Menu
Regaib Albayrak ile Söyleşi
Söyleşi • Regaib Albayrak ile Söyleşi

Regaib Albayrak ile Söyleşi

-Uzun zamandır öykü yazıyorsunuz. Hâlihazırda Aşkar dergisinin öykü editörlüğüne devam etmektesiniz. Adana’da doğup büyüdünüz, Sivas’ta yaşıyorsunuz. Şimdilerde Ankara’dasınız... Nasıl gidiyor? Hayat, edebiyat...

Çok şükür diyerek başlayalım söze. Yüksek lisans tezim, dergiye gelen eserler, dersler, çeviriler, makaleler, dil sınavı… İnsan bazen bir kargaşanın içerisinde bulabiliyor kendini. Bu kargaşanın içerisinde okumaya ve yazmaya devam etme gayreti gösteriyorum. Evet, artık Ankara’da yaşıyorum. Güzelim Sivas’tan ayrılıyorum; yeni bir ortam, yeni bir şehir, yeni bir düzen ve yeni bir iş… Bakalım orada bizi nasıl bir hikâye bekliyor.

-Öyküye başlama sürecinizi, türler arasında öyküde karar kılmanızın gerekçelerini de merak ediyoruz?

Ben de her Türk genci gibi lise çağlarımda şiirler yazıyor ve bunların birer “şaheser” olduğu hususunda asla kendimden ödün vermiyordum. Tam anlamıyla, keşfedilmeyi bekleyen şiirlerim ve ben gençliğin vermiş olduğu o cesaretle sağa sola koşturuyor “eğer bu şiirimi yayımlarsanız bundan sonrasında tüm şiirlerimi yalnızca sizin derginiz vasıtasıyla paylaşacağım,” diye mailler gönderiyordum dergilere. Birkaçı hariç dönüş yapan bile olmuyordu. Yazdıklarımın şiir olmadığını fark etmem fazla vaktimi almadı. İlerleyen zamanlarda edebiyat derslerimize Ömer Faruk Dönmez girmeye başladı. Evvelden kendisini tanımıyordum. Yazar olduğunu tanıştıktan çok zaman sonra öğrendim. Sağ olsun, şiir bile denilemeyecek o metinlerimi büyük bir sabır ile okuyup değerlendirmelerde bulundu. Övdü, takdir etti, devam etmelisin, dedi; kırmadan, incitmeden, beni öyküye yönlendirdi.

-İlk öykü kitabınız Aralık 2019’da yayınlandı. Kitaba adını veren söz ‘Tımarhane’ adlı hikâyenizde geçiyor. Gözümde yaş görseler / Erkek ağlar mı derler… Yine hikâyelerinizden birinin ismi de ‘Yalnız / Ağlamasını Bilseydik’. Adınızın üstünde yer alan ve ilk kitabınızla beraber artık sizinle bağdaştırdığımız bu sözün size ifade ettikleri nelerdir? Neden “Gözümde Yaş Görseler?” Yoksa bahsi geçen hikâye üzerinde mi durmalıyız?

Biliyor musunuz o şarkıyı? “Ali yazar Veli bozar / Küp suyunu çeker azar azar / Üzülmüşüm neye yarar? / Keskin sirke küpüne zarar / Gözümde yaş görseler / Erkek ağlar mı derler? / Gökler ağlıyor dostlar / Ben ağlamışım çok mu?” Barış Manço’ya rahmet olsun. Çok severim kendisini ve eserlerini. Muazzam bir kişilik ve muazzam bir sanatçı. 

