Türkiye’de eleştirinin olmadığı fikrini tekzip eden bir kitap “Eleştirinin Eleştirisi”. Peki bu fikir nasıl ve niçin doğmuş sizce?
Evet, özellikle edebi eleştirinin yeterli olmadığı kanaati oldukça yaygın. Ben de Türkiye’de eleştiri yok” diyebilirim birçok kişi itiraz etmez belki. Ama gerçek tam böyle değil. Bir kere eleştiri (tabi edebiyat eleştirisinden söz ediyorum) ne ve nasıl bir şey ki var veya yok diye kestirme ve biraz da sorumsuz yargılar veriliyor? Eğer edebiyat eleştirisini, edebi metnin kendisi olmayan ve bir edebi metin üzerine söylenen yazılan her şey olarak kabul edersek, en alt düzeydeki “beğendim, beğenmedim”den tutun, akademik bağlamda yapılan binlerce lisans üstü tezinin tamamı eleştiri sayılır. Gazete köşelerindeki, gazetelerin kitap eklerindeki, dergilerdeki, edebiyat kongrelerindeki, sempozyumlardaki binlerce tanıtım, değerlendirme, inceleme, karşılaştırma edebiyat eleştirisi sayılır. Bütün bunların toplamı hesaba kitaba gelmeyecek kadar çoktur. Öyleyse atıf yaptığımız kanaatin başka dayanakları olması lazım. Bu dayanaklardan biri mesela edebi metin üzerine söylenen yazılan her şeyin eleştiri olarak kabul edilmemesi var. Kabul etmemenin arka planında kişilerin kendi indi ölçüleri var; yazıların bir eleştiri yönteminden mahrum olduğu yargısı var; eleştirisi üzerine yapılan tanımlamaların bağlayıcılığı var; bunlara bir de her metin üretenin kendi ürettikleri üzerine çok yazı yazılmasını istemesini eklersek dayanak üstüne dayanak buluruz. Hâlbuki eleştiri başka eleştiri yöntemi başka şeydir. Eleştiri, esas itibari ile metinle temasa geçenin metne ve yazara doğal olarak veya görev kabul ederek verdiği tepkidir. Eleştiri yönteminin kuramsal dayanağı olan bir sistematiği zorunlu kıldığı kabul edilir. sistematiği zorunlu kılar. Yani bizim eleştiri yöntemi dediğimiz şey metinlere uygulanan çözümleme teknikleridir aslında. Birçok çözümleme yöntemi var bildiğiniz gibi, bunlar uygulana da geliyor. Yöntemlerin çoğu önce Fransa sonra Amerika, Rusya ve Almanya kaynaklı bildiğiniz gibi. Yapısalcılık, gösterge bilimsel eleştiri, post-yapısal eleştiri vesaire. Hatta birçok eleştirmen yöntemine göre öne çıkıyor. Mesela işte İzlenimci Eleştiri-Nurullah Ataç, Yeni Eleştiri-Hüseyin Cöntürk, Yapısal Eleştiri-Tahsin Yücel falan.
Şöyle 150 yılı tarayarak geriye gitseniz sürekli eleştiri olmadığını veya ortalıkta yığınla bulunan şeyin eleştiri olmadığını, eleştiride objektif olmak gerektiği, yapıcı olmak gerektiği, yıkıcı olmamak gerektiği gibi eleştirilerin tekrar edilip durduğunu; herkesin bir diğeri eleştirmeyi bilmemekle, şahsileştirmekle suçladığını rahatlıkla görürsünüz. Şöyle de diyebiliriz: Mesela yüzyıllık edebi hayatımızda hangi yazar hangi özelliği ile bilinmedi, konuşulmadı hakkında yazılmadı. Namık Kemal, eleştirilmedi mi; Tevfik Fikret, Yahya Kemal, Necip Fazıl, Orhan Veli, Tanpınar edebiyatta ne yaptı da görülmedi? Bana kalırsa eleştiri var yok diye boş laf etmek yerine; eleştirinin niteliğini, güvenirliğini, tutarlığını konuşmamız lazım; örgün ve yaygın edebiyat eğitiminde, okur-yazar ortamında edebi metinlerle temas kurma yeteneklerimizi artırmayı konuşmamız lazım. Asıl mesele bu.
