Mürsel Sönmez: “Her şeyden önce şairlik yoktu”
SUAVİ KEMAL YAZGIÇ
"İşlevsiz bir edebiyata inanmadık" diyorsunuz bir söyleşide. İşlev ve edebiyat kelimelerini bir arada kullanmak adeta bir tabuya dönüştü günümüzde. Siz bu tabulaşmaya karşı edebiyattan nasıl bir işlev bekliyorsunuz?
Bütün bir varlık ve oluşlar sahnesinde her bir şeyin bir anlama matuf olarak var olduğu inancının devamı olarak o söz söylendi. Anlam ve işlev. Bu, biraz da tüm değer ve anlamları sıfırlamaya çalışan kötülük dizgesine karşı “red” ifadesiydi ve halen de öyledir. Edebiyatın ne işe yaradığının asal zemini budur: Hiçbir şey “saçma”ya kurban edilemez. Devamında ise, işin sanatçıya ve muhataplarına bakan tarafları var. Sanatçı için bir yaşama yordam veya üslûbu, muhatap için ise; benliğe dar gelen dil ve dünyayı genişletici bir duyarlık alanı açılması. İnsan, önünde sonsuz imkan alanları olan ve dar benlikten öte var olma alanları olan bir varlıktır. Edebiyat, görünür ve görünmezi dille harmanlayarak “öte”ye yolculukta güç katar “yolcu” olana. Ve buna en çok da bu çağda gereksinimimiz var. Çünkü, Pakdil’in dediği gibi “sıkıştık kaldık ortasında çimentonun” ve yine bunalıp kaldık egemen kötülüğün gelecek ufkumuzu karartmasından.
Her şeyden önce şairsiniz. Şiire neyi murad ederek başladınız? Şimdi neyi murad ediyorsunuz?
“Her şeyden önce şair”lik yoktu, varlık da yoktu. Ne olduysa “lâ taayyün” den “taayyün”e, oradan da zuhura doğru bir gidiş ile “feyz” ile oldu. “Yok” ve “var”dan ötede başlayan yolculuk; çeşitli evreler, süreçler içinde gerçekleşti. O “her şey” den sonrasını, bir anne ve babadan zuhur ile dünya denilen yere geliş ve burada kimi sıfatlarla görünüş macerası sorulduysa eğer; -mutlaka öyledir, çünkü “önce”, bize bildirildiği kadardır ve dahi burada o “her şey” öncesine atıfta bulunmak kasdî tasarrufumdu, yani durumdan vazife çıkardım- evet, “istidâd-ı ezelî”deki sıfatlarımdan kimileri öne çıktı, meydan buldu. Bu meydan bulanlar arasından “söz” ile görünürden görünmeze; görünmezden görünüre anlam aktarmak, hatta anlamlandırmak, aklın ve müfekkirenin kıyı köşesini süpürüp camını çerçevesini kırıp “kalp” ve/ya “kalıp” olanın dışında başka bir “varlık alanı” açmak yoluna “düştüm”. Herkesin düz baktığı dünyaya amuda kalkarak ya da gözlerini kısarak bakmaktı şiir, bende de öyle oldu galiba. “Hakikat”e çıplak gözle bakmak göz kamaştırıcı, hatta kör edici bir “durum”dur. Şairce gözlerini kısarak bakış bakış ise ikindi güneşine “baka/bilmek” gibidir. “Hakikat-i ilâhiyye” “hakikat-i Muhammediyye” ye tenezzül edince kavranabilen bir şey. Peygamber efendimiz “Ben ikindi güneşiyim” diyor. Öğlen vakti güneş tam tepedeyken gözlerinizi orada odaklayamazsınız ama ikindide mümkün. Şiir hakikatin ikindi şubelerinden birisi ve ben oralarda görünmüşsem “mecburen” görünmüşümdür. Başkası elimden gelmediği için. Bütün bunlardan sonra ben şiire değil, şiirin bana başlamış olduğunu söylemek herhalde doğrusu olur. Bîmurad idim şiire başlarken, hâlâ da öyle. “Bi tık” sonrası olan şiire başlamak ya da yazmak mertebesine dair söz söylemek gerekirse, “sevgilinin pencere veya balkonunun altında serenat yapmak”, sözle öz arasındaki varoluşsal ilgi doğrultusunda yeryüzünde maddeegemen zorbalığa direniş, “hakikat”in birey ve toplum hayatı için bağışladığı ilkeler doğrultusunda bir dünyanın oluşmasına sözel katkı vb. başlıklardan söz edilebilir.
