dinlemek güçtür.” diyorsunuz kitabın ilk öyküsünde. Dinlemenin hayatınızdaki yeri ve önemi nedir? Bu öykü okur için bir mukaddime mi yoksa?
Dinlemek fiilinin öykülerde pek çok yerde tekrar ettiğini ben de sonradan fark ettim. Dinlemek sadece kulağımızla yaptığımız fiilin adı değil aslında. Bir şeyi anlamak, bir şeye dikkat kesilmek, bir şeyin özüne mahiyetine vakıf olmak açısından bakıldığında, fiilleri birbirinden ayıramayız. Okumak, görmek, dinlemek… Konu bir şeyin hakikatini anlama çabası olunca bunlar birbirinin yerini tutabilir. Eskilerin nazar, müşahede dediği şey. Bir müziği seyredebilir, bir tabloyu dinleyebilir, bir insanı okuyabilirsiniz. Benim için dinlemek etrafımdaki oluşu, hayatı ve insanları anlama çabası, varoluşa kulak kesilmek. Ayrıca hayatımda aralıksız yarım saat konuşmuşluğum yoktur. Çok konuştuğumda kendimi açık etmiş gibi hissediyorum. Dinlemek her zaman daha emniyetli. Özetle dinlemek fark etmek, zamanı yavaşlatmak benim için.
-Dostoyevski bir mektubunda iyi eserin sırrını şöyle açıklar: “Üzerinde uzun uzun çalışılıp düzeltilerek bir kerede yazılmış gibi durması sağlanmalıdır.” Düzenli olarak yazar mısınız? Bir yazma ritüeliniz var mı?
Düzenli olarak yazamıyorum hayır. Bir çalışma masam yok evde, günlük tutmadım, not defteri taşımadım. Bunları yapabilmeyi istiyorum, bir gün yapabilirim belki. Öykü fikri oluşunca yazmaya oturmadan önce olgunlaşmasını bekliyorum, zihnimde pürüzlerini gideriyorum. Beni ve okuru ikna etmeyeceğini düşündüğüm kısımlar için çözümler arıyorum. Öykünün duygusu beni tamamen sardığında yazıyorum. Başından, sonundan, neresi beni etkilemişse, neresinden başlayabiliyorsam yazıyorum. Karakter öykü içinde sadece o bir cümleyi kurabilsin diye tüm kurgu şekillenebiliyor. Bir aldanış, bir hayal kırıklığı, bir yenilgi, bir iyilik öykünün yazılma motivasyonunu oluşturabiliyor. Yarım haldeki öykü tatlı bir sıkıntı gibi duruyor içimde, bazen bir hafta sürebiliyor tamamlanması. Bittiğinde bir şaheser yaratmışım illüzyonuna kapılıyorum, ertesi sabah tekrar okuyup beğenmiyorum öyküyü.
-Öykülerinizin genelinde mevcut karakterler birtakım zorluklar çeken, mahcup, hayata tutunamayan kimselerden oluşuyor. Fakat bunu yaparken ajitasyona kaçmadan, duygu dozu dengeli ve sade bir dil kullanmışsınız. Ayrıca yaşadığınız yer olan Kayseri’nin izlerine de rastlıyoruz öykülerde. Realite ile kurmaca arasındaki bu dengeyi nasıl sağlıyorsunuz? Belli bir kıstasınız var mı?
Gerçekliği hissetmeyi seviyorum. Ne kadar acı olsa da ölüm hayatımızdaki en önemli gerçek. Onunla yüzleştiğim anlarda gerçekle yüzleştiğimi hissediyorum. Çaresizlik, yenilgi, yokluk bizi gerçekle yüzleştirdiğini düşündüğüm diğer bazı anlar. Kitabın son üç öyküsünü saymazsak, metinlerde bu gerçekliği yansıtmaya çalışıyorum. Edebiyatta ve sinemada beğendiğim eserlerin ortak yönünün de genel olarak gerçeklik olduğunu fark ettim. Elbette bir şeyin gerçek olması ile gerçek hissettirmesi farklı şeyler. Kurguyla bir gerçeklik deneyimi sunabilmeyi istiyorum. Bir belgesel gerçekliği değil elbette kastettiğim. Atmosferle, biçimle desteklenmiş gerçeğe benzeyen kurgular. Hissettiğim gerçekliği hayal dünyamda biçimlendirip yeni bir surete büründürmeye çalışıyorum. Gerçekliğin kendisinin tesir gücü var, doğru kesitler, vurucu olduğu düşünülen sahneler doğru sıralandığında etki ettiğini düşünüyorum. Sözü de hikâyeyi de yormadan olabildiğince yalın ve minimalist ilerlemeyi seviyorum. Bazen de bir acıyı anlatmanın en doğru yolu mizah ve ironi olabiliyor.
