Şiirlerini “Eskittiğim Çantalar”da bir arada görmek senin için nasıl bir tecrübe oldu? Neler hissettin, neler düşündün? Toplu şiirleri çıkan bir şair, tası tarağı toplamıştır diyebilir miyiz? Bundan sonra şiir yazmaya, yayınlatmaya devam edecek misin?
Toplu şiirler fikri kıymetli arkadaşım Ümit Güçlü’den çıktı. Onunla, şiirden uzaklaştığımı ve böyle sürdürmeyi düşündüğümü konuşmuştuk. Toplu, bir arada okurun görmesi fikri ondan çıktı ve editörlüğünü üstlenip iyi bir iş çıkaracağını biliyordum. Öyle de oldu.
Yaklaşık iki üç yıldır şiir hususunda duyarlılığımın köreldiğini hissetmeye başladım. Herhangi bir eylem, olay veya benzeri durumlar hakkında iki türlü düşünürdüm her daim. Farz edelim yoldayım ve önümden keçi sürüsü geçiyor ve bekliyorum. Akşam kızıllığında toz duman kaldırarak yoldan geçen sürünün geçişini beklemem gerekiyor. Beklerken resimsel, şiirsel veya sinematografik bir bakışa illa ki girerdim birkaç farklı heyecan yaşardım ve bu görüntüyü oracıkta değerlendirmeye, biçimlendirmeye, seslendirmeye başlardım. Bunu çok keyifli bir iş olduğu için yapardım. Bu bir sürü yoldan bir iyileşme yoludur. Şiirsel boyutuyla izlerdim o görüntüyü. Resimsel boyutunu da ayrıca düşünürdüm. Böyle bir görüntüden bir resim bir de şiir çıkarmıştım. Şiir şöyle bitiyordu “ne çok bekledim de nahırdan dönmedi keçim / ne içtim de yara içinde içim” sabahları evinin ağılındaki bir iki keçisini bu keçi sürüsüne katanların yüzündeki dünya kaygılarını görmüşlüğüm var. Benim kaygılarımın çok benzeri kaygılardı bunlar . Ya da ben öyle sandım. Sonra sürünün kaldırdığı o sarı tozun keçiler için de sahipleri için de, çoban için de, toz için de dehşet verici acı tarafları vardı. Ne yana dönsen gördüğün acının verdiği keder o tabloda en büyük oyuncudur. En varlıklı insanların fillerden büyük arabalarıyla geçerken kaldırdıkları tozun arasında göreceğiniz şey de bu dehşetengiz acıdır.
Aynı hisleri taşımayı sürdürüyorum. Dünya acı çekme anlamında berbat bir yerdir. Aslında sadece acı vardır ve burnumuzu azıcık nefes alacak şekilde kaldırdığımızda büyük nimetler tattığımızı sanıyoruz. Ve azıcık nefes alma fırsatları oluyor bazılarının.
Bu benim dünyayı görme şeklim. Bu halde sanırdım herkesi, her şeyi. Hala da öyle sanıyorum. Böyle sandığım için bu toz bulutu içerisinde görebildiğim yaşayabildiğim kısacık pis mesafeleri yazdım. Daha yazar mıyım? Bir süredir yazmıyorum. Birkaç yıldır kalem, kâğıt taşımıyorum. Bu önemli bir şey değil.
Önemli bulduğum için de yazmadım. Yazsam mı yazmasam mı diye de düşünmemeli. Bir tabloda gezinme hissi veren şiirler etkileyiciydi benim için. Elle çizilmiş. Bir kişi düşüne düşüne bir yamaçtaki hayatı anlatmış ve sen onun bin bir boyutunu görmeye kadirsin. Burnun istediği kadar nefes alacak kadar topraktan kalkmasın. Öyle değil mi?
Ne gerekir yazıp çizmek için?
Maliyetli bir iştir resim. Alet işler el övünür sözü sanatın birçok dalında da doğruluğunu göstermektedir. Kâğıdınız Avrupa’nın en iyi kâğıtçılarından gelmelidir. Yüzde yüz pamuk olmalıdır. Bir tabaka suluboya kâğıdına ödeyeceğiniz parayla otuz civarında ekmek alırsınız. Bir fırçaya ödeyeceğiniz para ise bunun 5-6 katıdır. Bir boya takımını yarım asgari ücret maaşıyla alırsınız ve bu malzemeler çabuk biter. Ve kem aletle kemalat olmaz düsturu hep geçerlidir. Şiir için ise bir kurşun kalem bir cep defteri, yüz gram çay veya yürüyecek yollar yeterlidir.
Peki nasıl çalışırsın?