Şiire bakışınızda neler değişti neler aynı kaldı?
Şiire bakış, hatta hayata ve birçok şeye bakış, aslında başlangıç dairesinden öteye gidemiyor gibi geliyor şimdilerde bana. Başlangıçta söylediklerinizin içi doluyor, anlam buluyor. Bir şiir toplamıyla veya toplam bir imgeyle geliyorsunuz -elbette kelam sıfatının taht-ı tesirindeyseniz- ve bir ömür onu açma çabalarınız şiir oluyor. Şair göğsünde bir tohum taşıyarak geliyor ve o tohum açabildiği, filizlenebildiği kadar açıp filizleniyor ve hasadı şair yapmıyor. Şiirin hasadını tarih ve insanlık yapıyor. Şair denilen kişinin göğsünde taşıdığı tohum, şiiri hâmil kişinin içindeki “dert”, sürekli genişleyen ve yok olup var olan “tecelli cümbüşü”ne renkler kokular sunuyor. Hep “bir şeyi” söylüyor, çağırıyor, duasını yapıyoruz, kimimiz bilerek, kimimiz de bilmeyerek. Bu şiir “söylemek”ler ve “yazmak”lar, kimi zaman hakikat avcılığı, kimi zaman insan hallerinden yola çıkarak cennet düşü kurmak, kimi zaman siyasal toplumsal boyutta bir itiraz olarak kendisini gösteriyor. Burada “mutlak”ın şiire mahkûm ve mecbur ettiği “şair” ve şiirden söz ettiğimiz unutulmamalı. Şiiri şairde “ol”duran gerilim ya da trajedi, “yere göğe sığmamak”, verili doğru ve kabullerle tatmin olmayıp “hakikat sıkıntısı” çekmek ve dahası “bilgi”yi hâle dönüştürüp hakikatin kendisi olmak için çırpınmaktır. Bu yüzden şairler kekemedirler, dilleri dolaşır. İlgi ve sevgiye mazharmış gibi görünseler de gerçekte “persona non grata” dırlar. Gerçek şairler açık ya da gizli, farkında olarak ya da olmayarak “mümin”dirler, gerisi sakız çiğneyerek şairi oynayanlardır. Şiirin, yani mutlak âhengin şair “kıldığı” kişi peygamberler ve veliler çilesinin mirasçısı ve bela paratoneridirler. Ne yapsınlar ve ne yapabilirlerdi ki zaten. Güzel ve âhenkli söz söyleme oltasına takılıp, sonrasında söylediklerinin “adamı olmak” diye özetleyebileceğimiz bir “değişim”, oldu ve kaldı.
Bir röportajda “Sevdiğinizi izhar etmeliniz”. Şiir neyi/neleri izhar eder/etmeli?
“Sevdiklerinize sevdiğinizi izhâr ediniz” diye bir hadis-i şerif var. Yunus da diyor ki; “Sevdiğimi söylemezsem sevmek derdi beni boğar”. Şair, önce de söz ettiğim gibi serenat yapar adını bildiği veya bilmediği, inandığını söylediği veya söylemediği sevgiliye. Bu serenatın içinde dua da, sitem de, özlem de, kavga da vardır, yani insanda ne varsa vardır. “İzhar etmek” göstermek şeklen ve lafzen olan bir şey. Aslında kendinize izhar ediyorsunuz, sevgili her hâlinize âgâh. Yine de Yunus’un dediği gibi “Ya ben öleyim mi söylemeyince” demek gerekiyor. Şiir “kâfirdir”, örter, neyi mi, “Hakk’dan gayrı” her şeyi. Gayrının olmadığı gerçeği ayrı bir konu. Zâten şair ayrı gayrıdan öteye geçerse şiir biter. “Cûylar kim erdiler deryaya hâmûş oldular.“ “Şairlerin yaptığı “îmâ”dır, söylemek ve izhâr etmek değildir” dersek doğrunun özüne daha da yaklaşılmış olur. “Îmâ”ne yaman şiirdir.
