Kitapta “Yol Deriz Ona” isminde bir öykü yok. Niçin isim olarak seçtin?
Ursula K. Le Guin yorumuyla Lao Tzu’ya ait dizelerden geliyor kitabın adı: “gerçek adını bilmediğimiz için / yol deriz ona yalnızca”. Yaşamı, yolu, Allah’ın bizimle ne kastettiğini arıyor olduğumuz inancıyla doluyum ben de. Bilmiyorum, ama olsa olsa yoldur adı diyorum. Sözgelimi Bilge Karasu, “Bir Başka Tepe” öyküsünde “yol”u anlamaya çalışır. “Dönmeli,” der, “ama çıkrık olarak değil, tekerlek olarak. Duruk bir eksene bağlı kalmamalı. Yoksa yüreğin büyük savaşı neye yarar?” Yol biraz böyle: düz bir çizgi değil, kapaktaki unalome sembolü gibi. Döngülerden, zorluklardan, çatışmalardan mürekkep. En çok da insanın kendi kalbinde verdiği mücadeleden. Dosyayı hazırlayıp öykülere baktığımda, dirlik mücadelesi veren her bir insanla göz göze geldiğimde onların “kendilik” yolculuklarına çıktıklarını fark ettim, öyle ki kimileri yola çıkarken kuru bir değnek bile almıyordu yanına. Kitaptaki öyküleri farklı farklı zamanlarda yazarken yol imgesini görebilmiş değildim doğrusu. Belki de hâlâ kendi sesimi ve yolumu aradığım için, onları yoldaş kıldım kendime, fark etmeden yani. Yoldayken evinizde olacaksınız, der Lao Tzu, ama öylesi zordur ki bu. Aradığımızı düşünürken kaybolma ihtimalimiz de vardır, düşeriz, parçalanırız, savruluruz, çabalarız, korkarız, zorlanırız, yıkılırız. Ahengi bulabilecek miyiz, bilmiyorum. Elif Kadın, Abray, Karasaç Ana, Matthias, Azad, Avaz, Ava, Raya, Shenouda, Bozhidar, Talay, Akkara ahengi bulabilecek mi, buldu mu, okurun karar vereceği mesele. Kimileri yitip gitti de, hem de yollarca ve yıllarca uzağa, kelimelerini değil seslerini bile yitirdiler yürürken. Nihayetinde hiçbir nihai varış vaat edilmemiştir de bize. Beni bir ses sahibi kıl dizesinin gölgesinde ahengi bulacağımız o ânâ yürüyoruz yalnızca.
İkinci kitabın ilkinden zor olduğunu söyleyenler haklılar mıymış?
Felgu’dan sonra öyküler yazdığım süreçte “Ses” öyküsüyle daha da gerilimi artmıştı bu sorunun, “Bir sesim var mı?” diye düşünüyordum o sıralar. En çok korktuğum şey, yalnızca benim bildiğim ve anlayabildiğim bir dil ile eski zaman masalları anlatmaktı. Felgu -edebiyat çevrelerince, okurlarca, eleştirmenlerce- ulu kadınlar gibi zamansız kıyafetleriyle, kimsenin bilmediği diliyle, bir öteki olarak çıkıp gelmişti sanki okurun karşısına ve bu tepkiler beni tırnak içinde korkuttu. İlginçtir ki, öykülerim zamanımızda / mekanımızda geçmiyor diye günümüz insanına bir şey söyleyemezmişim gibi düşünüldü, Felgu gerçeklikten-kaçış olarak okundu, yazıldı, çizildi. Gerçeğimizden kaçmıyor, dahası gerçeğimize işaret etmeye çalışıyordum. Yaşama, ölüme, doğuma, göçe, aşka, ihanete, kıskançlığa... “Ses”i yazınca öyküyü eklediğim maile zihnimden geçenleri de yazmıştım: “Sesimiz başka vadilerde dolaşıp bize daha güçlü ulaşmadıkça, kendi dünyamızda ve mağaramızda kaldıkça iyi hikâyeler yazmış sayamayız sanki kendimizi. Çünkü birbirimize anlattığımız hikâyeler bizde de bir karşılık buldukça anlamlı. Hayatta da bir karşılık buldukça. Hikâye bittiğinde kalbimizde bir şeyler değişmiyor, zihnimiz afallamıyor ve hikâye bizim dünyamızdaki bir kavrama işaret etmiyorsa, korkmalıyız belki de. Kelimeleri sıralamaktan ama bir yere varamamaktan. Geçen gün de dediğin gibi, evet, daima dile çarpıyorum, bunu kendi içimde de sorguluyorum. Ama birden, hikâyeyi yeniden düşünürken, bu hikâyede kendi korkumla yüzleştiğimi fark ettim. Koca bir dil içinde yapayalnız kalma korkusu. Bir dilin son konuşuru olmak ile yazılan onca kelimeye, cümleye, hikâyeye rağmen insanlarda bir karşılık bulamamak aynı şey sanki. Ve o ses, yeniden ve yeniden duyulmadığında yani bir karşılık bulamadığında yitip gitmeye yazgılı ya. Bunun bir neticesi olarak insan, çok büyük yüzleşme yaşıyor, hikâyesiyle göz göze geliyor, dahası sesinin sahihliğini sorguluyor. Belki de bu yüzden beni bu kadar etkiledi. Sesime dair sorgulamalarım devam ettiği için.” Zannediyorum bir süre sonra hikâyenin de, kendi sesimizin de peşimizi bırakmadığını, bir ses sahibi olduğumu fark etmiş olmalıyım. Yapacaksam da kendimce yapacağımın ve bunun kıymetli olduğunun. Karasaç Anaların dünya döndükçe yaşayacağının, şarkılar söyleyeceğinin... Elbette, daha ötesini ya da daha farklısını arzularız ikinci adımımızda. Yolu yeniden düşünmeye çalıştığım bu bir-iki yılda, kendi yazgısını dayattı Yol Deriz Ona. Hâlihazırda, hâlâ kendi sesimi, yazgımı, hikâyemi, yolumu aradığımdan öykülerimdeki karakterler de başka başka yol hikâyeleriyle çıkıp geldiler.
