“Yâr Bana Bir Eğlence”nin önsözünde üç kişiyi zikrediyorsunuz. Ayşe Şasa, Ahmet Uluçay ve Hasan Aycın. Üç ayrı dünyadan bahsediyorsunuz aslında. Ortak paydası ne sizce bu üç ismin?
Yaşadıkları dünyanın hakkını vermek adına ellerinden geleni ardına koymamaları ve bu uğurda her türlü zorluğa katlanmaları; benimsedikleri dünya görüşüne karşı kompleksiz ve içeriden bir tavır almaları; içine doğdukları birikimi altını doldurabildikleri özgüven eşliğinde sanatlarına yansıtabilmeleri; son olarak yaşantı ve eserleri arasındaki makasın son derece dar olması, neredeyse yaşantı ve eserlerinin aynılaşması olabilir…
Ahmet Uluçay’ın Lumiere Kardeşlerle ilgili hayıflanmasından siz de bahsediyorsunuz. Lumiere Kardeşler’in bulduğu sinema ile Ahmet Uluçay’ın bulduğu sinema aynı mı sizce?
Güzel bir soru. Farklı tabi. Hareketin film şeridine sığabilmesi konusunda ortak bir noktada buluşabilirler. Ama tahmin ediyorum ki Lumiere kardeşler hareketi, film şeridi içinde hapsetmeye odaklı bir tavırla yola çıktılar. Ahmet abi ise hareketin film şeridi sınırlarındaki özgürlüğüne atıf yapmıştı. Lumiere’ler, hareketin film şeritleri arasındaki sıkışmışlığının bir tahakküm kapısını aralayarak güç gösterisine dönüşmesinin büyüsüne kapılmışlardı. Ahmet abi ise hareketi muhayyileye yansıyan bir gölge olarak yorumlamış, hareketin hayatı anlamaya dönük neşesine sığınmış ve seyirciyi baskı altına almak yerine ona biricikliğini keşfedebileceği bir paye biçmişti.
“Yâr Bana Bir Eğlence”yi esas aldığınız yüksek lisans tezi 2012 tarihli. Sizin bütün yönetmenlik çalışmalarınız ise daha sonra gerçekleşti. Film çalışmalarınızda teorik kitabınızın etkisi ne oldu, filmlerinizden sonra tezi kitaplaştırırken neleri gözden geçirme ihtiyacı duydunuz?
Bu sorunun cevabı neden tez çalışmasına niyet ettiğimde gizli biraz. Kısa film ve belgeselle uğraşırken bir şeylerin yolunda gitmediğini hissetmiştim. Sinema sanatına dair tatmin olmadığım ama adını koyamadığım bir haleti ruhiyeden bahsediyorum. Bunun üzerine İslam kültürüne dair sanatları yakından tanımam gerektiğini düşündüm ve ilahiyat fakültesinde İslam sanatları tarihi bölümünde yüksek lisans yapmaya karar verdim. Böylece hat, mimari, musiki, edebiyat vb. alanlarda bir birikim elde edebilecektim. Karagöz’le de bu dönem tanıştım. Günün sonunda bütün klasik sanatlarımızın bir hayli fazla ortak noktaya sahip olduğunu gözlemledim. Sinemayla malzeme itibariyle yakınlık gösterdiği için de Karagöz üzerinden bir tez çalışması yapmaya niyet ettim. Yazım sürecinde bazı teorik konulara değinme fırsatı buldum. Tabi önemli bir soru gündemime geldi: Teorik bir meselenin pratik karşılığı nasıl olacaktı? Öğrendikçe film yapmak ve yazmak benim açımdan zorlaşmaya başladı. Bir müddet sonra hata yapmayı da göze alarak film yapım alanında kalmam gerektiğini düşündüm ve kendimi araziye adadım. Çünkü teoride tutarlı gelen bazı fikirlerin pratikteki karşılığını bulmak kolay değildi. Film yaptıkça tezdeki bazı konuları tekrar gözden geçirmem gerekti. Bazı iddialı ifadelerimi törpülemem, eksiltmeler yapmam icap etti. Ayrıca tecrübelerimin bana birkaç yeni keşif yaptırdığına da şahit oldum. Hülasa filmler tez çalışmamdaki teorik çerçevelerin bir nevi sınaması gibidir. Kitap ise bu sınamaların akabinde ortaya çıkan nispeten gönül rahatlığıyla arkasında durabileceğim somut bir çıktı. Bir nevi muhasebe… Bu sebeple kitabın iddiası ortaya teorik bir metin çıkarmak değil, tam tersine bir yönetmen olarak genç zamanlarımda ortaya koyduğum teorik iddiaların filmlerden sonra nasıl bir değişim ve dönüşüme uğradığını paylaşmak maksadını güdüyor.
Kitaptan öğrendiğimize göre “gelenek”, sizin için itina ile pamuklara sarılıp önce sağlam bir kutuya, sonra da korunaklı bir kasaya konulup lazım oldukça “yararlanılan” bir şey değil. Peki, sizin için “gelenek” ne?