Yazdıklarınızı düşünürken bir yandan heyecan, coşku, aşk gibi lirik temalar aklıma geliyor bir yandan da İslam, antikapitalizm, dervişlik gibi kelimeler… Dünyanızda birkaç dünya var. Bu kelimeler mi sizi buldu siz mi yolda/hayatta bu kelimelere rastladınız?
Tüm varoluş sahnesi zıtlıklar üzerinde kaim bir “kaotik âhenk” alanıdır. Fethi Gemuhluoğlu’nun dediği gibi “ Allah ezdâd-ı câmidir”, insan da “emanet”i yüklenen olmak hasebiyle “ezdâd-ı câmi”dir. Bir yandan hakikat açısından “her şey merkezinde” demek, diğer yandan zâhirin, yaşanılan hayatın akışına müdâhil olmak. Teklik düzleminde ve büyük varediş ve varoluş bakımından olan bitene bakarsanız sorun yok, ama ikiliğin olduğu yerde çelişme ve çatışma kaçınılmaz. İçinizdeki sükûnu yaşarken dışınızdaki karmaşaya tepki vermeniz “gölge varlık”ınızın “kemâl”i için şart. O yüzden, yaşanılan dünyada ve hele insanlığın küresel zorbalık tarafından esir edildiği bir zamanda, itirazınızı dillendirmeniz öz hakikatinize sadakatinizin göstergesidir. Tümel bir bilgelik, bizde sorumluluğu arttırır. Hakikatin coşkusuyla kabına sığmayan kişi, yalanın engel ve duvarlarına çarpa çarpa ilerler hayat yolunda. Söylediğiniz kelimeler beni buldu ve hayat yolunda da iyice tanışmış olduk. “İnsan Hakk’da Hakk insanda / Arıyorsan bak insanda “ diyor bir ârif. İnsana ait olan hakkın savunusu insan olan için kaçınılmazdır. Sevgi yaptırır ona bu işi. Çünkü, insana dünyayı dar edenlerin dünyasını daraltır insan sevgisi.
Bir yanıyla velud bir kalemsiniz bir yanıyla da yazdıklarınızı saklamaya çalışır gibisiniz. Ortamdan şikâyetçisiniz de yazdıklarınızı mı koruyorsunuz?
Yazmak, bende hep “mecbûren” oldu. Yaşayamadıklarımızı yazmak çelişkisinden söz edilir hep. Ben bu çelişkiyi yaşamadım. Yaşadım ve yazdım, yazdım ve yaşadım. Eğer elimde olsaydı yaşamanın yazmak kısmına geçmezdim ama ne çare. Ortam eleştirisine girersek iş fena. Belki tarihin hiçbir dönemi ses, söz, yazı ve görüntü olarak bu kadar gürültülü olmamıştır. Bu gürültüde kimin kime ve neyi söylediği anlaşılmıyor. Bir yandan hakikati hâle dönüştürme uğraşı verirken, diğer yandan dolaşıma sokmaktan da sorumluluk olması sonucu kaçınılamıyor. “Yazık” etmeden “yazı” yazmak bıçak sırtı bir durum. Ad, san, nam gibi şeyler ise tam anlamıyla “saçma”. “Bizden bir güzellik zuhûr ederse sahibe aittir” denilen bir yerde hangi ad, hangi isim ve resim?
Şiirin ölümünü ilan edenler neyi murat ediyorlar? Kültür endüstrisinin ulaştığı noktanın bu ilanların güçlenmesiyle ilişkisi nedir? Şiirden mahrum kalmakla hayatta neden mahrum
kalırız?