Bir eserin kıymetini ne belirler? Allah’ın ve insanların ona vermiş olduğu değer. İnsanlar bir 
esere niçin kıymet verir? Samimiyet… Kendisinden izler taşıyan eserler insanların her zaman daha çok ilgisini çekmiştir. Samimi bulur, yakın hisseder. Sanat sanat için midir yoksa sanat toplum için midir, bunu düşüneduralım fakat bu eserde Ali de biziz Veli de biziz. Suyunu çeken küp de biziz. Üzülen de biziz keskin olan sirke de. Ağlayan da biziz “erkek ağlar mı?” diyen de. Bu sözler aslında yalnızca benim için değil birçokları için yüzlerce anlam ifade ediyor. Sadece bazılarımız cesaret edip bunu söyleyemiyor. Niyeyse ağlamayı bir erkek olarak kendilerine yakıştıramıyorlar veya hak olarak görmüyorlar. Çocukluktan itibaren, yetiştiğimiz çevrenin erkek çocuklarını, ağladıkları zaman susturmak için kullandıkları en büyük silah oldu bu cümle: “Erkek adam ağlar mı hiç?” Bizlerin elinden bu büyük nimeti aldılar maalesef. Artık “ağlamak” erkek adam olmanın en büyük handikaplarından. Fakat ben böyle düşünmüyorum. İleride –Allah kısmet ederse- bir oğlum olursa, ağladığı zaman bütün acısını ve kederini atana kadar ağlayabilmesi için rahat bir ortam sunacağım ona. Bu çok büyük bir nimet. İlerleyen hayatında onun için bir dezavantaj olmayacak mı? Bu onu ilgilendiren bir şey. Yalnızca ağlamasını bilseydik veya yalnızken ağlamasını bilseydik merhamet duygumuz belki de körelmeyecekti. Burada anlatmaya çalıştığım sulu göz bir adam olup çıkmak değil elbette. Anlıyorsunuz değil mi? Ben, kalemim ve dilim döndüğünce anlattım. Üzerinde durup durmamak okuyucuya kalmış bir şey.

-Hikâyeleriniz genel manada hızlı. Sadece akıcılıkla ifade edilemeyecek kadar. Konuşma diline daha yakın. Gündelik hayatın yanında ne kadar hızlı kalır tartışılır tabii ki. Ben şiir hakkındaki o meşhur tartışmadan hareketle sorayım. Sizce hikâye yazılan bir şey midir yoksa anlatılan bir şey mi? Kurmaca yazıya geçerken ne kazanır ne kaybeder? 

