Menu
MERVE SEVDE SELVİ İLE SÖYLEŞİ
Söyleşi • MERVE SEVDE SELVİ İLE SÖYLEŞİ

MERVE SEVDE SELVİ İLE SÖYLEŞİ

Merhaba. İlk hikâye kitabınız Düğümlere Bitişik iki yıl önce yayımlandı. Hakkında bir şeyler söylemek için hâlâ geç değil. Ne hissettiniz ve geriye dönüp bakınca neler söylemek isterseniz?

Evet, iki yıl oldu ve ne kadar çok zaman geçerse aslında o kadar berrak görmeye başladığımı düşünüyorum. İlk kitap iyi bir okul iyi bir öğretmenmiş. Yani sadece okur için başka dünyaların kapılarını aralamıyormuş; yazar için de bambaşka dünyaların kapısını aralıyormuş. Misal okurun dünyasını, yayın dünyasını, edebiyat çevrelerinin dünyasını, “piyasa”yı Düğümlere Bitişik ile yavaş yavaş tanıdım. İlk söyleşilerimde çoğunlukla romantik bir idealistlikle edebiyattan bahsettiğimi düşünüyorum. İşin içine girdikçe edebiyatın sadece edebiyat için olmadığını gördüm. Hayatın her alanındaki iktidar mücadeleleri, bazen aleni bazen sinsi olmak suretiyle sanat ve edebiyatta da yerini almış, maalesef… Maalesef diyorum çünkü sanat ontolojisinde ne yoksa iktidar mücadelelerinde o vardır. Edebiyatın tabiatında; insanı, iktidar mekanizmalarını işletilebilir kılan bir nesneye dönüştüren her şeye karşı insani bir direniş vardır. İktidarlar, gücü “etki yapabilme” üzerinden tanımlarlar ve kendisi olmayan her ötekiyi araçsallaştırarak köleleştirirler. Hâlbuki edebiyat özgürleştirendir: bizi ilahi olana, hakikate yaklaştırarak özgürleştirir. Bu yüzden edebiyata bir güç atfedeceksek bunun tanımı insanı hakikatten uzaklaştıran “etkiye direnebilme” üzerinden oluşturulmalıdır. Bu anlamda bir körlük ve rehavet içerisinde olduğumuzu düşünüyorum. Uyanış ve silkiniş için evet, bir şeyleri göze almak; evet, bazı menfaatlerden vazgeçmek; evet, belki de isimsizleşmek gerekir. Mark Rothko; sanat tarihinde, boyun eğmektense aç kalmayı tercih eden sanatkârların çok olduğunu ama iktidarların buna dahi izin vermediğini söyleyerek “aç kalma özgürlüğü”nden mahrum edildiğimizden bahseder. Bence bugün de geçerliliği olan bir cümle: “İnsan artık kendi sefaletini bile tasarlayamamaktadır.” Ne kadar dik durmak isterse sanatçı, sözleri ve sebepleri o kadar çarpıtılarak dışlanacak. Yine de ancak bu nefis köreltmesiyle, dünyadan ve kendimizden uzaklaşıp hakiki olana yaklaşırız. Sanatkârın her kelimesinde kendisine sorması gereken bir soru belki de “Ne için yazıyorum?” Ne için yazıyorsak metinde açık ya da örtük o inşa ediliyor; ne için yazıyorsak kitapla bağ kuran herkes o şeye temas ediyor. Hakikate yaklaşan samimi niyetler karşılığını buluyor. Ben Düğümlere Bitişik’e ilk harfi koyduğum ilk andan bu zamana hakikate giden samimi bir yol bulmaya/olmaya gayret ettim.

Hikâyelerinizde Ege şivesini, Rumeli ağzını ustalıkla kullanıyorsunuz. Belki kaçırdıklarım da vardır. Düğümlere Bitişik’te dikkati çeken ilk husus bu bence. Nasıl bir çevrede yetiştiniz? Dil ile kurduğunuz bu ilişkinin öykülerinizi nasıl şekillendirdiğini düşünüyorsunuz?

“İnsan dilinin altında gizlidir” derler... İnsanın özünü ve dünyaya nereden baktığını dil açık eder. Rumeli ağzının içine doğdum ben. Bizim farklı olduğumuzu evvela dille fark ettim. Anneannemin kelimelerini arkadaşlarımda, okulda, sokakta duymuyordum. Bizim dilimizin membaı, hikâyemizin de membaıydı. Peşine düştüm. Her gerçeklik kendine özgü bir dili ve anlatım biçimini istiyor. Muhacirlik hikâyelerinin istediği dil de o Rumeli ağzıydı. Bununla birlikte hikâyeyi inşa etme noktasında dil çok önemli; çünkü edebiyatın malzemesi dil. Dili işlemeden iyi bir metin inşa etmek bence imkânsız. Dil, karakter ve hikâye üçü birbirine çok hassas dengelerle bağlı ve nitelikli anlatıyı inşa etmede bu hassas denge etkin role sahip. Dilin ritmi karakterin ritmi hikâyenin ritmi hepsi aynı frekansı yakaladıkça anlatıda bir bütünlük kuruluyor. Bunun için de emektar bir sanatkâr olmak ve kelimeyi sadece manasıyla değil, sese dair boyutlarıyla da ele alarak üzerinde çalışmak gerekir.  

