Menu
AYKUT ERTUĞRUL İLE SÖYLEŞİ
Söyleşi • AYKUT ERTUĞRUL İLE SÖYLEŞİ

AYKUT ERTUĞRUL İLE SÖYLEŞİ

AYKUT ERTUĞRUL: “Olaylar nasıl bu noktaya geldi, anlamak mümkün değil.”


SUAVİ KEMAL YAZGIÇ

İlk kitabın Keyfekeder Kahvesi’nin ilk baskısından beri dokuz yıl geride kaldı. Bir onuncu yıl nutku vermeye hazırlanıyor musun?


Hazırım. Üç kelimelik. Onuncu yıla ulaşanlar okusunlar. Şöyle:

“N’oldu öyle ya?”


Çünkü son zamanlarda sık sık beni ele geçiren hissiyatı neredeyse eksiksiz anlatan ifade bu. Daha önce de söylemiştim. Galiba Necip Fazıl Ödül töreninde: “Olaylar nasıl bu noktaya geldi, anlamak mümkün değil.” Hakikaten geriye doğru her baktığımda şaşırıyorum, şükrediyorum. Tevazu göstermeyeceğim Suavi abi, çok emek verdim. (Şimdi fark ettim, “emek vermek” deyince, kendinin dışında bir şeyle uğraşmış “başka” bir meşgaleden bahsediyormuşsun gibi görünüyor. Öyleyse düzelteyim) Emek vermedim, hayatım, işim gücüm edebiyat oldu. Edebiyatla nefes alıp verdim, savaştım, yenildim, yendim, barıştım, küstüm, okudum, yazdım, yayımladım, dergi çıkardım, sırtımda paket paket dergi taşıdım, kapattım, okudum, tekrar dergi çıkardım, edebiyat programlarına (kamera önü ve arkasında), ulusal ve uluslararası fuarlara atölyelere katıldım, okudum, atölyeler yaptım, kültür sanat sayfası editörlüğü, bir kültür merkezinde sanat yönetmenliği, edebiyat festivali direktörlüğü yaptım, ödüller aldım, okudum, musahhihlikten yönetici editörlüğe kitap yayınının -metinsel anlamda- çeşitli aşamalarında çalıştım. Ve hepsini çok uzun bir süre, yaşamak için başka bir mesleği yürütürken, ondan artakalan zamanda yaptım.

Bunları şunun için listeliyorum; bir muhatap olmasaydı, okumak ve yazmak dışında bunların hiçbirini yapamazdım herhalde, anlamı olmazdı. Yani edebiyat kamusundan (okuruyla, yayıncısıyla, yazarıyla, editörüyle…) öyle ya da böyle bir karşılık gördüm ve bunun için ne kadar teşekkür etsem az. Ne gördüler bilmiyorum ama minnettarım. Nutuk diye başladık veda mektubuna döndü. Duygusallaşmadan keseyim; Allah hepimize uzun, hayırlı ömürler versin. Bol keseden atmak gibi gelmezse şunu söyleyebilirim, neye bütün vücudunuzla dönerseniz, ne için içtenlikle, azmederek gayret ederseniz Allah da size onu veriyor. Mevlâna Hazretleri ne diyordu: “Neyi arıyorsan sen osun!”. Ben en başından beri asıl meselenin şu iki soru olduğunu düşünüyorum; istiyor musun? Peki. Öyleyse bütün ömrünü bu isteğine göre dizayn etmeye cesaretin var mı? 


Kusurlu Rüya’da bir yandan Netflix’in, Google’ın anlatıcıya/yazara etkilerini sorguluyor yeni cevaplar arıyorsun, bir yanda da “Battalname” gibi nasıl anlatılır/ne anlatılır sorusuna eskiden verilmiş cevapları bir imkân olarak tartışıyorsun. ”Sadece yazarak ferahlamış” biri olarak bu “içtimayı” nasıl görüyorsun?


“Yazarak ferahlamak” ifadesini nerede kullandım şimdi hatırlayamadım abi ama reddetmiyorum. Bazen de ferahlıyoruz sonuçta evet. Hep öyle olmuyor ama bazen evet. Soruyu bağlamından koparmamak için uzatmadan cevaba geçeyim: 

Geçenlerde sosyal medyada Anjelika Akbar’ın bir iletisinde gördüm. Mahler’den alıntılayarak şöyle diyordu Akbar: “Gelenek demek ateşi iletmektir, küllere tapmak değil” 

Battalname’de Hamzaname’lerde, Hazreti Ali Cenkleri’nde yazının/öykünün imkanlarını sınayarak geleneği ihya etmeye çalışmak, ateşi iletmek yeterince yeni (iyi) bir eylem değil mi? Google, Netflix ya da yaşadığımız zamana damgasını vuran başka “şeyler” bizi, istesek de istemesek de az ya da çok değiştiriyor ve biz ne / kim olduysak o kişi olarak geleneğe döndüğümüzde ondan bir şey çıkarmak istediğimizde ortaya yeni bir şey çıkıyor, çıkmalı. Elbette bu sınırsız bir etkileşim ya da sınırsız bir yenilik arayışı değil. Öncelikle, en temelde kim olduğumuz, etkilenen özne’nin kim olduğu önemli. Bir etken, bizi ne kadar değiştirebilir, nereye kadar değiştirmesine izin vermeliyiz. 