Türk edebiyatındaki pek çok metin hakkında ezberleri sorgulayan bir kitap “Eleştirinin Eleştirisi”. Bunu da kaynak metinleri esas alarak yapıyor. Mesela “Şair Evlenmesi”nde görücü usulü hicvediliyor kanaatinin söz konusu metni okumadan verilmiş bir önyargı olduğunu görüyoruz. Türk edebiyatı tarihi konu edindiği metinler “okunmadan” mı yazıldı?
Edebiyat tarihi olarak niteleyeceğimiz esaslı çalışmalarının, edebiyat metinleri ve eleştiri metinleri okunmadan yazıldığını söylememiz haksız ve aşırı bir yargı olur. Ama belirli ölçüler ekseninde seçtiğim yeni Türk edebiyatının eleştiri metinlerini yeniden okuma, dolayısıyla yeniden anlama çerçevesinde bir kitap hazırladığıma göre bazı tereddütlerimin olduğu da ortada. Kronolojik bir sırayı da dikkate alarak seçtiğim eleştiri metinlerini yeniden okumaya, bir bakıma eleştirinin eleştirisini yapmaya çalıştım. Çünkü Tanzimat döneminden Cumhuriyet yıllarına kadar yazılmış birçok eleştiri metninin bilinirliği, okunurluğu, niteliği, kendisinden sonraki eleştiriye etkisinin ne olduğu, bugün söylenilenlerin o eleştiri metinlerinde bulunup bulunmadığı konularında tereddütlerim var. Dahası adı verilen birçok metnin, aslında hiç görülmediğine, bir şairin veya romancının söylediği varsayılan sözün nerede söylenildiğinin ve gerçekte tam da öyle söylenilip söylenilmediğinin bilinmediğine hatta söylenilenden çıkarılan sonucun aslında metinde bulunmadığına hem okur olarak hem de akademisyen olarak defalarca tanık olduğumu; bugünkü eleştiri kavramları/terimleri kullanılmamış diye o metinlerde roman, hikaye, şiir, tiyatro eleştirisi bağlamında birçok şeyin söylenilmemiş olduğu yanılgısının da hayli yaygın olduğunu belirtmek isterim.
Batılılaşma maceramızı okuyabileceğimiz metin kanallarından biri de “eleştirel denemeler” ve “incelemeler”. Bu metinlerden bir savrulmanın tarihini mi okuyoruz yoksa değişim ve dönüşümün mü?
Özellikle ilk metinlerin okunmasında eskilik-yenilik ekseninde oldukça erken yerleşen koşullu bir bakıştan söz etmem gerekir. Meşrutiyet ve Cumhuriyet yıllarında yeni Türk edebiyatı tarihini yazanlar, on dokuzuncu yüzyılı, Osmanlı edebiyatının değişme, yenilenme ve batılılaşma süreci olarak kaydettiler ve Osmanlı ediplerinin/şairlerinin önemli bir çoğunluğunun dil, biçim ve anlam bakımından bu yenilenme ve değişmeyi istediğini özellikle vurguladılar hatta böyle olmasını çok tabii bir seyir olarak gösterdiler. Böyle olunca Osmanlı edebiyatının biçiminden ve tematik yapısından en fazla uzaklaşan edebiyatçı en yenilikçi ve kurucu figür olarak belirlendi. Bu bakış açısının uzantısı olan belirleyici kabuller, Cumhuriyetten sonraki akademik edebiyat eğitiminde de etkin oldu. Osmanlı edebiyat dilinin anlaşılmaz olduğu hatta bu şiirin “hayattan kopuk” olduğu söylendi önce. Sonra Şinasi’nin eski şiirin tematik sistemine ilk müdahale edenlerden olduğu, Abdülhak Hamid’in Osmanlı şiirini asıl yıkan şair olduğu, Tevfik Fikret merkezli Servet’-i Fünûn şiirinin asıl Batılı (modern) şiir olduğu gibi yığınla değerlendirme, kesin hükümler olarak edebiyat öğrencilerine söylenegeldi. Söylenilenlerin doğruluğu, yanlışlığı ve eksikliği hakkında birçok örnek verilebilir. Ama bu yazılarda yapmaya çalıştığım şey, özellikle ve öncelikle bu hükümlerin doğruluğu, sağlamlığı, yanlışlığı değil; bütün bu hükümlerin dayandırıldığı bazı metinlerin gerçekte okunup okunmadığını; okunduysa nasıl okunduğunu tartışmaktır. Elbette kendimce yaptığım bu belirlemeler, bir taraftan edebiyat eleştirilerinin yeniden okunmasını, bazı yargıların tashih edilmesi önerisini içerdiği gibi edebiyat tarihi çizgisindeki çalışmaların da bu çerçevede bakış açıları, ilkeler, yöntemler geliştirmesi zorunluluğunu da içeriyor. Mesela bu bağlamda özellikle Cumhuriyet yıllarına kadarki eleştiri metinlerinin, kültürün ve siyasetin değişme tarihi eşliğinde, yenilenme paradigmasının kapattığı anlam aralıklarını açmaya çalışarak ve metinlerin kendilerinde bulunan çelişkilere dikkat ederek yeniden okunmasını öneriyorum.