İnsan, kadim ve tam anlamıyla insan var olduğu sürece şiirin yok olması, ölmesi gibi bir şeyin sözkonusu olacağını düşünmüyorum. Hele Türk şiirinin asla. Şiir yoksa “mizac-ı millîsi akılüstü yada ötesine çalışan bu coğrafyanın insanları varlık sahnesinden çekilmişler demektir. O zaman da zaten kıyamet kopmuştur. Şiir bir nevî tekil kıyamettir, hayatın grizusunun kontrollü tahliyesidir. Şiirin ölmesi küçük kıyamet demektir ve o da büyük kıyametin alametidir. Şairler –gerçekten şair olanlar- farkında olsunlar ya da olmasınlar gaybın kovanlarından bal devşirirler. “Arıya vahy edilmesi” olgusunu anımsayalım burada ve devam edelim. Fizik ve ötesi “vahiy”le “hayy” olan bir düzlemde “egemen kötülük” her iki alanı da karartarak bu ilişkiyi yok etmek istiyor. Şairin “asgari velâyet” düzeyinde yeryüzünde var olması onların hesaplarını altüst edecektir. Şair, dünyanın büyüklenenlerine değil, “bizâtihî ekber” olana yöneldikçe “bıçakların ağızları kapanacak”tır. Kıyametle ilgili “Allah diyen var oldukça kıyamet kopmayacaktır” diye bir hadis rivayet edilir. Burada o sözcüğü tüm benliğiyle söyleyebilenlerin varlığı kastediliyor olsa gerek. Şairler ve dervişler “Allah” sözcüğünü gereği üzre söyleme şansına sahip kimselerdir, dolayısıyla bizim de şansımızdırlar. Var olsunlar. Mahrumiyete gelince, şiirden mahrum olmanın sonuçlarını ise zaten koyu bir yalnızlık, acımasız bir dünya, maddeye mahkûm bir hayat olarak görüyoruz.
Düzyazılarınız da epey bir yekün tutuyor. Yüzakı farklı bir deneme oldu. Denemenin ve bilhassa Yüzakı’nın sizdeki karşılığı nedir? Yüzakı kitaptan sonra niçin devam etmedi?
28 Şubat sürecinde bırakın yazarlarını okuyucuları bile tutuklanan, her sayısı toplatılan Selam Gazetesi’nde yazı yazmam zorda olan o insanlara destek verme amaçlıydı. Yazabileceğimi düşünemiyordum ama oldu. Şiirlerim -eğer varsalar- gücenmesinler ama iyi yazılar çıktı. Düzyazı ile o zaman sıkı fıkı olduk ve sanırım birbirimiz sevdik. Her zaman olduğu gibi burada da mecburiyet hissederek yazdım. Zulme, sömürüye, yalan düzenine, yerelması putlara karşı durup, şeytan taşladım. Köşe yazılarında hiçbir siyasinin adı geçmedi ve sanırım üç yıl kadar sürdü. Bu yazılar deneme türü içinde düşünülebilir yazılardı ve sonrası geldi. O karşılıklı sevgi ürünlerini vermeye devam etti Birnokta’da yazdığım “akı”larla. Öyle ki yazı beni alıp şiirin, hikâyenin hatta romanın sularına çekti ve ben de onları “akaryazı” diye adlandırdım. Sonrasında bu akaryazıları “sürgünce” adıyla devam ettirdim ama şimdilik akış durdu. “Yüzakı” ya da “Yüz Akı” adlı kitaptaki metinler zor metinlerdi okuyucu için. Dilin, duyarlığın, düşüncenin harman olduğu bu kitapta Niyâzî Mısrî divanı şerhinden esmâülhüsnâ şerhine, bir sözcüğün izinden nice mekan ve zamanlara doğru bir serüven yaşadım. Hâlâ tadı damağımda olan o “akı” süreci geri gelir mi bilmem.
Köşe yazılarınız da var. Selam gazetesinde yazmak yazıldığı dönem itibariyle ödülü olmayan riski fazla bir işti. Ticaret hayatıyla ilgili bir kitabınız da söz konusu. Bu yazılar “şiire” ara verilerek yazılmış yazılar mıdır?