Çok farklı kavramlar, kadim gelenekler ve inanışlar kitabında bir arada. Bilhassa da şamanlar. Öykün için bunların anlamı ne? Kitabında yer alan göndermeleri, kavramları, metinlerarasılıkları bilmeden okuyan okur neden mahrum kalır?
Felgu, beklemediğim kadar karşılık buldu evet ama yalnızca on iki yaşındaki öğrencim gelip sordu o Süryanice yazının anlamını. Anlamıyorsak, bilmiyorsak, bunu ifade edebiliriz: “Gülşen Funda, bu sembol senin için, öykün için, dünya için ne anlam ifade ediyor?” Belki sitem ettiğimi düşünebilirsiniz ancak ama okur kitaptaki bir sembolü Google Lens ile arattığında neye işaret ettiğini kolaylıkla kavrayabilir. Öyle de kolay bir dünyada yaşıyoruz. Hiçbir sırrımız yok, saklayabildiğimiz. Metinlerarasılıklar, göndermeler de Google yazılarak bulunabilir. Dahası yazarın sosyal medya hesapları var, -aklıma Merve Yaylacık’ın Şiir Versus’taki yazısı geldi- mesaj gönderebilir! Okur, okuyacağım diyorsa çabalasın. Ben de yazarken, silerken, üzerini kapatırken, düğümleri çözerken -hatta büyücüler gibi düğümlere üflerken de- epey zorlanıyor, çaba harcıyorum. Bir anlığına Thomas Bernhard’ın o muhteşem cümlesini hatırlayalım: Bir hikâye anlattığımızda aslında o hikâyeyi anlatmış olmayız. Çünkü hikâye anlatmadığımız şeydir. Şaman meselesine gelince sevgili editörüm Kadir Daniş, çok yaşasın, Felgu’nun arka kapağına “...tıpkı dans eden bir şaman gibi.” yazdığından beri Gülşen Funda şamanları yazıyor cümlesi dolaşıyor etrafta... Bir dengbeji yazmaya çalıştığım “Kabuk”, şaman kavramıyla okunduğunda neler düşündüm bir bilseniz... İlk ve son şaman öyküm, “Ses”. Bu öykü de Yol Deriz Ona’da. Tuvaca dersinde ismini duyduğum Matthias Alexander Castrén’den ilhamla yazmıştım bu öyküyü. Ait olduğu kavmin son konuşuru Karasaç Ana, şaman dansı yaparak ulaşıyor Matthias’a ve çağırıyor onu; son kez şarkımı söyleyeceğim, diyor. Annelerimin dilini muhafaza et, diyor. Cemal Şakar’ın uzun bir süre “yol hikâyecisi” olarak anıldığını gülerek hatırlıyorum burada. Bir kez söylenen, “söylem”e dönüşüyor.
Kitap boyunca zengin bir kadın karakter perspektifi mevcut. Bilinçli bir seçim mi bu? Sebeplerini özetler misin?
