Menu
CAN ACER İLE SÖYLEŞİ
Söyleşi • CAN ACER İLE SÖYLEŞİ

CAN ACER İLE SÖYLEŞİ

İlk kitabınızın üstünden bir yıldan fazla bir zaman geçti. Kitabınız hakkında yayınlandığı ilk günlerdeki duygunuz değişti mi bu süre zarfında?

Kitaba karşı duygum değişmedi. Memnuniyet ve razılık duyuyorum hâlâ. Poetik değil duygusal bir şeyden bahsediyorum. Brecht’in bir tespiti var. Ağıt, acı çeken kişinin yıkıcı acısından bir şey üretmeye başladığı anlamına gelir minvalinde bir söz. Yaşadıklarımın özel bir yanı yok ama o dönem şiirlerime bu açıdan bakıyorum. Onlarda bir ağıtta bulduğumuz tamlığı buluyorum. Ağıt yakan sesi çirkin bulmayız. Bu rıza ve memnuniyet bundan kaynaklanıyor galiba. Kendi yazdıklarına kendi hayatından bakmakla ilgili.

Ölüm kitabınızda önemli bir tema. Bir anlamda hayatı sınırları üstünden tanımlıyor gibisiniz bu tema ile. Acaba öyle mi? Ölüm teması şiiriniz için nasıl bir imkân sunuyor?

“Ölüm yaşamın bir parçası değil, sınırıdır” diyor Wittgenstein tam da dediğiniz gibi. Yaşamın parçası olmayan bir eylemin deneyimlenemeyeceği aşikar. O şey olduğunda bizim orada olmadığımız bir sınır bu. Hatta ölümün bile orada olmadığı bir sınır. Tolstoy’un İvan İlyiç’in Ölümü’ndeki “Ölüm geçti gitti… Artık o da yok.” cümleleri gibi yani. Ölürüz ve ölüm bile elimizden alınır.

O sınır mı bizi kendine çekiyor? Hayatta aradığımız anlamın hayatımızın dışında olduğu düşüncesi, sezgisi mi bizi oraya itiyor? Kendi gevşek varoluşumuzun arzuladığımız kesifliğe ulaşacağı bir an olarak tasavvur ediyoruz ölümü. Tecrübe ettikten sonra asla dile getiremeyeceğimiz ve mutlak manada bilgisiz olduğumuz o kesifliği dünyadan bize kalan son bir parçayla, gördüğümüz son insan yüzüyle anlatmaya çalıştım bir şiirde. İlk defa burada yayımlansın izninizle:

Ölüm Döşeği Rüyetleri

Yaklaş, göreceğim son insan

Seninle doluyum şu an,

İki insan arasındaki

Yaşarken kuramadığım yüce anlam

Bazen aşklarda bazen de ölümü andıran

Yoksulluklarda parladığı varsayılan

“Nefesle dolu bir göğüs gibi

Seninle doluyum ben, varlığım tamam”

Dedirten

Ve o göğsü bir daha terk etmeyen

Yaklaş

Belki kavuşacağım seninle o anlama

Belki de hiçbir zaman


Konuşacak bir şeyim yok

Dinlemek de gelmiyor içimden

Sadece yaklaşmanı istiyorum

Yaklaş

Seninle dolsun görmek istemediğim evren


Kimsin, bir bilsem

Bütün rüyetler Tanrı’nın rüyetleri değil mi

Yaklaş, yalnızca sana veriyorum yüzümün değişmeyen şeklini

Rüyadaymışız gibi hatırla beni:

Çocukken gökkuşağı yerine içi kan dolu bir bilye

Görmüştüm, işte tam öyleydi gözleri

Hatırlayamasam da huzursuz ediyor kelimeleri


Yaklaş, göreceğim son insan

Ne kötü seni kimseye anlatamayacak olmam

Diye geçirirdim içimden, hâlâ şairsem

Yaklaş, her kimsen

Bu aradığımız yüce anlam hayatın şiirsel ilkesidir. Ölüm kendi ölümümüz söz konusu olduğunda deneyimden ziyade idealdir. Çünkü kişi kendi ölümünün öznesi değildir tam manasıyla, onu ancak tahayyül eder. Bu noktada idealizmin bütün imkanlarını şiire verir ölüm. Bir de şahidi olduğumuz başkalarının ölümü var. Bu işte bizim için somut deneyimdir. Ölümü ölen kişiden çok deneyimleriz adeta. Çünkü onun bir hatırası olamaz, biz ise onun deneyimini hatıra olarak taşırız. Burada da ölüm yatay düzlemin, bedenin, maddenin imkanını verir şiire. 

