Menu
MURAT k. MURAT İLE SÖYLEŞİ
Söyleşi • MURAT k. MURAT İLE SÖYLEŞİ

MURAT k. MURAT İLE SÖYLEŞİ

Çok uzun zamandır dergilerde yer aldın. Yumuşak Ge’de mesela. İlk kitap için biz mi çok bekledik? Yoksa anca demlendi mi diyorsun?

Aslında ilk dergicilik deneyimimin mazisi ortaokul yıllarına kadar uzansa da Yumuşak Ge’nin 
belli bir ciddiyetle mutfağında yer aldığım ilk dergi olduğunu söyleyebilirim. Elbette o yıllarda yazdığım öyküler hatta ufak ufak hazırladığım bir dosya da vardı. Klişe olacağını bilmesem “o dosyayı yaktım” diyeceğim. Yakmadım tabi ki. Hatta silmedim bile. Muhtemelen eski bilgisayarların birinde öylece bekliyorlar. Ancak bugün olduğum yerden bakınca hemen hepsini pek çok açıdan yetersiz buluyorum. Dürüst olmak gerekirse ilk öykü kitabım için biraz fazla beklediğimi düşünüyorum bazen. Yumuşak Ge’den sonra kurmacadan uzaklaştığım, daha doğrusu yazmaktan çok okumaya yöneldiğim bir dönem oldu. Belki ilk kitabın gelmesini geciktirdi bu süreç ama bir yandan da her şeye uzaktan, sakin bir kafayla bakmamı sağladı. 
Hasılı bekleyen var mıydı bilemem ama söylediğin gibi ancak demlendiğine inanmayı tercih 
ediyorum. 

Solucan delikleri, zamanda yolculuk… Bu konular, bu temalar seni hayatının hangi 
durağında nasıl buldu? Kendini fantastik ve bilimkurgu içinde ifade etmeye nasıl ve neden başladın? (Biri böyle yaz diye sırtına silah dayadıysa göz kırp.)

Kıps kıps (Göz kırpıyor) Bir milattan ya da kolayca tanımlayabileceğim bir eşikten bahsetmek 
çok güç. Kendimi bildim bileli spekülatif kurgu sınırlarında kabul edilebilecek metinlere yakınlık duyuyorum. Sadece edebiyat da değil. Bir diziye başlarken ya da bir film seçerken önce buralara bir bakmadan geçemiyorum. Ancak mesele sadece okumayı sevdiğim türden metinler yazmak değil. Bilimkurgu, fantazya ve büyülü gerçekçiliğin hikâyenin muhatabında güçlü etkiler bırakması adına son derece etkili enstrümanlar olduğuna inanıyorum. Bu biraz da hikâyenin işlevinin gerçekleşmesi ile alakalı sanırım. Bir özne olarak dünyanın geri kalanından ayrıştığımız andan itibaren kendimizi ve dünyanın geri kalanını hikâye ederek tanıyor, anlıyor ve bir bakıma yeniden inşa ediyoruz. Hasılı aslında hikâyelerle düşünüyoruz. Burada hikâye derken edebi bir form olarak öyküden değil tahkiyeden bahsediyorum. Dolayısıyla hikâyelerin hem bireysel hem de kolektif bilincimiz/bilinçdışımızın şekillenmesinde doğrudan etkisi var. Ancak sözlü kültürden yazılı kültüre geçiş ve beraberinde getirdikleri hikâyelerle kurduğumuz ilişkinin doğasını da çarpıttı. Arkaik insan için bu ilişki daha dolaysız ve saftı. Çünkü dinlediği hikâyeleri içinde yaşadığı gerçekliğe dahil etmesi çok daha kolaydı. İster ruh diyelim, ister özbenlik isterse psike içimizde, çok derinlerde bir yerlere işlenmiş ve hikâyelerin harekete geçirebileceği bir takım kodların olduğuna inanıyorum. Yani insanın bir fıtratı, yaradılışı var. Ne ki bugün zihinleri pozitivizm ve rasyonalizmle zehirlenmiş insanlar olarak onlarla eskiden olduğu gibi güçlü ve saf bir ilişki kuramıyoruz. Çünkü tırnaklarını sözüm ona “katı gerçekliğe” geçirmiş, duyduklarına akla yatkın bir açıklama aramaktan asla vazgeçmeyen o canavarı teskin etmek zorundayız. Ya bildiğimiz gerçeklik ile bağları tamamen koparıp farklı bir gerçeklik kurgulayarak yani fantazya ile ya da onu bir takım bilimsel açıklamalarla kandırarak yapabiliriz bunu. İşte tam da burada spekülatif kurgu adeta okurun zihnine yapılan bir yarma harekatı olarak son derece etkili. Aslında tüm bu tanımların anakronik bir yanı var. Sözün özü içimizdeki bir dürtünün; bugün spekülatif kurgu ile daha doğrudan ortaya çıkan kadim anlatı unsurlarını, mitleri, masalları ve efsaneleri aradığına inanıyorum.

Zaman kavramı çok önemli hikâyelerinde, en çok karşımıza çıkan hikâye kişisi zaman galiba. 
Zaman ne anlama geliyor senin için? Sana niçin hikâye yazdırıyor? 