Kâğıda düşse de düşmese de şiir başımın “belâ”sı olarak hep var oldu. Gazete yazıları esnasında da öyleydi. Şiirden malzeme çalmadım, şiirin hamilik yaptığı yazılardı onlar. Şiirimin küçük kardeşleriydiler. Ve şimdilerde de abi kardeş araları iyidir. Ticarete dair yazılar da sevgili Doktorumuz Şefik Bey’in emir addettiğim ricasıyla oldu. Güncele doğrudan girmeyen ve benim “zihniyet inşâsı yazıları” olarak tanımladığım yazılar yazdım. Hayatın her alanına “bakış kuşları” gönderip, gördüklerini ülkemin ve insanımın nazarlarına arz etmekti niyetim, sanıyorum olabildiğince oldu da.
Birnokta ilk derginiz değildi. Kuruluş hikâyesinden biraz bahseder misiniz? İsmi niçin Birnokta idi mesela? Birnokta bir ekol/okul oldu mu sizce?
Seksenlerin sonlarına doğru edebiyat dergileri vurgun yemiş gibi kapanıyordu ve biz arkadaşlarla Kardelen adlı dergiyi çıkardık. Üç yıl kadar sürdü bu sıcak ve samimi çaba ve sonrasında kapanmak zorunda kaldı. Ardından Düşçınarı ve onun kapanmasıyla da Birnokta ortaya çıktı. Derginin adı, Hz. Ali’nin noktaya dair o meşhur sözünden ilhamla konuldu. Noktanın varlığın zuhurunda ilk “taayyün” olması çağrışımıydı bu. Halen birlikte olduğumuz arkadaşlarımızla edebiyat cephesinde bir “ribat” ve küresel kötülüğe karşı bir “barikat” niteliğinde ve aynı zamanda birlikte türkü söylemek gibi bir niyetle karar verdik, çıkardık ve devam etmekte. Varlık ve oluşa tümdengelim” gibi bir açıdan bakmanın geniş ufkuna nasip edildiğince sahip olmanın ferahlığı içinde olduk ancak bunun gereğini hakkıyla yerine getirebildiğimiz pek söylenemez. Nitelikli eser yayımlamak, yetenekli insanlar kazandırmak vb iyi şeyler yaptık ancak teorik çerçevemizi -maliyeti yüksek ve çilesi yoğun olarak bir hayli olgunlaştırmış olsak da- dillendirmedik. Yine de, “yeni bir aydın ahlâkı” bağlamında “eşidini gördüğünde gözleri sevinçten parlayan” insanlar olmaya çalıştık. Bunu mavi boncuk dağıtmadan ve yapabildiğimiz kadarıyla “vakar”ımızla gerçekleştirmeye çalıştık. Şunu da unutmadık, unutmamalıydık: Bu dünyada her şey sonludur, insanlar, kurumlar ve dergiler de öyle. “bu kubbede hoş bir sadâ” anısı bırakabilirsek hakikatin defterine ve insanlığın hafızasına, ne mutlu bize. Şimdi varılan ve ifade ettiğim bu nokta doğrultusunda okul/ekol oldu mu, olur mu sorusu ne cevap bulduysa öyledir.
Pandemi sebebiyle okurla yüz yüze gelme vesileleri çıkmaza girdi. Bu çıkmaz nasıl aşılabilir? Yeni araçlar ve vesileler ne kadar anlamlı olabilir?
İnsan biraz da alışkanlıklarının mahkumudur. Bizim gibi ilerleyen yaşta olanlar için yaşadığımız sürece çözüm gibi sunulan uzaktan iletişim veya “araçlar” pek sevimli nesneler ve yöntemler değil. “Rûberû” ya da yüzyüze elbette en sahici yol. Bunun eskisi gibi gerçekleşmesini temenni ediyorum. “Birbirine bakışarak iman tazelemek”in yerini ekranların tutmayacağını düşünüyorum. Su yoksa teyemmüm olabilir, buna bir şey diyemem ama biz suyu özleyip bekleyeceğiz. Bu durumun devamı kabus gibi geliyor bana.
