Yapısalcılık, edebiyat eleştirisi içinde nasıl bir yerde duruyor? Todorov’un katkısı nedir?
Her şeyden evvel şu söylenmeli: 20. yüzyılın başlarında dilbilim alanında gerçekleşen “Saussure Devrimi” (gerçi Fredric Jameson, Saussure’ü “gönülsüz devrimci” sayar, doğrudur ama onun yaptığı gerçekten önemli bir devrimdir), yani yapısalcılık, bize herhangi bir olguya kendi yapısı üzerinden eşsüremli bir şekilde yaklaşmayı öğretti. Kısaca söylersek, Saussure (veya yapısalcılık diyelim) ile biz, olgunun bizzat kendi bünyesini görmeye başladık. İşte yapısalcılığın edebiyat eleştirisi içerisindeki konumuna buradan geçebiliriz. Yapısalcılık, eleştiride, edebî eseri kendi yapısıyla, yani içsel bağlantıları ve unsurlarıyla değerlendirme yoludur. Eseri psikolojik, sosyolojik, biyografik vs. bir temele dayandırmaya, Paul Ricceour’un “şüphenin hermenötiği” dediği mantıktan hareketle eserin ardını görmeye meyyal eleştiri yollarından farklı olarak eserin bizzat kendisini temel almayı önceler.
Bu açıdan değerli ve önemlidir. Gelgelelim yapısalcılığın içinde değerlendireceğimiz birtakım yaklaşımların, eseri matematikteki gibi belli formülasyonlar çerçevesinde ele alarak (mesela eserdeki karakterleri belli, sabit aşamaları olan izlencelere oturtarak, değişmez örnekçelerle konumlandırarak) eleştirmene pek az yorum imkânı tanıması (bunu Gennady Nikolayeviç Pospelov da vurgulamıştı), içerikten çok biçime odaklanması birer olumsuzluk olarak değerlendirilebilir. İşte Todorov’un katkısına da buradan geçebiliriz. Todorov, kendi özgün yapısalcı yaklaşımıyla, birkaç nokta haricinde, formülasyonlara ağırlık vermez, okura önemli ölçüde yorum imkânı tanır, ayrıca içeriği de “anlambilimsel görünüş” kavramı etrafında vurgular. Kısaca, ılımlı bir yapısalcılıktır Todorov’unki.
Yapısalcı edebi eleştiriyi göz ardı eden bir eleştirmen tam olarak neden mahrum kalır? Hangi fırsatı kaçırır?
Eleştiri akımları, yapısalcı eleştiri de dâhil, birer gözlüktür. Eleştirmen, eseri hangi açılardan değerlendirecekse ona uygun bir gözlük takar, o gözlükten eleştirir. Eğer eserin dışsal bağlantılarını (psikolojik, sosyolojik, tarihsel vs. temellerini) görmek istiyorsa bu doğrultuda bir gözlüğü tercih eder. Mesela eseri sömürge siyaseti, madunluk bağlamında yorumlamayı amaçlamışsa tercihi postkolonyal eleştiri gözlüğü olacaktır. O gözlükten görünenleri yorumlayacak, okura gösterecektir (Tabii belirtmek gerek: Özellikle de bugün, birden fazla gözlüğü aynı anda tercih ediyor eleştirmenler; “çoğulculuk”un gözde kavramlardan biri olduğu günümüz dünyasına uygun bir tavırdır bu). Şimdi, yapısalcı eleştiri gözlüğünü takmayı tercih eden bir eleştirmenin görebileceği, yukarıda da değindiğimiz üzere, eserin kendi bünyesidir, içsel durumudur, tek kelimeyle söylersek yapısıdır. Yapısalcı eleştiri gözlüğünü bir yana bıraktığında mahrum kalacağı, görme ve gösterme fırsatını kaçıracağı şey de budur.
Yapısalcı edebiyat eleştirisiyle ilgili yapılan “yazınsal yapıt cami avlusuna terk edilmiş bebek değildir” diyerek yazarın biyografisinin de önemli olduğu eleştirisi yapıyor. Siz bu eleştiriyi nasıl değerlendiriyorsunuz?
Yapısalcı eleştiri, öz itibariyle, biyografik olanlar da dâhil dışsal verilerin varlığını reddetmez; sadece başka bir şeye öncelik tanır. Nedir bu? Artık biliyoruz: Yapı. Söylemek gerekir ki biyografik veriler elbette önemlidir; özellikle de yazarın/şairin hayat hikâyesine “doğrudan bağlı” bir eseri yorumlamak noktasında bu önemin derecesi fazlasıyla yükselir. Gelgelelim söz konusu nitelikteki bir eserde dahi biyografiyle açıklanamayacak şeyler vardır. Nedir bunlar? Mesela “ses”, “görüş açısı”, “anlatısal önerme” kategorilerinin varlığı. Bunlar, biyografiden bağımsız olarak, edebî eserin tabiatında (yapısında da diyebiliriz) mevcut olan şeylerdir. İşte yapısalcı eleştiri gözlüğü, bunları görmek, eseri bunlar üzerinden açıklamak içindir. Biyografiyi veya başka bir dışsal/içsel veriyi reddetmek, yok saymak için değil.