-Genelde çocuklar veya çocukluğa/gençliğe dayalı mazi öykülerinizin yolunu açmış gibi duruyor. “Alüminyum Folyo” öykünüz eğlenceli, iyimser; bunun yanında biz gerçeklikten kitapların dünyasına kaçarken öyküleriniz bizi yaşadığımız hayatla yeniden yüzleştiriyor. Fakat bir yandan da gerçeküstü yazanlar var. Ne dersiniz? Bu sadece bir tercih meselesi mi?
Evet farklı öykü tarzlarının oluşumunda öncelikli sebep tercihler olabilir. Okur için de yazar için de ne bekliyoruz, ne istiyoruz, neye ihtiyacımız var, ne okumak istiyoruz, soruları belirleyici. Beklentilerimize göre bir damar bulup ilerliyoruz. Bir tarz diğerinden üstün değil. Çünkü dert aynı, anlatmak. Farklı tarzlar, farklı imkânlar sunuyor. Bazen bir gerçekliği anlatmanın, bir acıyı anlatmanın yolu gerçeküstü bir tarz ile mümkün olabiliyor. Kurt Vonnegut’un Mezbaha Beş romanını okuduğumda öyle düşünmüştüm. Bir çılgınlığı ancak çılgınca anlatabilirsiniz. Yazar anlatmak istediği hikâyeyi en etkili nasıl anlatabileceğini düşünüyorsa, hikâyenin hakkını hangi yöntemle en kâmil manada verebileceğine inanıyorsa o yolu tercih eder. Farklı tarzlar hem bir tercih hem de bir imkândır diye düşünüyorum. Kitaptaki son öyküde ben de bu yolu tercih etmiştim. Bir imkânsızlığı biri sürünen diğeri uçabilen iki canlı üzerinden en doğru şekilde aktarabileceğini düşünmüştüm.
-Bir de öykülerinizde sıkça sorguladığınız bir gerçek var. Allah’ın bizi yaratmakla ne murad etmiş olduğuna dair… Hepimiz kendi hikayemizin kahramanı olarak yaşayıp gidiyoruz. Öte yandan yarattığımız kahramanlara da hikâyeler biçiyor, onlara çeşitli elbiseler giydiriyor, dünyalar kuruyoruz. Dahası, Allah kitabında kıssaları kullanarak mesajını iletiyor kullarına. Yani bu biçim çok önemli bir fonksiyona sahip. Ne dersiniz? Sizce Allah hikâyeler yaratmakla ne murad etti?
Hakikatte nasıldır bilmiyoruz ama bir zamansal çizgi üzerinde ilerlediğimize inanıyoruz. İnanıyoruz diyorum çünkü biz bilime de inanıyoruz. Bir zamansal çizgi üzerindeyiz yani tüm oluşlar bir öncelik sonralık ilişkisi içerisinde ilerliyor. Bana öyle geliyor ki bir önce ve bir sonra varsa hikâye de vardır. Sanki varoluşun mayası hikâye. Sonsuz bir karanlıkta ve boşlukta saniyelik bir ışık yandıysa ve buna bir göz şahit olduysa, artık bir hikâyemiz vardır. Hikâyemiz şöyle olur, yıllarca zifiri karanlıktı ve sonra ansızın bir ışık yandı. Hikâyelerle örülüyüz. Var olan, hareket eden her şeyin bir hikâyesi var, bir şey anlatıyor. Bir ağaç bile duruşuyla bir şey anlatıyor. Dediğiniz gibi, Allah da iyi, doğru ve güzelin kaynağı olarak en güzel metot hikâye olmalı ki bu yolla anlatıyor. Kaçınılmaz taklitçiler olarak biz de hikâyelere başvuruyoruz derdimizi anlatmak için. Burada tür olarak hikâyeden bahsetmiyoruz elbette. Diğer bütün sanat dalları da bir şey anlatıyor, bir şeyi hikâye ediyor.
-Sorularımı yanıtladığınız için teşekkür ederim.
Ben de teşekkür ederim.
1996 yılında Adana’da doğdu. Ortaöğreniminin büyük kısmını Seyhan Çukurova Anadolu Lisesi’nde tamamladı. Haziran 2019’da Aksaray Üniversitesi Eğitim Fakültesi Türkçe Eğitimi bölümünden mezun oldu. Öykü ve yazıları Muhayyel, Aşkar, Mahalle Mektebi dergilerinde ve Edebiyat Burada sitesinde yayınlandı. Şimdilik Kayseri’de ikamet ediyor.