Menu
AKİF HASAN KAYA İLE SÖYLEŞİ
Söyleşi • AKİF HASAN KAYA İLE SÖYLEŞİ

AKİF HASAN KAYA İLE SÖYLEŞİ


Beş hikâye kitabın yayınlandı. Bu kitaplarda bazı hikâyeler uzunluklarıyla, bazı hikâyeler de aralarındaki konu ve karakter bağlantılarıyla “roman” yazacağına dair işaret fişeği idi. Yine de bir roman yazmak farklı bir tecrübe elbette. “Kehanetin İlk Günü” niçin bir roman oldu? Bir roman yazmak senin için nasıl bir tecrübe oldu?


Öykülerime bakıp -hacim olarak değil belki ama genişlemeye elverişli içyapısı itibarıyla- benim bir gün roman da yazacağım öngörüsünde bulunanlar olmuştu. Hatta kimi söyleşilerde bu yönde sorular da gelmişti. Elbette bunlar da beni teşvik etmiş olabilir ama Kehanetin İlk Günü birdenbire ortaya çıkmadı. Yaklaşık beş yıldır üzerine düşünüp notlar alıyordum. Böyle uzun soluklu bir demlenmeden sonra yazdığım “Göl” gibi öykülerim de var malum. Yazım süreci kısa olsa da romanın hazırlığı bir hayli uzun sürdü aslında. Kimi dost sohbetlerinde roman yazma fikrimi anlatmış ve hikâyesinden de bahsetmiştim. Bu fikir aklıma ilk düştüğünde zaten bir romana dönüşeceği belliydi. Zihnimde tasarlarken de roman olarak vücut buldu. 

Yazım süreci, öykülerimden bağımsız olarak yeni tecrübeler edinmemi sağladı. Bu kadar geniş bir kurmacanın kendi ritmini koruyarak kopmadan ilerleyebilmesi için sarf ettiğim dikkatin beni olgunlaştırdığını düşünüyorum. Artık daha cesur hissediyorum kendimi. Roman yazmayı, bir metin üzerinde hemen her gün disiplinli bir şekilde çalışmayı sevdim. Bu bağlamda arkası gelir diye umuyorum.     


Kadim zamanlardan başlayan, mitolojiden ilham alan günümüze kadar gelen “geniş zamanlı” bir romanla karşı karşıyayız. Mitoloji ve kadim anlatılar senin sevdiğin ve çok tercih ettiğin temalar. Niçin? 


Geçtiğimiz aylarda “Şükran Divanı” adını taşıyan uzun bir öykü yazmıştım. Bu öyküde yüz binlerce insanın öldüğü 1864 Büyük Çerkez Sürgünü’nü ana tema olarak aldım. Baktığımız zaman o olayın üzerinden yüz elli yıldan fazla zaman geçmiş. Asıl soru şu bana göre: Geçmiş gerçekten geçiyor mu? Daha birkaç gün önce İtalya açıklarında batan bir göçmen teknesinde de 41 kişinin öldüğünü okudum. Dünyanın bütün denizleri bu kayıp insanlar için bir mezarlığa dönüşmüş durumda. Yurtlarından sürülürken yollarda can veren bu insanların net bir kaydı bile tutulamıyor yazık ki. 

Bana göre geçmiş; bugünden, şu andan daha canlıdır. Üzerinde derinlikli olarak düşünmeye, bazı noktaları yeniden yeniden tahlil etmeye, buradan bazı hisseler çıkarmaya, yani incelikli olarak çalışılmaya daha müsaittir. Zaten Kehanetin İlk Günü de salt bir mitolojik anlatı değil. Tam da az önce değindiğim gibi, geçmişin bugüne uzantılarını ve etkilerini konu alan bir metin. Aslında ben hikâyemi bugünden anlatıyorum. Oradaki tarihî hikâye, sadece anda yaşadıklarımıza yaptığı katkı nispetinde var.  

Yani o geçmiş bir türlü geçmiyor. Ve biz insanlık olarak her nesilde bazı şeyleri yeniden tecrübe ediyoruz. Bu tecrübeler bazen büyük öfkelere neden oluyor bende. Çünkü bırakın yüzyıllar önce yaşanmış büyük acılardan ders almayı, daha dün meydana gelen elim bir hadiseden bile ders alamıyoruz. Bunun nedenlerine girmek bu söyleşinin hacmini aşar. Ama bir yazar olarak, ortaya koyabildiğim öykülerimde ve romanımda bu meseleleri işlemeye gayret ediyorum.   


Tahkiye, hikâyende olduğu gibi romanında da önemli bir yer tutuyor. Kimi eleştiriler günümüz öyküsünde tahkiyenin geri planda kaldığını söylüyor. Bu eleştiriye katılıyor musun? Senin için tahkiye ne anlama geliyor?

