İki öykü kitabınız var: Kuklalar İçin İplerden Sonra Yaşam ve Vakitsiz Ölüler Yurdu. Kitap isimlerinin bir hikâyesi var mı?
İlk kitap, ilk heyecan. Niyetini biledin, zirveye göz kırptın, adımlarının ve kelimelerinin seni taşıdığı yerde otağını kurdun. Bir öykü yazmak, insanın ayna karşısına geçmesi gibi bir şey. İlk kitap ise o aynanın karşısında kendini bir müddet seyretmek. Biraz dalgın, biraz telaşlı. O bütünlük içinde kendinle yüzleştin. Orada, bir başkası, senin bir benzerin, olmak istediğin yahut dönüşmekten korktuğun “öteki”yle göz göze geldin. Aynanın sırrı kelimeler. Kelime kelime cilaladın aynayı. Sonra bir çerçeveye oturttun. Bir ad koydun ona. Kapısında beklediğin imgeler, diline pelesenk kelimeler, mütemadiyen kazıyıp durduğun insanlık hâlleri... Öyle bir çerçeve olsun ki, hem öyküden öyküye sıçrayan, satır aralarında gezinen bir başka hikâyeye perde aralasın, hem de kurduğun/kuracağın iskeleyi etiyle kanıyla taşısın. Kuklalar İçin İplerden Sonra Yaşam böyle bir telaşın ardından geldi. Okura göz kırpan, onu kışkırtan bir isim seçmek istediğimi itiraf edeyim. Her öyküde aynı sorular tekrar ediliyordu? Cevabı, her bir karakter ve her bir okur için biricikti. Kuklalar için iplerden sonra yaşam mümkün mü? Bizi sınırlayan, elimize ayağımıza dolanan iplerle didişirken ne umduk? Uçmak yahut çakılmak, bizim hikâyemiz nasıl devam edecek? O ipler bir yörünge mi verecek bize, yoksa bizi sınırlayan birer zincire mi dönüşecek?
Kitaplarımda perde arkasına gizlenmiş bir başka hikâyeyi yahut her öyküye sirayet etmiş bir temayı merkeze almayı tercih ediyorum. Vakitsiz Ölüler Yurdu da benzer bir hassasiyet gözetilerek seçilen bir isim. Bütün ölümler vakitsiz. Birinin ölümüne şaşırmamız dahi, ona bir başka ölümü yakıştırdığımız için. Onlarca olasılık arasından kendi hikâyemizi yaşıyor ve yazıyoruz. Sadece yapıp ettiklerimizle değil, vazgeçtiklerimizle de. Peki ya diğer bütün olasılıklarda aklı kalanlar, her yol ayrımında telaşlananlar, başka hikâyelerde soluklananlar, ötekine göz kırpanlar... Bir ömür yeter mi hayatı bütün veçheleriyle duyumsamak için. O mutlak son herkesi, her şeyi hizalarken bizi ve hikâyemizi yarım bırakmayacak mı? Kim tamamlayacak öykümüzü? Ya ölüm. Tazeliği solduran, canlılığa halel getiren ölüm. Her ceset en sevdiklerinin gözünde dahi çarçabuk kurtulması gereken bir yüke dönüşür. Bütün hikâyeler yeterinde anlatıldığında ölüme varır, insan hayatın neşvesini ölümden devşirir. Dünya Vakitsiz Ölüler Yurdu’ndan başka nedir?
Kitap isimlerinizde “kader”le meseleniz olduğunuzu da zannettim. Belki aşırı yorum yapıyorum. Kuklalar İçin İplerden Sonraki Yaşam’la Vakitsiz Ölüler Yurdu arasında bir metin bağı var gibi geldi bana. Nedir sizin meseleniz?
Kader değil belki, yaşamın bizzat kendisiyle meselem var. Ya da şöyle diyeyim benim derdim kendimle. Yaşam denen o ilahi lütfun, başımıza kazara gelen o pırıltının farkındayız. Peki, o pırıltıya biçare varlığımızı teslim edecek miyiz? Bir şeyin var ya da yok olmasından ürkmüyorum. Beni ürküden o belirsizlik. Işık yahut karanlık değil. Gölge. Açıklık ya da kapalılık değil. Aralık. Her öyküde peşinden koştuğum gizem.