Türk edebiyatında doğu-batı çelişkisini bir modern bir de post-modern dönemde değerlendiriyorsunuz. İki dönem arasındaki temel farklar neler?
Modern dönemden kastınızın romantik-realist dönem olduğunu düşünerek belirteyim: Romantik- realist dönemde, özellikle de Cumhuriyet’ten önceki roman ve hikâyelerde Doğu – Batı çelişkisi, daha çok yanlış Batılılaşma – makul Batılılaşma (Felatun Bey ile Rakım Efendi, Bahtiyarlık vs.) veya rasyonel mantık – irrasyonal mantık (Eleğimsağma, Gulyabani vs.) karşıtlıkları üzerine kuruluydu. Postmodern dönemde ise gelenek – modernite (Yoksulluk İçimizde vs.), köy – şehir (Sevgili Arsız Ölüm vs.) karşıtlıkları üzerinden şekilleniyor. Bu farklılık, değişen toplumun değişen sorunlarından kaynaklı elbette. Tanzimat döneminde yanlış Batılılaşma, hurafeci mantık öne çıkan toplumsal sorunlar arasındaydı; postmodern dönemde öne çıkanlar ise köyden şehre göç, gelenek ile modernite değerleri arasında sıkışmışlık. Hâsılı yazarlar neyi görüyorsa onu kurgulaştırıyor; ama değişmeyen tek şey Doğu – Batı çelişkisi.
Türk edebiyatı “eleştirel teori” açısından ne ölçüde çalışıldı? Eleştirinin olmadığı uzun zamandır söylenegeliyor, sizin bu konudaki yorumunuz nedir?
Özellikle de 1980’lerden sonra daha çok çeviriler sayesinde eleştiri teorilerine güçlü bir yönelim söz konusu oldu bizde. Bu yönelimin doğal sonuçlarından biri, Türk edebiyatına teorik bakışın kuvvetlenmesiydi. Son kırk yıldır feminist eleştiriden ekolojik eleştiriye, yapısalcı eleştiriden postyapısalcı eleştiriye kadar pek çok eleştiri teorisinden hareketle çeşitli çalışmalar (tezler, makaleler, monografiler vs.) ortaya konuldu, konuluyor. Elbette eksiklikler, boşluklar var; yapılması gereken çok şey var (Mesela, katıldığım bir TV programında da ifade ettiğim üzere, Divan edebiyatına Marksist eleştiri teorisi çerçevesinde bakılmalı; Asya Tipi Üretim Tarzı veya Feodal Üretim Tarzı üzerinden Divan şiirinin tarihsel gelişimi ve nitelikleri üzerine kapsamlı bir okuma yapılmalı; inanıyorum ki çok çarpıcı bir okuma olacaktır bu. Yine mesela, Servet-i Fünûn şiirinin dili söylem analizi teorisi üzerinden ele alınmalı; bu dilin makro ve mikro iktidarlarla olan ilişkileri ortaya konulmalı.) Ama bu eksikliklerin, boşlukların zamanla giderileceğine inancım tam. Yeter ki son kırk yılın dinamizmi kaybolmasın.
“Eleştirinin olmadığı” yargısına gelirsek… Teori ağırlıklı olsun veya olmasın, bizde eleştiri hep vardı. Hatta yüzyıllar öncesinde dahi tezkirelerde, dibacelerde belli ölçülerde eleştirel bir tutum kendisini gösterirdi. Hâsılı “eleştirinin olmadığı” yargısı doğru değil; doğru olan bir yargı varsa o da “nesnel eleştirinin olmadığı”dır. Evet, akademik eleştirmenleri bir yana bırakırsak, eleştirimizin dün olduğu gibi bugün de hemen hemen Nurullah Ataç çizgisinde ilerlediğini söyleyebiliriz. Edebiyat dergilerini açalım; ne görürüz? Çeşitli eserler üzerine bol övgülü, aşırı öznel yorumlar. Bunlar da eleştiridir elbette; neticede eser veya edebiyat üzerine yapılan bütün sözlü ve yazılı bildirimleri kapsar eleştiri dediğimiz şey. Nesnel eleştiri dediğimiz şeyse daha özel bir tanım ve çaba gerektirir. Eseri, onu ortaya koyanla ilişkimizi (özellikle bunu), kendi duygularımızı parantezleyerek; artısıyla eksisiyle ele almak, yorumlamak. İşte nesnel eleştiri budur. Bizde pek olmayan da budur.
1972 İstanbul doğumlu. İlk şiiri 1991 ekim ayında Türk Edebiyatı dergisi okur mektupları sayfasında yayınlandı. Pek çok dergide dergi ve gazetede yazı, şiir ve röportajlarıyla yer aldı. Sebepsiz Serçe, Taş Suya Değince, Heves ve Tövbe Gölgeliği isminde dört şiir kitabına, Kırk Gri Hırka ve Dünyanın Çekmeceleri isminde iki hikaye kitabına imza attı. Ayrıca Pierre Karton namı-ı müstearıyla Horkhaymır’dan Alzhaymır’a Türk Aydını isimli bir de mizah kitabı mevcut.