Bir hikâyenin sonuna kadar gidecek bir cesarete sahip olmak. Hem erkeklerde hem kadınlarda bunu arıyorum, bilinçli seçim dediğiniz bu olabilir. Herkes mücadele ettiği şeyin büyüklüğü kadar büyük, diyor ya Kierkegaard. Mücadele ettikleri şeylerle yüzleştiklerinde, göz göze gelebildiklerinde diğerlerinden farklılaşıyorlar zannediyorum. Ki, hikâye değişmiyor, suretler değişse de. Ava büyülü bir adada sesini ararken Elif Kadın da köy yollarında, hem yavrusuna verecek bir damla sütü hem de sesini arıyordu, kimsesiz. Esas mesele ses, yeryüzündeki hangi toprağı şenlendirdiğin, hangi bedende dans ettiğin, hangi cinsiyette var olduğun değil. En azından bana öyle geliyor, şimdilik.
İlk kitabınız dolayısıyla yapılan söyleşide “dünyanın tüm dillerini belleğime toplamak, dünyanın tüm seslerini kulağıma toplamak istedim. Farklı dillerden kelimeler, farklı kültürlerden simgeler ve semboller kullanarak bu aradığım yahut inşa etmeye çalıştığım sesi daha kadim seslerden kılmaya çalıştım.” diyorsunuz. İkinci kitapta aynı çizgide daha da derinleşmiş öykü çalışmalarınız. Bu dil damarını biraz anlatır mısınız?
“Bu hikâyeyi insanları incitmeden nasıl anlatabilirim?” Acımadan, öteki ile ben arasında sıhhatli bir mesafe yaratarak, ötekiyi anlatacağım diye kendi psikopatalojilerine yuvarlanmadan, önyargı nehrinde canhıraş dalgalanmadan, ezmeden ötekinin acısını, acısıyla ezilmesine izin vermeden. Pek çok öykümü doğuran soru, adımlarımı ilerleten kuvvet bu. Hikâye değişmiyor zaten. Metronun kuytusunda ya da bir çeşmenin başında dünyaya güvenini yitirirsin. Küflü duvarlar arasında ya da Han’ın çadırında babanla kavga edersin. Anadolu’nun bir köyünde ya da Mava Adası’nda kendini tutsak hissedersin. Kadim savaş kalplerimizde, mekânlardan münezzeh. Ancak Felgu’ya göre kendini daha çok açan bir kitap Yol Deriz Ona. Sayfalar ve sayfalarca yurtsuzluğunu, kimsesizliğini, yetimliğini anlatan bu insanlar Michelangelo’nun Pietà’sındaki İsa gibi, yolun sonunda Meryem annemizin kollarında yaralarıyla perişan uzanırlar. Şair gibi, “Ben hiç bu kadar güçsüz kalmadım ulumam bitince” derler. Hiç bitmeyen dirlik mücadelesini, gerçek kendiliğin ıstırabını, kalbin savaş meydanını belki de daha berrak gösterirler. Hem de yalnızca hikâyelerini yaşayarak. Sorduğum tek soru şu, Felgu’dan bugüne: “Bu hikâyeyi insanları incitmeden nasıl anlatabilirim?” Her yanımız insanlık suçlarıyla dolu, yıkımlarla, savaşlarla, ihanetlerle, ihmal ve işgalle dolu. İnsan olarak da yazar olarak da dilsiz kalmayı doğru bulmuyorum. Yetim kardeşler birbirini gözlerinden tanısın, Azad ile Avaz evine dönsün, ölü bir dilin son konuşuru Karasaç Ana şarkılarını son kez söylesin, Shenouda iman ile isyan arasındaki o zarif duayı edebilsin, Akkara oğluyla bir adım dahi olsa yürüsün, Tepegözler affedilsin, “Kardeş, bana kıyma!” nidası duyulur olsun, kadınlar birbirine “Senin bir sesin var.” desin. Derdim bu.
İkinci kitap çok taze. Yine de sormak isteriz. Tezgâhta neler var? Edebiyat hakkında deneme/eleştirilerinden oluşan bir kitap gündeminde var mı?
Post Öykü’de her ay yazdığım bir köşem var: Hikâyenin Kalbi. Çapraz Okumalar’da da çağdaş ya da ustalardan kitapları değerlendiriyoruz Mustafa Aplay ile. Bunlar dışında bir sorumluluğum, uğraşım, tezgâhta ürünüm yok doğrusu. Allah ömür verirse yazmak değil, biraz yaşamak istiyorum.
1972 İstanbul doğumlu. İlk şiiri 1991 ekim ayında Türk Edebiyatı dergisi okur mektupları sayfasında yayınlandı. Pek çok dergide dergi ve gazetede yazı, şiir ve röportajlarıyla yer aldı. Sebepsiz Serçe, Taş Suya Değince, Heves ve Tövbe Gölgeliği isminde dört şiir kitabına, Kırk Gri Hırka ve Dünyanın Çekmeceleri isminde iki hikaye kitabına imza attı. Ayrıca Pierre Karton namı-ı müstearıyla Horkhaymır’dan Alzhaymır’a Türk Aydını isimli bir de mizah kitabı mevcut.