Zaman ırmağı hızla akadururken, bir Müslüman’dan ne kadar hangi büyüklükte taş koparabilir? Yüzümüzü döndüğümüz bu ırmağa sırtımızı dönmemiz gereken an, hangi andır? Hatta bu ırmaktan çıkmamız gereken an? 

İkinci olarak kayaya dokunan su bizken yani geleneksel metinleri değiştirirken nerede durmalıyız? Değişmemesi gereken öz, iletilmesi gereken ateş nedir? Kaya suyun dokunuşlarıyla şekil değiştirebilir ama nereye kadar kaya olmaklığını muhafaza eder, özü nerededir? İşte böyle. Tüm bu çabayı, bir içtima; bazen suyun karşısında kaya, bazen kayanın karşısında su olduğumuz ama daima bizi biz, Hamzaname’yi Hamzaname yapan özü kolladığımız bir büyük içtima olarak görüyorum.


Kusurlu Rüya’da “öyküde yükselme değil yığılma var” diyordun. Yığılmanın bir tıkanmaya sebep olma tehlikesi var mı? Yine de karamsar olmamak için elimizde hangi enstrümanlar/imkânlar mevcut?


İyi eser her zaman yolunu bulur. Buna kalpten inanıyorum. Ama evet elbette bir tehlike var. Yığılma, yolu tamamen tıkayamasa bile geçilmesi, ilerlenmesi zor bir hale getirebilir. O yazıyı yazdığımda yükselme değil yığılma demiştim, bugün yani aradan geçen beş yılda yığılmanın arttığını iyi eserin gittikçe (en azından benim tespit edebildiğim kadarıyla) azaldığını görüyoruz. O yazıda söylediğimi şimdi kendime tekrar edeyim, iyi de ne zaman parlak eserler çokluktaydı ki? Sonuçta edebiyat tarihine baktığımızda gördüğümüz resim, öyle ya da böyle molozların zaman tarafından, eleştirmenler, kanon vs tarafından ortadan kaldırıldığı, parıltılı ve iyi olanların ise yerine koyulduğu bir tarihin resmi. Kendi zamanımıza bakarken bu mümkün olmadığı için insan karamsarlığa kapılabiliyor. Ama enseyi karartmaya gerek yok. Yığılma tespitini menfi bir kanaatle değil de yükselmenin olmadığını vurgulamak için söylemiştim ben de. Elimizde kalem ve kâğıt ve klavye ve dünyayı dolaşan ve hep dolaşacak olan hikâyeler hep mevcut. 


 Bellek ve Başka Tuzaklar’da anılar, denemeler ve hatta hikâyeler yer alıyor. Mesela “Haminnelerin Beni”ne bir öykü kitabında yer verseydin yadırgamazdım. Bir yazar olarak değil de bir editör olarak ne diyorsun bu kitap için? Peki, yazar olarak editöre cevabın var mı?


Bellek ve Başka Tuzaklar, ilginç bir deneyimdi benim için. Tadı damağımda kaldı desem yeridir. Şöyle oldu: Bir dergi benden yazı / deneme istediğinde elim ayağım birbirine dolaşıyordu. Ne söyleyeceğim? Öyküyü zor yazıyorum zaten insanlara başka bir formda söyleyecek neyim var? Sonra içinde eser miktarda “hikâye” barındıran denemeler yazmaya karar verdim. Yazmaya başladığımda, öykü türünde yazarken saklamayı becerebildiğim “kendi hikâyem”in açığa çıktığını fark ettim. Öykü yazarken nerede (uzakta) duracağını bilen hatıralarım, deneme yazarken kalemime sızdılar. Önce ürktüm, tedirgin oldum fakat sonra içlerine biraz yalan biraz mübalağa biraz “edebiyat” katarak onları hatıra olmaktan uzaklaştırmaya çalıştım. Bu da metinleri öyküye biraz daha yaklaştırdı sanırım. Bilmiyorum iyi mi oldu? Ortaya çıkan manzara doğrusunu isterseniz beni sevindirdi, tatmin etti. Hatta yenilerini yazmaya dair cesaretim arttı.

Peki yazılan şey, Bellek ve Başka Tuzaklar özelinde tam olarak nerede öykü nerede deneme oluyor? İnanın emin değilim. Öykünün sınırlarını genişlettiği, anlatının sınırlarında dolaştığı günümüzde hele! Sanıyorum, anlamlı ve reddedilemez tek cevap: yazarın niyeti. Yazarı, türüne ne dediyse ona itibar etmeliyiz.