Hayat hızlı. Zaman ellerimizin arasından kayıp giderken nasıl yavaş olabiliriz? Hayatımızı saatlerin içerisine hapsetmişken nasıl ağır ağır hareket edebiliriz? Akrep, nerede, ne zaman ve nasıl bir biçimde olacağımızı, yelkovan hareket hızımızı belirlerken; saniye çubuğu kulağımıza sürekli olarak “hadi, hadi, hadi” diye fısıldarken nasıl sakin kalabiliriz? Bu stres ve hız elbette hayatımızın her alanına sirayet ediyor. Anlatmam veya yazmam gereken şeyler var. Ölümün ne vakit geleceği belli değil. Hayatımızın içerisinde yer alan her şey bu durumdan nasibini alıyorken kurmacanın bunun dışında kalması mümkün mü? Elbette değil. Kurmaca, hayatın akışı içerisinde, insanın düşüncelerine tercüman olabiliyorsa, onu sıkıştığı âlemden alıp azıcık soluklanabileceği yerlere götürebiliyorsa, kendisine hızla akıp giden hayatın içerisinde yer bulmuş demektir. Peki, kurmacanın buna ihtiyacı var mıdır, burası tartışılır ancak insanın vardır. İnsanın hem anlatmaya hem de dinlemeye ihtiyacı vardır, çünkü insandır. İnsan, daha varlığıyla birlikte meydana gelmeden evvel hikâyesi anlatılmaya başlanmıştır. Yüce kitabımız Kur’ân’da, Allah’ın, meleklerine: “Ben yeryüzünde bir halife yaratacağım.” dediğini ve meleklerin de cevaben: “Biz seni eksiksiz bilirken ve durmadan övgü ile tenzih ederken orada fesat çıkaracak ve kan dökecek birini mi yaratacaksın?” sorusunu yönelttiğini okuyoruz. Bu âyet bağlamında baktığımızda, insanın daha yaratılmadan evvel hikâyesinin aşağı yukarı belli bir varlık olduğunu ve bu hikâyenin seyrinin kendi gayret ve çabası sonucunda değişebileceğini görmekteyiz. Çünkü âyetin devamında Allah Teâlâ: “Şüphe yok ki, ben sizin bilmediklerinizi bilirim.” diye buyurmuştur. Kâinatta her şey zıddıyla kaimdir. Yüce Allah’ın yaratmasına mazhar olan insan sonunda yine O’nun yok etmesine maruz kalacaktır, yani ölecektir. Ölüm ise insanoğlunun çok eski zamanlardan beri korktuğu ve önüne geçebilmek adına türlü işler yaptığı bir gerçektir. Bununla beraber bir de insanın bilinmek arzusu vardır ki onu ölümsüzlüğe götüreceğine inandığı en muhkem sığınağıdır. Hikâye anlatma açısından durumu değerlendirecek olursak; yine, insanın ölümsüzlük kapısından geçebilmek adına sığınmış olduğu bir limana çıkmış olacağız. Maddi olarak ölüme bir çare bulamayan insanoğlu, manevi olarak asırlar sonrasına kalabilme umudu ve bilinmeye devam etme arzusu ile sürekli anlatmış veya yazmıştır. Kutsal kitaplarda aktarılan kıssalar da buna imkân sunmuştur. Mesnevi “Dinle, bu ney ne hikâyeler anlatır” diye başlıyor. Aslında bizler uzun zamandan beri hikâyelerimizi anlatıyoruz. Anlatıyoruz ve insanların  inlemelerini istiyoruz. Hikâye yazılan bir şey midir yoksa anlatılan bir şey mi? Ben anlatıyorum. Dinlemek veya okumak insanlara kalmış.

-İlk hikâyelerinizde insanla, yaratılışla, zamanla ve çağla bariz bir probleminiz olduğunu fark ettik. Zaman derken salt ‘dönem’ kavramını değil de vakti neye hasrettiğimizle ilgili de bir derdiniz olduğunu kastediyorum. Örneğin ‘Rüya mı Yoksa Lanet?’ hikâyesinde bunu çok açık bir şekilde ortaya koyuyorsunuz. Yine ‘Saatleri Durdurma Medresesi’, ‘Kırkıncı Yıl da Doldu’ hikâyelerinizi örnek verebiliriz. İsimlerinden de anlaşılacağı üzere... Efendim, Regaib Albayrak hayatı varoluşsal problem olarak mı görür? Varoluşa nasıl bakar?

“Varoluşçuluk” penceresinden bakmıyorum hayata. İnsan yeryüzünde bir başına bırakılmamıştır veya yeryüzüne fırlatılmamıştır; aksine, yukarıda belirttiğim üzere, Allah’ın bizleri “yeryüzünün halifesi” olarak yarattığına inanıyorum. İnsan eşref-i mahlûkattır. Bu sebeple de saygıyı, merhameti ve sevgiyi sonuna kadar hak eder. Ancak yaşadığımız dünya üzerinde birçok olgu bizleri birtakım şeyler yapmaya “mecbur” bırakır. Bana göre mesele bu mecburiyetlere nereden ve nasıl baktığımızla alakalı. Neleri, nasıl kazandığımıza, bunları kazanırken neleri kaybettiğimize dikkatle bakmamız gerekiyor. Eğer kazandıklarımız bize birçok şeyi kaybettiriyor hatta kaybettiklerimizi bir de unutturuyorsa ve normalleştiriyorsa mağlup olduk demektir. Benim anlattıklarım işte bunlardan ibarettir. 