Kader dediniz ya... Bilemiyorum. Diyelim ki her vakti biz tayin ettik, bütün o ipleri gevşettik, taş taş biz döşedik hikâyemizi. Başka gözlerde sekmeden kendi gözlerimizle yaşadık. Anlamaya ve anlamlandırmaya çalıştık yaşamı. Şu mümkün dünyada biz de mümkün olan en anlamlı hayatı sürdük. Kudret kaleminde parmak izlerimizi bıraktık. O zaman da Tolstoy’un o meşhur sorusu bekleyecek bizi kapıda: “Ya gerçekten de yaşamam gerektiği gibi yaşamadıysam…”
Bu dünya yarım heveslerden örülü. Bizi yoran yaşadıklarımız değil sadece. Yaşamadıklarımız. Ardımızda bıraktığımız olasılıklar. Şairin her şey tamam bir şey eksik dediği yerdeyiz. Ve sanki bir başka yer yok. Bir başka deniz, bir başka şehir... Hani diyor ya Kavafis, bu şehir arkandan gelecektir. Nedir ardımızdan gelen, nedir ardımızda bırakamadığımız? Bizi sınırlayan, korkutan, ardımızda kalmayan, her adımda her nefeste yanı başımızda olan benliğimiz değil de nedir? Hem aynı benlik değil mi bize cesaret veren, adım atmaya zorlayan, durup düşünmeye yahut harekete geçmeye. Biz yaşadıklarımızın değil, yaşadıklarımıza yüklediğimiz anlamın toplamıyız. “Ben” bilinci belirliyor hikâyeyi. Belki de asıl kader “ben” olmak. İnsanın kederi de benliğinde gizli. Mesele bu. İnsan en çok kendine maruz kalmaktan yoruluyor.
Öykülerinizde “Kimleri?” anlatıyorsunuz? Yoksa “Kimler size öykülerini anlattırıyor?” mu deseydim?
Bir romanın merkezinden bahsedebiliyoruz. Ya öykünün? Tek tek öyküler için merkezler bulup çıkarmak zor olabilir yahut belirlemek. Ama öyküleri bir araya getiren, iki kitap arasında toplayan o merkezdir benim için. İlk kitabın merkezinde ikincil mağduriyetler vardı. Aynı tema üzerinde uzlaşan öyküleri bir araya getirmiştim. Mağduriyetin göstergeleri açık seçik okunan insanların hikâyesi anlatılmıştı ama sırf o hikâyeden geçtiği için kırgınlıkları, yoksunlukları göz ardı edilenlere spot ışıkları çevrilmemişti henüz. Hasta bir çocuğun annesi ile kurduğu o bağ ne kadar eşsizdi, ya sağlıklı olmanın vebalini muska gibi boynunda taşıyan çocuklar... Eline ayağına ipler dolanan insanları dinlemiştik ya o ipleri oynatanlar. Her bir hikâye kendi karakteri ile geldi. Her cümle bir sonrakine omuz verdi. Nihayetinden Kuklalar İçin İplerden Sonra Yaşam dedik.
İkinci kitap ise öykülerin ardında seyreden büyük bir hikâyenin parçalarından oluşuyordu. Birbirinin hikâyesinden geçen karakterler vardı. Bir öyküde sesini bile isteye kıstığım bir başka öyküde şimdi sahne senin dediğim öykü kişileri. Kimi gevezeydi. Uzun uzun yazdırdı kendini. Kimi benden bu kadar dedi, sükût etti. Ne yapıp ettiysem Nihat’ı konuşturamadım. Acuze ise sürekli konuşmak istiyor, her şeyi herkesi ihtiyarlığın o hassas terazisine çekiyor ya yadırgıyor ya yargılıyordu. Felah Baba, geçmişinden bahsederken tedirgindi, mahremiyetin örtülerine kat kat sarındı. Hüseyin hoyrattı, Allah Bilir Asaf Efendi Tanrı’nın saf kullarından. Fatma Kadın, Safiye, Zahide ve Aysel, kadının binbir tonunu gösterdiler bana.