Hikâyelerinizi okurken sık sık Arif Nihat Asya’nın Dualar ve Aminler kitabının ismi yankılandı zihnimde. Duaya, duanın gücüne hele ki anne duasına sıkça sığınıyor kahramanlarınız. Yazdıklarımız da bir dua mı sizce ve neyin duası?

Kitaptan alıntılarla cevap vereyim o zaman bu sorunuza. “Ben Buralı Değilim”de, “Derdim, yeni dualar belletti dilime. Hasan Kapitan’la konuşamaz olunca Allah’la konuşmayı öğrendim.” diyor, hikâyenin kadın karakteri. Dua, insanın belki de en çıplak ve samimi olduğu tek konuşma biçimidir. İnsan kendisine ve Allah’a en çok duasında yakındır. İnsana özüne dönmesinin ve kendi olmasının gerekliliğini hatırlatmak isteyen hikâye kişileri, elbette hakikate en yakın olan dilin yani duanın gücünden istifade edecekti. Bu yüzden sizin de söylediğiniz gibi duaya sığınıyorlar. “Küseğen”deki hikâye kişisiyle birlikte duanın küskünlüklerde ve kaybolmuşluklarda bizi “eve vardırmasa da emin bir yere eriştireceğinden şüphe duymadığımız bir yol haritası” olduğuna inanıyoruz. Hani ilk sorunuzda sanatla, edebiyatla köleleşmeye direnmekten bahsetmiştim ya yazdıklarım da bunun duası; çünkü dua da bir direniş biçimi. Belki edebiyat bir yeryüzü duası, bizi göksele iliştiren bir yakarış hâli. 

“Başını alıp gitme özlemi” de dikkatimi çeken hususlardan biriydi. Uzakların çağrısı, kendini bulma uğraşı, hayal kırıklıkları, hastalıklar, arayış ve boşluk hissi. Hikâyelerinizin ana karakterleri genelde kadın muhacirlerden oluşuyor ve yoğun bir gerçekliğe dayanıyor. Hikâyelerinizin arka planında neler var? Günlük yaşantınızın, duygu ve düşünce dünyanızın yazdıklarınıza sızmasına engel mi olursunuz yoksa yazı ve hayatı birbirinden ayırmayan yazarlardan mısınız?

Temasta bulunduğum her şey benim yazımın kaynağı olabiliyor. Buradan yazıda beslendiğim kaynağı sadece kendi hayatımla sınırlandırmak yanlış olur  elbette. Bu yüzden temasta bulunduğum her şey dedim. Bu anlamıyla hayatın yazıya sızmaması imkânsız. Bu noktada edebi metni sadece yazarın özgeçmişine indirgeyen yaklaşımların doğru olmadığını da söylemek isterim. Bu konuda magazinsel bilgiyi seven bir okur kitlesi de var. Evet, sanatkâr; sanatını icra ederken tecrübe ettiklerini kendi potasında harmanlayarak eserini inşa eder ama bir de zihni tecrübeler var. Don DeLillo’nun, Mao II’sinin yazarının söylediklerine  kendimi yakın buluyorum: “Ben cümlelerde her zaman kendimi gördüm. Bir cümleyi işlerken sözcük sözcük, kendimi tanımaya başlarım. Kitaplarımın dili beni bir insan olarak biçimlendirdi. Doğru dürüst biçimlenen bir cümlede ahlaksal bir güç vardır, yazarın yaşama arzusunu anlatır. Bir cümleyi hece ve ritimleriyle doğru dürüst kurma işlemine ne kadar derin dalarsam kendim hakkında o kadar çok şey öğreniyorum.” Ben yazarken hayatın yazıya sadece gelişigüzel sızmasına engel olmaya çalışıyorum. Hayatın içinde bu gelişigüzellik var ama edebi metin niyetli/kasıtlı bir edimdir ki bir de öyküden bahsediyoruz dar bir alanda çokluktaki birliği inşa etmek, yoğun etkiler yaratmak istiyoruz. Sanatsal ama doğal gerçekliği metinde inşa edebilmek için neler dâhil edilecek neler dâhil edilmeyecek bunu seçmek titizlik istiyor. Çünkü metindeki anlam bu seçimle yani söyledikleriyle beraber söylemedikleriyle de kuruluyor. Yine Mark Rothko der ki: “… seçim bilinçli bir sorumluluğa işaret eder ve sanatçının bilincinde Sanatın Hakikati en önce gelir.”  Sanatın hakikatini ve bizatihi metnin kendisini zedelemedikçe hayata dair her ayrıntının yazıya dâhil olmasında bir beis görmüyorum.

