Menu
NERMİN TENEKECİ İLE SÖYLEŞİ
Söyleşi • NERMİN TENEKECİ İLE SÖYLEŞİ

NERMİN TENEKECİ İLE SÖYLEŞİ

Üçüncü kitabınız “Gülmedi Bahtım Yine” okurla buluştu. Titiz misiniz, yoksa hayat yazmanıza engel mi oluyor?

Her ikisi de sanırım. Birincisi yazarken fazla müşkülpesentim, evet. İkincisi, hayat değil belki ama mesai saatlerimin masa başında ve bilgisayar karşısında geçmesi, ister istemez, iş dışında ekrandan soğuttu beni (kalem ve kâğıttan diyemiyorum; ekrandan. Bilgisayarda yazdığım, hemen her cümleyi ekran karşısında tekrar tekrar okuduğum ve kelimelerle yap-boz oynamayı sevdiğim için). Genelde tersi söylenir gerçi ama yaptığınız iş icabı da metinlerle boğuşuyorsanız enerjiniz kendi yazıp çizmelerinize yetmeyebiliyor.

Bu kadar lâfın üstüne, artık çok daha esnek koşullara kavuştuğumu belirtmezsem haksızlık olur.  

İlk kitabınız yayınlanmadan önceki Nermin Tenekeci ile sohbet etme imkânı bulsaydınız, ona hangi tavsiyeyi vermek isterdiniz?

“[Yazarken] kendini bu kadar kasma, rahat ol” derdim belki ama o yine bildiği yoldan şaşmazdı. Can çıkmayınca huy çıkmıyor çünkü.

Kitapların isimleri art arda “Yoksa”, “İnsan Hatırlar” ve “Gülmedi Bahtım Yine” uzun bir cümleyi tamamlar gibi okunabiliyor. Kitap isimlerini nasıl seçiyorsunuz?

Başlık, kitabın içindeki hikâyelerden birinin adı aynı zamanda. Çok kıymetli hocamın tavsiyesiydi. Esasında perde arkasında, başlığın (her ne kadar, kitaptaki bir hikâyenin adından yola çıkılsa da), kitabın bütünlüğünü yansıtması gözetildi. Bu mânada “Gülmedi Bahtım Yine” diğer hikâyelerdeki hâkim duyguyu hissettirmesi açısından da kitapla örtüştü diyebilirim.

Hikayelerinizin “otobiyografik” olmaması için özel çaba sarf ediyorsunuz sanki. Abartıyor muyuz?

Bu açık uçlu bir soru bence. “Farklı karakterlerin ağzından yazıyorsunuz” demek mi istediniz mesela, ya da “Karakterler farklı ama acılar aynı; hangi acılarınızın üstünü örtüyorsunuz?” filân gibi bir şey mi? Hiçbiri mi?

Sanırım bu durum, yazdığınız bir karakteri ne kadar içselleştirdiğinizle de ilgili aynı zamanda.

Çaba sarfettiğim şey, sanırım, (tabii ki bu içselleştirme gayretinin yanı sıra) karakterleri belli bir mesafeden, daha nesnel bir gözle yorumlayabilme, onlara karşıdan bakabilme gayreti –bu kişi, yazarın bizzat kendisi bile olsa! Çelişkili bir ifade gibi, ama değil. Çünkü yazma çabası, üretebilme cehdi tam da böyle bir şey bence. Tüm paradoksları, tenakuzları, artıları eksileri harmanlayan bir kurgu süreci. 

2011’de sizinle yapılan bir söyleşide “Bir derdi olan insanları yazmayı yeğliyorum” demiştiniz. Geçen yıllarda tercihinizi değiştirmediniz. Bu dert meselesini biraz açar mısınız?

Bu soruya tek bir cümleyle cevap vereyim: Çünkü içimiz kanıyor.

Göçmenler, mülteciler, yoksullar... Hayatın kıyısına itilmiş insanları anlatarak hayatın sınırlarını mı hikâyeleştirmiş oluyorsunuz? Hayatın çatışmaları orada daha net göründüğü için mi mesela?

Açıkçası, şu geldiğimiz noktada hayatın kıyısı, hayatın sınırları dediğimiz şey (biz ne kadar görmezden gelmeye çalışsak da) hayatın ta kendisi oldu, oluyor; olmaya da devam edecek. Göçmenleri taşıyan ölüm teknelerini, bebek katliamlarını, açlıktan ölümleri, savaş çığlıklarını, tecavüzleri film izler gibi seyredip geçiyoruz ekranlarda; beynimiz uyuşarak, kanıksayarak, sıradanlaştırarak. Öyle kanıksadık ki dünyanın normal seyri addetmeye başladık.

Tüm bu çatışmaların, beni o tarafa ittiği doğru, fakat insanın bizzat kendisiyle çatışması da beni (çoğu yazarı olduğu gibi) cezbeden membalar arasında.

Aslında bu biraz nereden baktığınızla da ilgili bir şey… Dostluğumuz uzun yıllara dayanan, akran sayılabileceğimiz bir arkadaşım (ki gençliğimiz de aynı semtte geçti sayılır), “Sen bizi yazıyorsun” der mesela. Kendi gençliğinden, yani dünyevi meselelerden ve siyasetten uzak bir İslâm anlayışına karşı çıkılan, hadiselere daha toplumsal, daha ümmetçi yaklaşılan 80’li yıllardan; dahası, davaya ve aşka inanan, hesabı-kitabı olmayan, kimi zaman da bir anlama tutunduğu gençliğinin bir anında parlayıp sonra yitip giden hayatlardan izler bulduğunu dile getirir. Belki kendisini de, bir zamanlar, o hayatın kıyısına itilmişlerden biri addediyor, bilemem. Az ya da çok, öyle veya böyle, hepimizin kendimizi hayatın kıyısında hissettiğimiz bir ân var sanırım. 

SUAVİ

1972 İstanbul doğumlu. İlk şiiri 1991 ekim ayında Türk Edebiyatı dergisi okur mektupları sayfasında yayınlandı. Pek çok dergide dergi ve gazetede yazı, şiir ve röportajlarıyla yer aldı. Sebepsiz Serçe, Taş Suya Değince, Heves ve Tövbe Gölgeliği isminde dört şiir kitabına, Kırk Gri Hırka ve Dünyanın Çekmeceleri isminde iki hikaye kitabına imza attı. Ayrıca Pierre Karton namı-ı müstearıyla Horkhaymır’dan Alzhaymır’a Türk Aydını isimli bir de mizah kitabı mevcut.

Daha fazla görüntüle
Diğer Yazıları