Bir söyleşinizde Hemingway’in “Bütün hikâyeler yeterince anlatınca ölüme varır.” sözünü alıntılıyorsunuz. Siz nerede son noktayı koyuyorsunuz öykünüze?
Ölüm teması üzerine çok sıkıştırılıyorum. Hemingway’in sözü bir kaçış rampası benim için. Hayatın hem bu denli dışında hem de içinde, ona yüklediğiniz anlam kadar hayata karıştığınız bir başka kavram var mı, bilemiyorum.
Soruya gelince. Öyküye son noktayı nasıl koyduğum benim için de yazarken keşfettiğim bir süreç. Bir yerlerde tamamlanmamışlık hissi kaldıysa ne olursa olsun o öykü bitmiyor benim için, bekliyor, zihnimin arka odalarında demleniyor. Bazen bir kokuda, bazen izlediğim filmin bir sahnesinde kendini hatırlatıyor, zamanının geldiğini fısıldıyor. Bazen istasyonda bekleyen bir yolcunun hâli tavrı, bazen sokaktaki bir adamın bir hareketi, bazen de okuduğum bir mısra eksiklikleri dolduruyor. Eksik tarife gelir ya hani. Sınırları bellidir, yataydır ve ancak kendisiyle doldurulandır. Öyküde neyi eksik gördüğümü sayfalarca tarif edebilirim size. Ama işte tamam dediğim o noktayı kestiremiyorum. Eksik kalmayınca belki. Tabii buradan hikâyenin o son kelime, o son hece ile bittiği anlamı çıkmasın. Aksine okurun zekâsına güvenen, boşlukları onun inisiyatifine bırakan, belirgin sonlardan kaçınarak hikâyenin her okurda çoğalmasına imkân tanıyan metinler kaleme almaya gayret ediyorum.
Meslekten “editör” olmanız yazmanıza (hatta okumanıza) zorluk çıkartıyor mu?
Yazarken bizi yoran şey okuru rahatlatır. Evet, editör olarak asıl zorbalığı kendine gösteren biriyim. Gözün kaçırdığını kulak yakalar. Her metni sesli okur, ritmi bozan şeyleri bir bir ayıklamaya çalışırım. Elbette terzi kendi söküğünü dikemez misali benim de gözden kaçırdığım şeyler oluyor. Ama dil açısında her bir cümleye büyük ihtimam gösterdiğimi söyleyebilirim. Editörlüğün hem besleyen hem de insanın kaleminden yiyen bir tarafı var. Sürekli başkalarının metinleri üzerine kafa yoruyorsunuz. Maalesef zaman zaman vasatla muhatap oluyor, keyifli okumaların yanına zorunlulukları sıkıştırıyorsunuz. Bir yandan da edindiğiniz meleke sayesinde kendi metninizde de benzer kıyıcılığı göstererek daha iyiyi aramaya gayret ediyorsunuz. Ben faydalarına odaklanıp zararlarını en aza indirgeme çabasındayım.
Asıl büyük sıkıntı ise okurken. Tek tek cümlelere, eklere, dil işçiliklerine ve maalesef hatalara takılmaktan okur zevkiniz zedeleniyor. Her satırdan gözünüze bir sataşma yükseliyor. Bir anda kalemi elinize alıp kendinizi metni tashih ederken buluyorsunuz.
İlk kitabınız Kuklalar İçin İplerden Sonra Yaşam ile 2021 Ramazan Dikmen İlk Kitap Ödülü’nü kazandınız. İkinci kitabınız yayımlandıktan sonra da Vakitsiz Ölüler Yurdu’yla da 2023 Necip Fazıl İlk Eserler Ödülü’ne layık görüldünüz. Ödüller sizin için ne ifade ediyor?