Zor bir soru. Olmayan bir şey hakkında konuşamayacağımıza göre ve gelenek bizzat bugünde, şimdide varlığıyla bize göz kırptığından, gelenek vardır diyerek söze başlamalıyım. İsmet Özel bir şiirinde eskilerin iz sürmesiyle bizlerin sürekli arama halinde olmamız arasında bir ayrıma işaret ediyor. Eskiler, gündelik hayatın içinde geleneğe rahatlıkla yer bulabiliyorlardı ve ihtiyaç halinde izleri takip ediyorlardı. Ama bugün izlerin silikleştiğini, geleneğin gündelik hayatımızdan tamamen olmasa da çekildiğini tecrübe ediyoruz. Bundan olsa gerek sürekli arama halindeyiz. Neden? Çünkü gelenek hala aramızda ve canlı. Yavaş yavaş da olsa nefes alıp veriyor, ummadık zamanlarda karşımıza çıkıyor, hoş sürprizler yaparak bize yol gösteriyor. Bizi arama halinde tutan, bazen ürküten, çoklukla haşyet duygusu ile hayretimizi tetikleyen bir gölge gibi. Gelenek biraz da Mesnevi Şerif’de geçen fil hikâyesindeki gibi herkesin kendi yorumuna göre tarif alan bir konu. Hikâye malum. Karanlık bir ahıra fili getirip halka göstermek isterler. Herkes eliyle tek tek dokunmaya başlar. Bir tanesi kulağına dokunur, fili bir oluğa benzetir, birisi ayağına dokunur, fil bir direktir der, bir diğeri sırtına dokunur fil muhakkak bir taht gibidir yorumunu yapar. Kim neresine dokunduysa fili o şekilde tarif eder. Bugün gelenek de biraz böyle. Karanlıkta zaman zaman dokunduğumuz ama tam olarak tarif edemediğimiz bir fil gibi. Muhakkak ki fili anlamak için başka bir göze ihtiyaç olsa gerek ya da başka bir yönteme.
“Karagöz’de “hareket”in temsiline “gölge”, sinemada “hareket”in temsiline “gerçek” denebilir.” diyorsunuz. Gerçek ve gölge anlamlı bir şekilde buluşabilir mi?
Sinema, buluşabileceklerine dair anlamlı bir çıkış yoluna işaret ediyor. Çünkü yapıtaşlarına eğilirsek soruda da ifade ettiğiniz gibi ikisinin ilk başlangıç yeri ve ortak zemini ‘hareket’. Eğer hareketi doğru bir zeminde yorumlayabilirsek gölge ve gerçek de kendiliğinden anlamlı bir zeminde buluşacaktır diye düşünüyorum. O halde gölge ve gerçek kelimeleri için ‘hareket’in tam olarak ne ifade ettiğini tespit ederek işe başlamak gerekebilir. Bu da bizi insanın dünya hayatı içinde varlığına dair gündeme getirdiği temel sorulara kadar götürecektir. Soruda bahsettiğiniz anlam bence bu yolculukta kendini aşikâr edecektir.
Kitaptan öğrendiğimize göre film çalışmalarınızda “zuhurat”ın da ilham verici bir payı var. Bu pay için neler demek istersiniz?
Kader, filmlerimin konusunu seçerken de filmlerimi çekerken de belirgin bir yönelime işaret ediyor. Zuhurat bunun tezahürleri gibi. Karagöz’den mülhem doğaçlamadan bahsetmek lazım belki de burada. Zuhurat ile doğaçlama arasında son derece kuvvetli bir bağ olduğunu düşünüyorum. İkisi için de teslimiyet merkezi bir yerde duruyor. Öyle bir teslimiyet ki eylemi icbar ediyor ya da kaderi gayrete âşık ediyor.
Bu vesile ile İslam Ansiklopedisi’nin yayın sürecini anlattığınız “Hep Otuz Üç Yaşında”dan da bahsetmek ister misiniz?
Fırından yeni çıkmış bir iş. Hikâyesi olan bir konuyu hikâye etmeye çalıştık. Bu filmde de yine gelenekten istifade ettik diyebilirim. Selman Kılıçaslan ile ortaoyunundan ilhamla meydan fikri üzerinden zaman ve mekânın soyutlandığı bir zemin inşa etmeye çalıştık. Ne kadar başarılı olduğumuz artık seyircinin takdiri. Filmde emeği geçen herkese bu vesileyle teşekkür etmek istiyorum.
Hem “Yâr Bana Bir Eğlence” hem de İslam Ansiklopedisi’nin hikâyesini anlattığınız “Hep Otuz Üç Yaşında” çok yeni. Yine de soralım. Bundan sonrası için gündeminizde neler var?
Çok uzun süredir üzerine çalıştığımız senaryosunu Ayşe Pay ile birlikte kaleme aldığımız ‘Hayal Kuşu’ isimli bir projemiz var. Aşk üzerine. Melodramın kalıplarını zorladığımız, aşkın soyut taraflarına temas etmek istediğimiz, aşkın zorlu yolculuğuna film diliyle yaklaşmaya niyet ettiğimiz bir film. Yapım şartlarının olgunlaşmasını bekliyoruz. Umarım gerçekleştirme şansı bulabiliriz.
1972 İstanbul doğumlu. İlk şiiri 1991 ekim ayında Türk Edebiyatı dergisi okur mektupları sayfasında yayınlandı. Pek çok dergide dergi ve gazetede yazı, şiir ve röportajlarıyla yer aldı. Sebepsiz Serçe, Taş Suya Değince, Heves ve Tövbe Gölgeliği isminde dört şiir kitabına, Kırk Gri Hırka ve Dünyanın Çekmeceleri isminde iki hikaye kitabına imza attı. Ayrıca Pierre Karton namı-ı müstearıyla Horkhaymır’dan Alzhaymır’a Türk Aydını isimli bir de mizah kitabı mevcut.