Çok net söyleyeyim, katılmıyorum. Deneysel metinleri ayrı tutarak söylüyorum, bana göre öyküleyici bir metin tahkiyesiz olmaz. Burada belki de eleştiri konusu olan şey, tahkiyenin niteliği olabilir. Kimi metinler biçim itibarıyla tamamen tahkiyeye yaslanırken kimileri de bunu metnin içine gömerek yapıyor olabilir. Ortada bir hikâye olmalı ki yazar bunu anlatma iddiasında olabilsin. Hikâyenin metne yedirilmiş olması o metinde tahkiye olmadığı anlamına gelmez. Kimi arayışlarla yazılan metinlerde tahkiye geri çekilmiş gibi görünse de toplamdaki hacimleri itibarıyla bunun zorlama bir yorum olduğunu düşünüyorum.   

Meksika sınırındaki Kore gazisi gibi, artan kiralar ve pahalılıktan büyük şehirlerin yavaş yavaş terk dilmesi gibi bugünün dünyasına ilişkin kimi güncel meseleleri de tartışmaya açan bir metinle karşı karşıyayız. Güncel olana da mitolojiye yer verdiğin gibi yer veriyorsun. Bu iki ucu nasıl bir kaygıyla bir araya getiriyorsun?

Evvelemirde edebiyat, insandaki değişmeyeni anlatır. Güncele dair yazıyor olsak da, tarihî bir meseleyi ele alıyor olsak da insandaki değişmeyen temelinde baktığımızda esasında hep insanı anlattığımızı görürüz. Mesela kadim çağlara ait bir roman kahramanı olan Yuşa, yaşadığı şehri bir sebepten terk etmek zorunda kalıyor. Başka bir bölümde ise günümüzde yaşayan başka bir roman kahramanı da işsizlik, hayat pahalılığı ve artan kiralar sebebiyle büyük şehirden kaçarak küçük bir Anadolu kasabasına yerleşiyor. Bu iki kahramanın arasında binlerce yıl var. İkisinin refleksleri ve hareket sebepleri temelde çok farklı olsa da benzer nedenlere dayanıyor. Sorunda kaygı olarak tanımladığın şey belki bu olabilir. Bütün bunların gelecekte de böyle olacağını öngörerek küçük uyarılar yapmaya çalışıyorum diyebilirim. 


Anlatımında bir yandan çok sıkı, sert bir doku var bir yandan da bununla zıt kutup gibi görünen bir anlatma iştahı var. İki ucu nasıl bir arada sürdürebiliyorsun?


İkisini de gerektiği kadar, kurguya ve olay örgüsüne sağlayacağı katkı kadar kullanıyorum. Burada anlatma iştahı olarak gördüğün şey, roman kişilerinin karakterlerinden kaynaklanıyor olabilir. Yani geveze birini anlatıyorsam ya da çok hareketli bir sahneyse buna göre anlatmak gerekiyor. Diğer taraftan böylesi bir durumda bile fazlalıklardan arındırılmış bir sıkılığı ve sadeliği gözetmek gerekir. Bu durumda da senin hem sıkılık hem de anlatma iştahı dediğin şeyle karşı karşıya kalıyoruz diye düşünüyorum.   


“Kehanetin İlk Günü”nde cümlelerin adeta bir ritmi var. Kısa, dinamik cümleler art arda geliyor. Bu ritmi kasten gözettin mi, yoksa yazarken ritim kendini sana kaçınılmaz olarak dikte mi etti?


Edebiyatın önceliği elbette ki ne anlattığımız değil, nasıl anlattığımızdır. Sanat bir formdur ve sağladığı biçimsel çeşitlilik onu daha da kıymetli hâle getirir. Her metin kendi içyapısı itibarıyla yazarına bir dil imkânı sunar. Bence iyi metinler, yazarların bu imkânı ele aldıkları meseleyle ne kadar bütünleştirdikleri ile alakalı. Ben her metnin bir müziği ve matematiği olduğuna ve bunları iyi harmanlamanın da bir metni iyi bir metin yaptığına inanıyorum.

 

Roman yeni çıktı ve çok taze. Yine de o klişe son soruyu soralım. Tezgâhta neler var?


Klişe olacak ama sürpriz yok. Ağırlık her zaman olduğu gibi okumaktan yana. Bir yandan öyküler yazmaya ve yayımlamaya devam ediyorum. Bu öyküler kitap olacak bir çapa ulaştığında ise yine iki kapak arasına girer diye umuyorum. Diğer taraftan da notlarını aldığım bir roman var. Dilerim onu yazmak da nasip olur. 

SUAVİ

1972 İstanbul doğumlu. İlk şiiri 1991 ekim ayında Türk Edebiyatı dergisi okur mektupları sayfasında yayınlandı. Pek çok dergide dergi ve gazetede yazı, şiir ve röportajlarıyla yer aldı. Sebepsiz Serçe, Taş Suya Değince, Heves ve Tövbe Gölgeliği isminde dört şiir kitabına, Kırk Gri Hırka ve Dünyanın Çekmeceleri isminde iki hikaye kitabına imza attı. Ayrıca Pierre Karton namı-ı müstearıyla Horkhaymır’dan Alzhaymır’a Türk Aydını isimli bir de mizah kitabı mevcut.

Daha fazla görüntüle
Diğer Yazıları