Neler okuyor, neler yazıyorsunuz?
Neler okumuyorum ki! Karı koca akşama kadar çalışıp evlerine yorgun dönenlerin yüzlerini, gittikçe birbirinden kopartılan insanlarımızın yalnızlıklarını, tüketim çarkına elini kolunu kaptıranların yoksulluklarını, tüm insanlığı esir almış “para tektanrıcılığı”nı, doyma bilmez ihtiraslarıyla insanları ayartıp sömüren kapitalistleri, vatanımı ve vatanıma tuzak kurmuş yezit artığı abede uşağı pensilvanya çukurunu, kardeşliği parçalamaya çalışan emperyalist uşağı bölücü terörün aşağılıklarını ve daha neler neleri okuyorum. Sonra kitaplar, dergiler. Sonra bir dergide “şiir” görünce seviniyor, şairine dua ediyorum. Sonra -söylemesem olmaz, çünkü bunun riyâsı olmaz herhalde- Onbeş Temmuz gecesini okuyorum. Onbeş Temmuz Şehitler Köprüsü’nde yaşadığımız o gecenin gerçek olup olmadığını sık sık soruyorum kendime. “Ölüden diriyi, diriden ölüyü” çıkaran mutlak kudretin büyüklüğü önünde bir daha bir daha şaşakalıyorum. Ve tarihte gerçek inançlıların gösterdiği büyük fedakarlık ve kahramanlıklara o gecenin ışığında yeniden inanmanın bahtiyarlığını yaşıyorum. Yani bunları okuyorum. Yazmak mı? Gittikçe yazıya sığmayacak şeyler artıyor hayatımda. O gece de sığmıyor ama ille de bir Onbeş Temmuz Destanı yazmak istiyorum. Kim bilir?
Gündeminizde yeni kitaplar var mı?
Bizde kitap pek öyle tasarlayarak planlayarak olmuyor. Bir vakit geliyor ve yayımlanmış oluyor. “Kasdım budur şehre varam / Feryad ü figan koparam” diyen Hacı Bayram Velî’den mülhem bir feryad olarak “tecelli” ediyor. Bilmem ne olur, nelere zuhur eder.
Ekim ayında Birnokta Fethi Gemuhluoğlu odaklı olarak yayınlandı. Geçtiğimiz 20 yılda Fethi Gemuhluoğlu hakkında en çok çalışmaya yer veren dergi Birnokta olabilir. Ona bunca vurgu yapmış olmanızın sebebini sorsam?
Fethi Gemuhluoğlu okundukça okunacak; sanattan edebiyata, hayattan ölüme, geçmişten geleceğe dair bir sahifeler toplamı, velûd bir imge ve semboldür. “Dostluk Üzerine” konuşması ve diğer yazdıkları ile hakkındaki tanıklıklardan yola çıkılarak yerel ve evrensel bir bakış açısı ile karşılaşırız. Yolsuz, yönsüz ve merhametten mahrum insanlığımıza rahmet esintileri getirebilecek olan “Muhammedî” bir “revh”, bir tatlı rüzgardır. Biz kendisi ve düşünceleri ile ilgili bir şeyler yapmaya çabalıyoruz ama daha işin girizgâhındayız. Umar ve dileriz ki o “velûd imge”yi daha da açımlayıp yorumlayalım, insanımız ve insanlık önüne mutlak hakikatin “Muhammedî” imkanlarına dair sözler söyleyelim.
1972 İstanbul doğumlu. İlk şiiri 1991 ekim ayında Türk Edebiyatı dergisi okur mektupları sayfasında yayınlandı. Pek çok dergide dergi ve gazetede yazı, şiir ve röportajlarıyla yer aldı. Sebepsiz Serçe, Taş Suya Değince, Heves ve Tövbe Gölgeliği isminde dört şiir kitabına, Kırk Gri Hırka ve Dünyanın Çekmeceleri isminde iki hikaye kitabına imza attı. Ayrıca Pierre Karton namı-ı müstearıyla Horkhaymır’dan Alzhaymır’a Türk Aydını isimli bir de mizah kitabı mevcut.