Kurgu, anlatım teknikleri vb. biçimsel unsurlar, sizin için ne kadar önemli? Hikâyede asıl önemsediğiniz şey nedir?

Tüm bu saydıklarınız kurmacayı oluşturan temel yapı taşlarıdır aslında. Önceki soruda da söylediğim gibi malzemesi dil olması sebebiyle, iyi işlenmemiş bir dille nitelikli bir edebi metin ortaya konmaz. Ama elbette sadece dil de yeterli değildir. Edebi metni oluşturan tüm unsurların bütünlüğü nitelikli bir metni inşa eder. Öyküde; soluğu uzun, tonu güçlü ve çok boyutlu bir anlatı inşa edebilmek için çağrışımlı izlenimler, simgesel ve alegorik anlatımlar, fantastik, ironik dil ve/veya anlatının unsurlarını doğru inşa ederek anlam katmanları çoğaltmak gerekir. Bunu yapabilmek için anlatının unsurlarından, anlatım tekniklerinden, dilin imkânlarından haberdar olmak gerekir.

Günümüz öyküsü hakkında neler söylersiniz? Bir editör olarak dergiler ve edebiyat ortamına dair düşüncelerinizi merak ediyoruz.

1990’larda başlayan “öykü patlaması”nın hala devam ettiğini düşünüyorum. Bunun çeşitli nedenleri var elbette. Evvela yazarlığın bir cazibesi var; imza günleri, söyleşiler, fuarlar, türlü etkinlikler… İnsanlar görünür olmak ve sevilmek istiyor. “Etkilemenin gücü” dedik ya ona sahip olmak istiyor. Bir de hikâyenin kolay yazılır bir tür olarak düşünülmesi yanılgısı var.  Biz tahkiyeyi seven, ayaküstü hikâyeler uyduran/anlatan bir milletiz; ama hikâye yazmak bundan bütünüyle ayrı bir iş. Bugün bazı hikâye kitaplarıyla ilgili şunu söyleyebilirim: evde anneanne ve dedelerimizin anlattıkları hikâyelerin edebi değeri daha yüksek. Maalesef! Bununla birlikte çok güzel hikâyeler kaleme alınıyor, kitaplar basılıyor. Hem içerik bağlamında hem de anlatım ve dil bağlamında bir çeşitlilik ve zenginlik var. Bunu önemsiyorum çünkü Türk edebiyatını inşa eden bu silsiledir. Özellikle 2000 sonrası hikâyede değişen dili gözlemlemek mümkün, günümüz gerçekliğinin kendini ifade için istediği yeni anlatım biçimleri deneniyor. Şu an her ne kadar akademik çalışmalarım için müsaade istemiş olsam da dergiciliğin mutfağını Söğüt ile tecrübe ettim. Dergicilik, her aşamasında büyük bir emek isteyen gerçekten bir ekip işi. Bu süreçte genel yayın yönetmenimiz Sinan Terzi’den ve dergicilikte üstat isimlerden Cengizhan Orakçı’dan çok şey öğrendim. Bunun yanı sıra, Valéry’nin deyimiyle: “Dergiler edebiyatın laboratuvarıdır.” Edebiyatın gündemini dergiler belirler, dergiler tutar. Bunu gerçekleştiren yani edebiyatın gündemine yön veren nitelikli edebiyat dergileri olduğunu düşünüyorum. Yalnız edebiyata dair meseleleri daha uzun süre  gündemde tutmanın gerekliliğini hissediyorum.

-Son olarak, tezgâhta bizi neler bekliyor?

2022 Türk Dünyası Kültür Başkenti Bursa kapsamında düzenlenen etkinliklerinden “Türk Edebiyatının Genç Kalemleri Bursa’nın Hikâyesini Yazıyor” neticesinde basılacak olan Bursa’nın Bitmeyen Hikâyesi adlı hikâye kitabını şimdilerde heyecanla bekliyoruz. Bunun dışında akademik çalışmalarıma öncelik verdiğim bir dönemdeyim. Arzu ettiğim çalışmaları tamamladıktan sonra yeni hikâyelerle buluşmak dileğiyle…

Soner

1996 yılında Adana’da doğdu. Ortaöğreniminin büyük kısmını Seyhan Çukurova Anadolu Lisesi’nde tamamladı. Haziran 2019’da Aksaray Üniversitesi Eğitim Fakültesi Türkçe Eğitimi bölümünden mezun oldu. Öykü ve yazıları Muhayyel, Aşkar, Mahalle Mektebi dergilerinde ve Edebiyat Burada sitesinde yayınlandı. Şimdilik Kayseri’de ikamet ediyor.

Daha fazla görüntüle