Resim çalışmak için birçok olumsuz sayılabilecek ortamlar da bana uygun olabiliyor. Şiir için kendinle olmazsan şiir peşinde sürünüp duruyor. Kalabalıklarda ve çeşitli meşgalede şiir yazma sürecini sürdürebiliyorum. Bulunduğum ortamda kesik kesik şiire döndürebiliyor beni şol peri. Şiir için haydi bir şiire başlayayım deyip kolları sıvamak mümkün değil. En azından benim yazma biçimim için böyle bir giriş olamaz. Tamamen kendisi kelime kelime gelip yanıma ilişiyor. Resimde ise çalışma isteğini beklemek zorundayım. Birinin istediği bir konuda resim yapmayı saymazsak, resim çalışmak da ilham beklemeyi gerektiriyor. İlham yahut heyecan. Bu yoksa günlerce haftalarca fırçayı elime alamam. Bazen, yapmak istediğim resim bellidir ama “çalışma vaktim nereden çıkıp gelecekse bi gelse de başlasam” dediğim oluyor. Bu diğer işlere benzemiyor. Yapmak istiyorsun ama o çalışma anını sana belki de göklerden bahşetmeleri gerekiyor. Beklemeden yaptığımda vakit ve malzeme boşa gidiyor. Şimdi başlayabilirim dedirten bir şey var. Belki saatlerce, günlerce çalıştıracak bir esinti. Bu esinti aynı vakitlerde belki 20 dakikada bitirilmiş bir resmi de ayrı bir parantez içinde bahşedebiliyor ve o yirmi dakika, günlerce çalışarak yaptığım resimden daha üstün bir resmi ortaya koymama sebep olabiliyor. O kısacık sürede ortaya çıkan eserde yıllar sonra baktığımda da bilmediğim enfes bir nefesle görüntüden fazlasının üflemiş olduğumu sanıyorum.
Bu şiire başlama sebepleri, hikayeleri yaşam güzergahını, dostluklarını, mekanlarını etkilemiştir. Şiir bu anlamda senin yaşamını nasıl etkiledi?
Şiir denk geldi de hayatıma gidi. Şiir olsa da olmasa da ben mecburen yaşadığım yerlerde bu hayatı yaşayacaktım. Kötü mü oldu, hayır. Zulümden başka hiçbir şey olmayan bu yeryüzünde her canlı acı çekmek için vardır. Acının dışındaki iyi şeyler ise acının hafif olduğu vakitlerdir. Adına huzur deriz, mutluluk deriz. Ömrümüz sürekli arzulamakla geçer. Ot bile fena acılar çeker. Yani ben öyle sanıyorum, bildiğimden değil. Şiir kısa söz söylemek için harika bir yöntemdir. On sayfa dert anlatacakken on dize ile yapabiliyorsun. Bu anlamda şiirimde genel olarak görünen şey de budur zaten. Başka şeylerden bahsedecek kadar bilemedim bu işleri. Misal, ayağımdaki nasırın acısı geniş hayaller kurmamı engelledi bence. Geniş hayaller de fazlaca zulüm görmek demektir.
“Kuyudaki Koro”yu özlüyor musun?
Güzel günlerdi. Güzel heyecanlardı. Kuyudaki Koro’dan önce de İnsan Saati dergisi vardı. Maraşta 3-4 yıl çıkardık. Bir grup kafadarla edebiyat yapmak ve onu yaymaya çalışmak pek güzel bir iştir. Şimdi fırsat doğsa yapmam. Yapanlara da bulaşmam. Ama gençken aldığım keyfi almayacağım için yapmam. O arkadaşlıklar kaybolup gitti. Çoğunun adını unuttum. Herhangi bir edebiyat dergisi görmek bile iyi gelmiyor artık.
Şiirin belli bir yaştan öncesinin işi olduğu da söylenir. Belki bununla ilgilidir. Ne dersin?
Aslında her yaşa uygun şiir mümkündür. Nasıl ki her yaşın getirdiği hayat meşgaleleri o yaşı ikna ediyorsa şiirde de yaşa uygun haller vardır. Bir başka düşüncem de şöyle, akıl kemale erince deli saçmaları da azalabiliyor, bitebiliyor. Şiir deliliği de bir yerden sonra buhar oluyor. Geriye söyleyecek erdemli sözlerin varsa onları söylüyorsun. Sözün, sesin bittiği yer, görüntünün bittiği yer yok gibi. İnsanoğlu hayatı boyunca söyleyeceklerini söylemek için yaşar. Bitti dediğinde düşünme de bitmiştir hayatı da. Bu anlamdan baktığımızda eser ölünceye kadar bitmemiş oluyor. Öldüğünde ise bitmemiş sesler, anlatımlarla göçüp gitmiş oluyorsun.
Bitirdiğine ikna olup çerçevelediğin ve sergilediğin resim için “bu gördüğünüzün devamı var, olmalı” dememek mümkün mü? Bundan fazlasını söyleyeceğim diye düşünürsün. İlerlemekte olan zamanın ana parçalarındandır yaptığın yapacağın ne varsa. Bu yolu tamamladım dediğinde ise aslında tamamlamış olmuyorsun. Aksine yolu değiştirmiş oluyorsun.
Zaman zaman öyküler de yazdın dergilerde. Onları da kitaplaştırmayı düşünüyor musun?
Bir dosya oluştu ama iyi bir gözden geçirmek gerekir. Artık benim için hikâye daha akıllıca bir iş. Yazma isteği olsun yeter ki. Tembellik, boş vermişlik değil benimki. Yazsam ne işe yarar mevzusu. Yazacak ne çok şey var.
1972 İstanbul doğumlu. İlk şiiri 1991 ekim ayında Türk Edebiyatı dergisi okur mektupları sayfasında yayınlandı. Pek çok dergide dergi ve gazetede yazı, şiir ve röportajlarıyla yer aldı. Sebepsiz Serçe, Taş Suya Değince, Heves ve Tövbe Gölgeliği isminde dört şiir kitabına, Kırk Gri Hırka ve Dünyanın Çekmeceleri isminde iki hikaye kitabına imza attı. Ayrıca Pierre Karton namı-ı müstearıyla Horkhaymır’dan Alzhaymır’a Türk Aydını isimli bir de mizah kitabı mevcut.