-Klasik edebiyata ilgi duyduğunuz hatta ilgiden de öte ciddi mesai harcadığınız biliniyor. Neler okuyor, neler çalışıyorsunuz şu sıra?

Yalnızca klasik edebiyata değil halkın oluşturmuş olduğu, kendisinin de iştirak edebildiği edebiyata da oldukça ilgi duyuyorum. Klasik dönemimize dair pek çok okuma yaptım. Bununla beraber Klasik dönem hakkında yazılan ürünleri de göz ardı etmedim, bir kenara itmedim. Elimden geldiğince, gözümün yettiğince okumaya ve idrak etmeye uğraştım. Bu durum bizi her daim gelenekle bir arada tutuyor. Dünya tarihinde, böylesine bir edebiyat hiçbir millete nasip olmamıştır. Bize düşen de bu deryadan gerekli şekilde istifade edebilmektir. Hiçbirini diğerinden ayırt etmeden okumaya gayret gösteriyorum ancak şu sıralar Nesîmî ve Kadı Burhâneddîn’e biraz daha fazla ağırlık verdim. Her birimiz muhakkak bir ayrılık, bir yoksulluk, bir hasret yaşıyoruz. Dertlerimizle beraber bize biçilmiş olan ömrün sonuna doğru yuvarlanıyoruz. Yuvarlanırken, büyüyen kar kütleleri gibi bizler de gam ve dert yükleriyle büyüdükçe büyüyor ve yük tamam olunca esas yerimize oturuyoruz. Sonra insanlar gözümüzde yaş görüyor.

“Bin yılda eger Nûh yaşadıyısa bin yaş

Ol yaş bana bir lahzada memnûh degül mi”

Elimizde bir “yapılacaklar listesi” olmadığı için göze hoş görünen ne varsa, sırtlayıp altına girmeye çalışıyoruz. Ben de bir şeyi sırtladım: Molla Câmî’nin Fâtihatü'ş-Şebâb ismini verdiği, gençlik döneminde yazdığı şiirleri içeren divanı üzerine bir çalışma yapıyorum. Son birkaç yıldır aklımda yalnızca, bu divanı Türk Edebiyatına kazandırabilmek, düşüncesi var. Bakalım, inşallah altından kalkmak nasip olur. 

-Doğal yaşam, atlar ve tarihi canlandırmalar sizi çağrıştıran kavramlar… Yanlıyor muyuz? 

Yanılmıyorsunuz. Doğal olan her şey, fazlaca yapay olan şu zamanda artık daha da büyük bir önem arz ediyor insanlar için. Ben de fırsat buldukça bu suni yaşamdan ve zamandan kaçıp tarihe, tabiata ve atlara sığınıyorum. Yolumuza yoldaşlık edecek bir insan bulmak oldukça zor; bir atın yoldaşlığını kazanabilmekse çok kolay. Bu hissi tarif edebilmek için cümlelerim yetersiz kalacaktır; yaşamak dururken neden hissetmekle yetinesiniz ki?

-İlk kitabınız üzerinden bir buçuk yıl geçti. Yakında bir şey var mı? Okurlarınızı bekleyen yeni soluk nedir? Bir roman, bir hikâye…

Bakalım. Allah nasip ederse bir roman, belki de bir hikâye… Yarım bıraktığım, devam etmek istediğim metinlerim var. Bazıları bitti, bazıları bitmek üzere, bazılarıysa hiç bitmeyecek…

Soner

1996 yılında Adana’da doğdu. Ortaöğreniminin büyük kısmını Seyhan Çukurova Anadolu Lisesi’nde tamamladı. Haziran 2019’da Aksaray Üniversitesi Eğitim Fakültesi Türkçe Eğitimi bölümünden mezun oldu. Öykü ve yazıları Muhayyel, Aşkar, Mahalle Mektebi dergilerinde ve Edebiyat Burada sitesinde yayınlandı. Şimdilik Kayseri’de ikamet ediyor.

Daha fazla görüntüle