Çünkü zaman, içinde yaşadığımız dünyanın en akıl almaz fenomenlerinden biri. Zamanın 
doğası benim için hem kafa karıştırıcı hem de büyüleyici olmuştur. Bizler için zaman tek boyutta hatta tek doğrultuda deneyimlediğimiz bir unsur. Belki de yaratılışımız ancak bu tür bir deneyime elverişlidir. Yine de mekan gibi zamanın da birden fazla boyutu olabileceğini ya da zamanı doğrusal değil döngüsel hatta bambaşka bir örüntü ile deneyimlemenin nasıl olacağını hayal etmeden yapamıyorum. Zamanı tarihselliğe indirgemek, onu parçalara ayırıp tanımlayabileceğimizi düşünmek aydınlanmanın bir diğer yanılgısı. Fakat aydınlanmanın bağrından çıkıp yetişmiş görelilik teorileri gösterdi ki zamanın doğası sandığımızdan daha büyüleyici. Belki de bu ironi ve çelişki bana çekici geliyor. Bilemiyorum. Ancak zamanın -daha doğrusu onu başka türlü anlamaya ve deneyimlemeye dair arayışların- öykülerimin önemli bir aktörü olduğunu söyleyebilirim.

Daha uzun soluklu hikâyeler, novellalar hatta romanlar yazmayı düşündün mü? Bana 
düşündün gibi geldi de… 

Öykünün bilhassa günümüz koşulları için ideal formlardan biri olduğunu düşünüyorum. Bunu 
böylece söylerken belli güdülerle yazdığımın düşünülmesini istemem. Gel gelelim öykünün kıvraklığı hoşuma gidiyor. Benzetme biraz garip olacak ama öyküyü fazla kalabalık olmayan, etkili ve dinamik bir atlı birliğe benzetiyorum. Roman daha yavaş -belki azıcık da hantal- ancak kararlı adımlarla ilerleyen, ağır zırhlara bürünmüş, kuşatma makineleri ile donanmış bir ordu gibi. Kesinlikle daha güçlü, ciddiye alınması gerekiyor ama bir yerden bir yere sürmek için de aynı derecede güçlü nedenlerinizin olması lazım. Diğer yandan azıcık romantikleşmeyi göze alarak öykünün günümüzde, kadim hikâye anlatıcılarının yaptığı şeye en yakın form olduğuna da inanıyorum. Buna rağmen bir gün bir roman yazmak ister miyim? Kesinlikle evet. Ancak tıpkı ilk öykü kitabımda olduğu gibi, acele etmeye niyetim yok.

Bundan sonra senden neler okuyabiliriz, neler okuyamayız?

Her ne kadar zihnimi kurcalayan meselelere öykülerimde yer vermeyi sevsem de kullandığım 
bazı enstrümanlara mahkum olmayı istemiyorum. Kitaptan sonra kimi öykülerin muhatabında hiç tahmin etmediğim kapıları araladığını gördüm. Bu hem sevindirici hem de cesaret vericiydi. Öte yandan zaman zamanda öykülerin içerdikleri bazı unsurlara indirgendiği de oldu. İnsanları suçlamıyorum. Nihayetinde edebiyat kamumuzun sık karşılaşmadığı türlere yaklaştığımı kabul etmeliyim. Fakat sözünü ettiğim unsurlar hikâyenin önüne geçiyorsa bu anlatıcı olarak benim kabahatimdir. Elbette ne yazacağıma tepkilere göre karar vermeyeceğim ancak eleştirilere kulak tıkamak da doğru değil. Hasılı aramaya devam edeceğim sanırım. Öyle umuyorum en azından… Çünkü “oldum” demek aslında gerilemeye başlamak, daha vahimi bunun farkında olmamaktır. 

Bir de astronomi kitabın var. O tarz kitapların yeterince yerli yazarı yok. Devam edecek 
misin?

Sanırım bir astronomi kitabı yazmanın bana nasip olması biraz da söylediğin gibi pek fazla 
yerli yazarın olmamasından. Şimdi o insanları biraz daha iyi anlıyorum. :) Esasen –mesele üniversite eğitimini bu alanlarda almış olmaksa- fizikçi değilim. Fakat neredeyse 5-6 yıl boyunca ciddi bir disiplinle fizik kitapları okudum. Mikro ölçeklerden makro boyutlara fizik hakikaten büyüleyici bir bilim. İnsanın kainata bakışını ciddi anlamda değiştiriyor. Nasip olursa bilhassa biraz daha genç okurlar için bu tür çalışmalar hazırlamaya devam etmek istiyorum elbette. Yazdıklarım birkaç kişinin bile bu alanda daha doyurucu kitaplara geçmesine vesile olursa ne âlâ.

SUAVİ

1972 İstanbul doğumlu. İlk şiiri 1991 ekim ayında Türk Edebiyatı dergisi okur mektupları sayfasında yayınlandı. Pek çok dergide dergi ve gazetede yazı, şiir ve röportajlarıyla yer aldı. Sebepsiz Serçe, Taş Suya Değince, Heves ve Tövbe Gölgeliği isminde dört şiir kitabına, Kırk Gri Hırka ve Dünyanın Çekmeceleri isminde iki hikaye kitabına imza attı. Ayrıca Pierre Karton namı-ı müstearıyla Horkhaymır’dan Alzhaymır’a Türk Aydını isimli bir de mizah kitabı mevcut.

Daha fazla görüntüle