Kitapta atıf yapılan metinleri nasıl seçtiniz? Bu seçimleri yaparken nasıl bir toplam öngördünüz?
Bazı ölçüler uyguladığım söylenebilir. Eleştirideki değişmeleri çeşitlenmeleri izleyebilmek için öncelikle kronolojik bir düzenleme yapmaya çalıştım. Tanzimat sürecinde başladığı kabul edilen yeni edebiyatın zihin dünyasını gösterebilecek kült metinleri (Mesela Ziya Paşa’nın Şiir ve İnşa’sı, Namık Kemal’in Lisan-i Osmaninin Edebiyatı Hakkında Bazı Mülahazatı Şamildir’i Ahmet Mithat’ınkiler başta olmak üzere bazı roman mukaddimeleri), ideoloji ve edebiyat ilişkisinin etkin olduğu metinleri (Mesela Ali Canip’in Türkçü metinlerini, Nazım Hikmet’in Putları Niçin Yıkmalıyız’ı, Yakup Kadri’nin Yaban eleştirilerine verdiği cevapları içeren Yaban önsözü) yeni tartışmalar başlatan metinleri (mesela Garip Mukaddimesi, Cemal Süreya’Nın Folklor Şiire Düşman’ı, Fethi Naci’nin Milli Mücadele Romanları Eleştirisi), Yeni romanın ve edebiyatın arka planını ciddi bir şekilde ele alan ama edebiyat eleştirisi içinde pek de sözü edilmeyen bir metni (mesela Cemil Meriç’in Kırk Ambar’daki eleştirileri) Eleştirmen olarak esaslı bir şekilde tescil edilmiş kişilerin metinlerini (mesela Hüseyin Cöntürk’ün, Nurullah Ataç’ın Tanpınar’ın birer eleştiri metnini) seçtim.
Kitap çok hacimli olmasın istiyordum, bu yüzden yirmi metnin eleştirisi ile yetindim. Ama şu anda bunlara en az yirmi metin daha eklenmesi gerektiğini düşünüyorum. Asında amacım tek tek metinler değil; yapmaya çalıştığım şeyin, özellikle akademik edebiyat eleştirisinde bir yol olarak açılmasını umuyorum.
Kitabın som bölümü Fethi Naci’yi konu ediniyor. Niçin Fethi Naci? Sonrasında “başka bir edebi atmosfer” mi oluşuyor? Son yazının Fethi Naci’yle ilgili olmasının ayrı bir anlamı var mı? Fethi Naci bir eleştirmen olarak Türk edebiyatında kutuplaşmanın mimarlarından biri olarak da konumlandırılabilir. Tarık Buğra hakkında yazdıkları hakkında sizin kaleme aldığınız yazı bu kutuplaşmaya değiniyor. Fethi Naci’nin ardılları “neler” yaptılar sizce?