“Her Günkü Sofra” gibi, “Sondaj” gibi gündelik hayata, emeğe değinen şiirleriniz var. Nasıl doğdu bu şiirler?

Kafamda küçük insan kavramıyla ilgili sorular var. Küçük insanın hayatında entelektüel bir gerilime yer var mıdır? Varlığı sınıfsal bir vaka mıdır yoksa sınıfları aşan bir davranış biçimi, hayat  algısı mı bizi “küçük insan” ayrımına zorlar? Mesela köylü ve küçük insan arasındaki fark nedir? Küçük insanın köylü-şehirli, sermayedar-işçi gibi bir toplumsal zıttı var mıdır? Trajik insanı küçük insanın zıttı olarak kabul edebilir miyiz?

Bu iki şiir de küçük insanla trajik insanın birleştiği şiirler. Her Günkü Sofra’da açılır kapanır plastik masalarda yemeğini yiyen yaşantısı küçük biri var. Fakat büyük soruları da var onun: “ herkesten sonra öldü babasının köpeği/ işte büyük ciddiyetle düşünür bunu:/ bir köpek neden herkesten sonra ölür ki/ ve düşündükçe suçlar kendini/ herkesten sonra hayatta kalmış bir köpek gibi” Sondaj ise erken şiirlerimden biri. O ara her yerde Yusuf kıssasına telmihlerle dolu kötü şiirler yazılıyordu. Kuyular, gömlekler vs. Onlara tepki olarak biraz da ironik bir şeyler yazmak istemiştim.

Sondaj işçisi bir Yusuf, kuyunun başında bir kuyunun başında ne düşünülürse onu düşünüyor şiirde. Şimdi okuduğumda sinematografik ve hüzünlü geliyor bana.

Bir mısrada “sadece gerçeğe itiraz edilmelidir” diyorsun. Gerçeği ve itirazı biraz açar mısın/açıklar mısınız?

Gerçek, deneyimdir. Deneyimin dışında kalan hiçbir şeyin gerçekliğini tespit edemeyiz. İnsanlığın bilgi alanının dışındadır o. Bir şeyin gerçek olması için onu illa bizim tecrübe etmemize gerek yok elbette. Tek bir kişinin deneyimlemesi bile yeterlidir. Vahyi gerçek olarak kabul edebilirim, peygamberin tecrübesidir çünkü. Cennet gerçek olabilir, o da Adem’in tecrübesidir. Tecrübe sahasında kalan her şeye karşı şiirin varlık şartını sağlayan karşı duruşlar da itirazımız oluyor.

İkinci kitapların ilk kitaplardan zor olduğu söylenegelir. Bu zorluğu hissediyor musunuz? Neler yazıyorsunuz bugünlerde?

Kitaptan sonra bir daha zor yazacakmışım gibi bir his oluyor ama kitabın etkisinden kurtulup kendi ritminize döndüğünüzde geçiyor hemen o his. O yüzden bu zorluğu çok hissetmedim diyebilirim. İkinci dosyamı tamamladım. Eleştiri ve denemelerimi bir kitap bütünlüğüne ulaştırmaya çalışıyorum.

Son sorumuz Metin Eloğlu’nun Oktay Rifat’a yönelttiği soru. "Şiir yazılmasa ne olurdu?" Sizin cevabınız ne?

“Şiir okunmasa ne olurdu?” sorusunun cevabını hep birlikte görüyoruz. Hep denir ya “Bu dünya tanımadığımız bilmediğimiz bir yerlerdeki erenin evliyanın yüzü suyu hürmetine ayakta duruyor.” diye. Eğer şairlerin böyle manevi bir etkileri yoksa- ki bir iki şair tanımış herkes bunun çok mümkün olmadığını bilir- toplumsal olarak çok bir şey değişmezdi bugün şiir yazılmasa. Ahmet Güntan’ın aktardığı güzel bir Arap atasözü var: “Nadir olan şey yok gibidir.”

SUAVİ

1972 İstanbul doğumlu. İlk şiiri 1991 ekim ayında Türk Edebiyatı dergisi okur mektupları sayfasında yayınlandı. Pek çok dergide dergi ve gazetede yazı, şiir ve röportajlarıyla yer aldı. Sebepsiz Serçe, Taş Suya Değince, Heves ve Tövbe Gölgeliği isminde dört şiir kitabına, Kırk Gri Hırka ve Dünyanın Çekmeceleri isminde iki hikaye kitabına imza attı. Ayrıca Pierre Karton namı-ı müstearıyla Horkhaymır’dan Alzhaymır’a Türk Aydını isimli bir de mizah kitabı mevcut.

Daha fazla görüntüle
Diğer Yazıları