Editör cephesinden bakınca da yazar merkezli bir değerlendirmenin bizi makul bir sonuca ulaştırabileceğini düşünüyorum. Soru şu olmalı: Yazarın yazdığı diğer metinler arasında bu metinler nerede duruyor? Mesela yazar, herhangi bir meseleyi, kavramı bir kurmaca metninde bu kadar uzun boylu tartışmayıp söz konusu metinlerde tartıştıysa demek ki bu metinler diğerlerinden farklı bir yerde duruyor. Yazarın önceki öykülerinde kullanmaktan sakındığı unsurları bu metinde kullanmayışı (uzun alıntılar, kavram tanımları, kişisel anılar gibi) eğer “öyküde yeni bir şeyler denediğini” iddia etmiyorsa başka bir formda eser verdiğinin ispatı sayılabilir.

Öte yandan Bellek ve Başka Tuzaklar’daki metinlerin benim öykülerime göre biçimsel olarak klasik öyküye daha yakın olduğunu da itiraf edeyim. 

Ukalalık saymazsan, Picasso’nun otoportrelerini örnek vermek istiyorum. Kübik resimle kendisine kadar olan resim anlayışını yerle bir eden Picasso’nun, otoportrelerinde klasik resme ister istemez bir adım daha yaklaştığını görüyoruz. Elbette kendi üslubunu koruyarak. 

Bilmem ki buradan nereye varmak istiyorum. Otoportre denemeleri mimari oyunlara tahammül edemiyor, sanatçıyı klasik çizgiye çekiyor gibi bir şeyler demek niyetindeydim. Kendimi Picasso’yla kıyaslayınca bi’gülme geldi devam edemedim.


“Bellek ve Başka Tuzaklar”da hemen her yazıya dağılmış pek çok hikâye tomurcuğu mevcut. Bu tomurcukların açmasını niçin beklemedin? Yoksa nasılsa kökü bende mi diyorsun?


Galiba “kökü bende” diye düşündüm. Gittikçe daha az yazsam da “anlatılacak hikaye”yi bulmak konusunda bir sıkıntı hiç yaşamadım. Hayat, metinler, dünya hikayeyle dolu. Hem söz konusu sanat olunca bir tomurcuktan bin filiz bin çiçek bin ağaç çıkarmakta şahsen bir beis görmüyorum. Yani yarın bir gün birini alır yeniden yazarım. Öyle ya, nasılsa o tomurcuğa bilmem kaç zaman sonra su veren ben ilk zamanki ben olmayacağım. Ortaya istesem de ötekinin aynısı bir eser çıkmayacak.


“Kusurlu Rüya”nın altbaşlığı “Tuhaf Zamanlarda Öykü” idi. Hatta yazılardan birinin adı da “Ahir Zaman Ateşi”ydi. O günden beri daha da tuhaf zamanlar yaşadık ahir zaman ateşi biraz daha harlandı sanki. Ne olacak bu öykünün hâli? 


Öykü yazılır abi, o kolay. İnsan var oldukça hikâye de varolacak. Hikâye var oldukça anlatılmak için kendisine bir form bulacak. Bu öykü, roman ya da yarın başka bir form olur… Asıl soru, bizim halimiz ne olacak? Dünya, gitgide anlaşılması daha zor bir yer haline geliyor gibi. Bize kendini açmak konusunda her gün biraz daha gönülsüzleşen dünyayı yorumlama yeteneğimizi, onu izleme şevkimizi yitirirsek (biz derken bir genelleme yapmıyorum, sen ve benden bahsediyorum) hikâye de bizden uzaklaşır. (Yorumlama yeteneği ve izleme şevki derken dünyanın gidişatına dair bir tasvip vurgusu yapmıyorum) Ama bizden uzaklaştığı, olmadığı ve başkalarına yaklaşmadığı anlamına gelmez. Sadece bizden uzaklaştığı anlamına gelir. O yüzden ben bizim ahvalimiz konusunda daha çok endişeliyim.


Bu röportaj daha önce Muhayyel Dergisi’nin Ağustos 2020 sayısında yayınlandı. 

SUAVİ

1972 İstanbul doğumlu. İlk şiiri 1991 ekim ayında Türk Edebiyatı dergisi okur mektupları sayfasında yayınlandı. Pek çok dergide dergi ve gazetede yazı, şiir ve röportajlarıyla yer aldı. Sebepsiz Serçe, Taş Suya Değince, Heves ve Tövbe Gölgeliği isminde dört şiir kitabına, Kırk Gri Hırka ve Dünyanın Çekmeceleri isminde iki hikaye kitabına imza attı. Ayrıca Pierre Karton namı-ı müstearıyla Horkhaymır’dan Alzhaymır’a Türk Aydını isimli bir de mizah kitabı mevcut.

Daha fazla görüntüle
Diğer Yazıları