Roman eleştirisi denilince ilk akla gelen isimlerden biridir Fethi Naci. Çünkü seçtiği romanlar üzerine yaptığı incelemelerle, Yüz Soruda Türkiye’de Roman ve Toplumsal Değişme ile akademik edebiyat eğitiminde ve genel edebiyat eleştirisinde başvurulan bir eleştirmen oldu. Eleştirisini sosyalist gerçekçi kurama yasladı. Yıldız Ecevit’in “özde Marksist edebiyat eleştirisinin ana ilkeleriyle oluşan ama yıllar ilerledikçe içlerinde sanat kaygısının daha çok duyumsandığı ölçütlere” yaklaştığını söylemesi gibi onun Marksist eleştiri kuramlarının farklı aşamalarından geçtiğini söyleyenler de oldu. İlk eleştirileri ile son eleştirileri arasında bu bağlamda bazı küçük farklılıklar (anlatım tekniklerine, roman dilinin gerçekliğine değinmesi gibi) görülse de Fethi Naci, romanın işlevi, içeriğin belirlenmesi ve analizi hatta dil ve üslubun değerlendirilmesi konularında daima sosyalist gerçekçi bir bakış açısına sahip oldu. Bu da doğal olarak onun daha çok sosyalist gerçekçi yazarların romanlarını seçmesini sağladı. Ama bu durum, Naci’nin Ahmet Hamdi Tanpınar, Peyami Safa, Tarık Buğra gibi romancıları ele almadığı anlamına gelmediği gibi onların romanlarının Fethi Naci’nin genel eleştiri ilkelerinin dışında incelendiği anlamına da gelmez. Örneğin Tarık Buğra’nın romancılığına değinirken onun sağcılığına atıf yapar ve “sağcı bir yazarın bile toplumsal gerçekliğe bağlı kaldığı noktalarda başarılı” olabileceğini söyler. Edebiyatın işlevini Marksist bağlamda kilitleyen Naci’nin edebiyat eleştirilerinin en azından bir kısmında savrulması, katılaşarak yanılması, anlamaması hiş de şaşırtıcı değildir. Bana kalırsa bunun temel sebebi, Naci’nin sosyal ve siyasal tanım ve analizlerinde kendisini Marksist terminolojiyi tercih etmeye zorlamasıdır. Öyle olmasaydı “millî kurtuluş hareketi askerî bir harekettir; gerilla savaşı olarak başlamış; düzenli ordu sayesinde başarıya ulaşmıştır” dedikten birkaç paragraf sonra Millî Mücadele’yi “küçük burjuvazi ve yarı feodal ağalar öncülüğünde bir savaş” olarak tanımlamazdı. İkisini bir arada düşündüğünüzde ordunun, küçük burjuvazinin ve feodal ağaların hedeflerini gerçekleştirdiği gibi ilginç bir sonuç çıkar ortaya. Yine öyle olmasaydı, Naci, Anadolu Hareketi’ni sadece Marksist terminoloji içinde kalarak bir sınıf hareketi ile ilişkilendirmez; ittihatçı subayların, irşat heyetlerinin, burjuva olarak tanımlanması imkânsız olan Anadolu eşrafının, dininin ve vatanının istiklali için yüzlerce yıldır gazilik ve şehitlik idraki ile yaşayan Müslüman ahalinin Kuvâ-yı Millîye bileşenindeki yerini de arayabilir, tespit edebilirdi. Fethi Naci’nin bu tutumu bir yanlış ise ondan sonraki bir çok eleştiri yazarının bunu sürdürmesi beş yanlış oldu.
Bundan sonrası için gündeminizde hangi dosyalar, konular var?
İnşallah sonuna doğru geldiğimi düşündüğüm Mustafa Kutlu dosyası üzerinde çalışıyorum.
1972 İstanbul doğumlu. İlk şiiri 1991 ekim ayında Türk Edebiyatı dergisi okur mektupları sayfasında yayınlandı. Pek çok dergide dergi ve gazetede yazı, şiir ve röportajlarıyla yer aldı. Sebepsiz Serçe, Taş Suya Değince, Heves ve Tövbe Gölgeliği isminde dört şiir kitabına, Kırk Gri Hırka ve Dünyanın Çekmeceleri isminde iki hikaye kitabına imza attı. Ayrıca Pierre Karton namı-ı müstearıyla Horkhaymır’dan Alzhaymır’a Türk Aydını isimli bir de mizah kitabı mevcut.