Daha öncede söylediğim gibi asıl zorbalığı kendine gösteren biriyim. Kelime ifrazatından kaçındım hep. Öyküleri yayımlarken de kitap çıkartırken de aceleci davranmaktan imtina ettim. Yaşadığımız zaman bizi çoklukla cezalandırıyor. Her şey ve herkes bu kadar görünürken başka bir körlük biçimi zuhur ediyor. Her dönem kendi paradigmasıyla geliyor. Suskunluğun pek de değer görmediği, insanların konuşmadıklarıyla ipe çekildiği bir devirde yaşıyorken sessiz sedasız yol yürümek istiyorsunuz. Çünkü asıl arzunuz siz nefes alıp verirken, insanları muhatap alıp onları da muhatap kılarken ikili ilişkilerinizin metnin önüne geçmemesi. Yahut sosyal medyanın gücünden ışıltınızı devşirmek istemiyorsunuz. Arzunuz o kitabın sizin yokluğunuzda da ayakta kalması. Bunun için en başta size dahi yaslanmaması gerek. Peki, ama mümkün mü bu? Zor sadece. Her şeyden herkesten hatta sosyal medyadan elimizi eteğimizi çekelim demiyorum, bütün o şeylerin bizi gütmesine izin vermeyelim kafi. Aslolan metin, bugün olmazsa yarın o metin edebiyatın vitrininde bir şekilde yer ediniyor. Okurda karşılık buluyor. Ödüller de yürümek istediğiniz yola destek oluyor bu anlamda. Sizden önce yol yürümüş ediplerden eserinize ulanan bir ışmar. Okurun dikkatini çekiyor. O tüzel kişilikle aranızdaki mesafeyi bir nebze kısaltıyor. Kitaplarınızın önüne bir pırıltı olarak yerleşiyor.
İlk kitabın ödül alması beni müthiş heyecanlandırmış ardından da tedirgin etmişti. İlk kitap iskeleni kurduğun yer. Peki, bundan sonra ne yapacaksın? Heybende ne var? Bu korku besleyici aynı zamanda. Necip Fazıl adına tevdi edilen bir ödül ise çok daha büyük bir sevinç/korku kaynağı oldu benim için. Çocukluğumda ilke gençliğimde dimağıma nakşedilen o nezih Türkçenin hakkını verememe tedirginliği. Yine bir şaire vereyim sözü, acıyan gözlerimle dünyaya son kez bakar gibi gönendim.
Gündeminizde neler var? Neler yazıyorsunuz bugünlerde? Mesela denemeler de yazıyorsunuz. Onlar iki kapak arasında buluşacak mı?
Deneme yazmayı seviyorum açıkçası. Bilhassa kavramlar üzerine yoğun mesai harcayıp anlam ve kelime arasında yeni köprüler kurmak beni cezbediyor. İleride yazdıklarım bir kitap hacmine ulaşır mı, onları da yayımlar mıyım, neden olmasın? Sadece şimdilik öykü ile kurduğum o yakın bağa halel getirmek istemiyor, önce yeni bir öykü kitabıyla ısrarımı ve emeğimi bir kez daha ortaya koymayı arzuluyorum. Anlaşılacağı üzere yeni bir öykü dosyasına çalışıyorum. Yürüttüğüm bir diğer çalışma ise bir çocuk kitabı aslında. İlk defa sizinle paylaşmış olacağım. Sanırım üçüncü kitaptan sonra deneme ile değil de bir çocuk kitabıyla devam edeceğim. Elbette zaman ne gösterir, rotamızı nereye kıvırırız şimdilik kestirmek güç. Niyetim bu yönde sadece.
1972 İstanbul doğumlu. İlk şiiri 1991 ekim ayında Türk Edebiyatı dergisi okur mektupları sayfasında yayınlandı. Pek çok dergide dergi ve gazetede yazı, şiir ve röportajlarıyla yer aldı. Sebepsiz Serçe, Taş Suya Değince, Heves ve Tövbe Gölgeliği isminde dört şiir kitabına, Kırk Gri Hırka ve Dünyanın Çekmeceleri isminde iki hikaye kitabına imza attı. Ayrıca Pierre Karton namı-ı müstearıyla Horkhaymır’dan Alzhaymır’a Türk Aydını isimli bir de mizah kitabı mevcut.