Menu
ÜÇ KAFATASI
Öykü • ÜÇ KAFATASI

ÜÇ KAFATASI

Gün boyu yürüdüm. Aylardır iş bulamamış gibi erkenden evden çıkıyor ve çok geç saatlerde eve dönüyordum. Bütün gün yürüyordum ve gece uyuyabilecek kadar yoruluyordum böylece. Güya KPSS için çalışmam lazımdı. Zaten bir ay mı ne kalmıştı KPSS’ye? Hiç umudum yoktu. Evden çıkınca şaşırdım. Çünkü aylardır evinden çıkmayan komşum da kapısının hemen dışındaydı. Ona “günaydın” dedim ama gülümsedi mi homurdandı mı emin değilim. “Kötü bir şey olmuşsa nasılsa yarın ben sormadan kapıcı bana anlatır” dedim kendi kendime ve yürümeye başladım. Bir şey düşünmemek için yürümüştüm sokaklar, caddeler boyu. Sabahtan beri bir lokma geçmemişti boğazımdan. Acıktığımın farkında bile değildim. Yürüyordum yalnızca. Yürümek iyi mi geliyordu bana? Bu sorunun cevabını bilmeme gerek yoktu. Yürüyordum işte. Durmuyordum ve bu benim için yeterliydi.

Bir yokuştan yukarı çıkarken hiç aklımda yokken önünden geçtiğim mezarlığa girdim. Mezarlığı dolaşmasaydım ona rastlayamayacaktım. Mezarlığın duvarı çocuk parkına bitişikti. Çocukların seslerini duyarak dolaşmıştım mezar taşlarının arasından. Fotoğraflı mezar taşları vardı. Genç kadınlar, erkekler, fesli yaşlı adamlar… “Sakladım söylemedim. Derdimi söylemedim. Uyuttum.” yazan bir mezar taşının önünde uzun uzun durdum.

Ona rastladığımda Yusuf Atılgan’ın mezar taşına sarılmıştı. Uzun ince bir mezar taşı vardı Atılgan’ın. O da taşa sarılmış kendi kendine konuşuyordu. Sırt çantası hemen ayağının dibindeydi. Beni fark etmemişti. Bir an fark etsin istemedim. Yıllardır görüşmemiştim. Yıllar önce ona “Yusuf Atılgan’ın mezarı burada ama neresinde bilmiyorum” demiştim. Sonra aramaya başlamıştık. Dört dönmüştük mezarlığın içinde. Ben yılmıştım ama o ısrar etmişti. En sonunda o bulmuştu mezar taşını ve ona sarılarak bir hatıra fotoğrafı çektirmişti. Sonra Üsküdar İskele’ye kadar beraberce yürümüş ve bir daha görüşememiştik.

Sabah evden çıkarken bütün bunlar aklımda yoktu. Yürüyeceğim de yoktu aklımda. Adım atmaya başlayınca devamı geldi işte. Buraya kadar geldim. Peki, onu buraya kadar ne getirmişti? Neden sonra beni gördü. Çekip gitmemiş, ses de etmemiştim. Beni görünce şaşırdı ama çok da şaşırmadı sanki. Ben taş kesilmiş tepki vermiyordum. O mezarlıkta bana sarıldı. Aynı az önce mezar taşına sarıldığı gibi. Benim de o mezar taşından bir farkım yoktu gerçi. Bir kadının bana mezarlıkta sarılmasını beklemiyordum. Mezar taşlarına beni görüyorlarmış onlara bir şeyler açıklamak zorundaymışım gibi baktım.

“Ne oldu?” dedi bana. “Bir şey olmadı.” dedim. “Olmuş, olmuş besbelli.” dedi. Ben susmakla yetindim. “Ben seni çözmesini bilirim” dedi gülerek. “Hadi önce karnımızı doyuralım. Şurada bir kokoreççi olması lazım.” İskeleye doğru yürüdük yine. Dükkânına iki belki üç masa sığabilecek kadar küçük bir kokoreççiye girdik. Ben yarım ekmek izmir söyledim. O da normal kokoreç istedi. Kokoreç gelince fark ettim acıktığımı. Öyle bir iştahla yedim ki “sen de baya acıkmışsın” deyince onunla oturduğumu hatırladım.

Dükkândan çıktık. “Şu karşıda Abbara var oraya gidelim” dedi. Ses çıkarmadım. Ses çıkarmamama alışmıştı galiba. Karşıdan karşıya geçtik. Bir binaya girdik. Dar bir merdivenden yukarı çıkarken elinde tambur tutan bir adam aşağı inerken bana yol verdi nedense. Teşekkür edip yürümeye devam ettim. Bir masa seçip oturduk. İki çay söyledik. Bana heyecanla dönüp “Deminki adamı gördün mü? O Fatih’ti işte. İki romanı var. Ben ilkini okudum. Hani şu çok ödüllü olanı.” “Ben ikisini de okudum. İkincisi daha iyiydi” cevabını verince elini havada hafifçe sallayıp. “Aman ben de kiminle konuşuyorum. Tabii ki ikisini de okumuşundur.” Tam o sırada çaylarımız geldi ve konuşma bölündü. Masaya bırakılır bırakılmaz bir yudum aldım çaydan.

İkimizin de birbirine anlatacağı çok şey vardı. İkimiz de tuhaf bir şekilde susuyor ve asıl konuya girmiyorduk. O yakınlarda Konya’ya gitmişti. Gördüklerini, konuştuğu insanları uzun uzun anlattı.

Birden bire konuyu değiştirdi. “Aaa, az daha söylemeyi unutacaktım. Üç tane dövme yaptırdım. Ancak sadece birini gösterebilirim burada. Bakalım nasıl bulacaksın?” dedi. Sonra sırtını döndü bana. “Hadi, saçlarımın altına bak.” dedi. Ensesindeki saçları sağ omzunda toplayınca o kafatası dövmesiyle ilk kez karşılaştım. Ensesinin hemen bitim noktasından başlıyordu. Kafatasını öptüm. Ne tepki vereceğini bilmiyordum. Aldırmadı yaptığıma. “İki tane daha kafatası dövmem var” dedi. “Dördüncü de ben olurum o zaman” dedim. Yüzünü bana döndü. Gülümsüyordu. “O kadar şansın var mı bilemem” dedi.

“Neyin şans neyin şansızlık olduğunu anlamak için henüz çok erken” cevabını verdim.

SUAVİ KEMAL YAZGIÇ

SUAVİ

1972 İstanbul doğumlu. İlk şiiri 1991 ekim ayında Türk Edebiyatı dergisi okur mektupları sayfasında yayınlandı. Pek çok dergide dergi ve gazetede yazı, şiir ve röportajlarıyla yer aldı. Sebepsiz Serçe, Taş Suya Değince, Heves ve Tövbe Gölgeliği isminde dört şiir kitabına, Kırk Gri Hırka ve Dünyanın Çekmeceleri isminde iki hikaye kitabına imza attı. Ayrıca Pierre Karton namı-ı müstearıyla Horkhaymır’dan Alzhaymır’a Türk Aydını isimli bir de mizah kitabı mevcut.

Daha fazla görüntüle
Diğer Yazıları