Menu
Abdullah Yıldırım ile Söyleşi
Söyleşi • Abdullah Yıldırım ile Söyleşi

Abdullah Yıldırım ile Söyleşi

-Öncelikle merhaba. Sus Yeri adlı ilk öykü kitabınız 2020 ’de yayımlandı ve o zamana kadar çeşitli dergilerde okuduğumuz öykülerinizi bir araya getirdiniz. Yazma serüveninizle, öyküyü sizin için çekici kılanın ne olduğunu sorarak başlamak isterim.

Merhaba. Yazma benim hayatımda hep olagelen bir şeydi. Lise yıllarımda okuduğum her metinden sonra “ben bundan daha iyisini bir gün yazabilirim” derdim. Şimdi buradan bakınca gülüyorum tabi o zamanki kendime. Yine de cesaret toyluğa dahildir diyelim şimdi. İki binlerin hemen başında imam hatipli bir genç olarak- klişe olduğunu biliyorum ama yapacak bir şey de yok- edebiyat öğretmenim Ahmet Şener Bey- buradan selam olsun kendisine, bu arada Ahmet hocanın bu yıl Okur Kitaplığı’ndan Celi İsimli ilk romanı çıktı bu güzel haberi de vermek isterim- ön ayak oldu bana. Bir kompozisyon sınavında ilk defa bir hikâye yazmıştım. Hoca o metni çok beğenmiş ve gidip öğretmenler odasında bütün öğretmenlerimize okumuştu. Amatör olarak yazma serüvenimin böyle başladığını söyleyebilirim. Profesyonel anlamda ise ilk defa Ömer Faruk Dönmez’lerin Adana merkezli çıkardığı Edebi Müdahale isimli dergide hikâye yayımlamaya başladım. Sus Yeri’nin son bölümündeki öyküler bu dergide çıkmıştı ilk. Edebi Müdahale- belki biraz romantik olacak ama- bizim ilk göz ağrımızdı. Biz diyorum çünkü Hüseyin Ahmet Çelik ve Veysel Altuntaş da Müdahale’de yazmaya başlamıştı o dönemde. Yazmaya kısaca böyle başladığımı söyleyebilirim. Bu arada öykü yerine modern hikâye demeyi tercih ettiğimi söylemeliyim. “Öykü” kelimesinin etimolojisinde tahkiyeye dair ve değer bir çağrışım göremiyorum. Zaman zaman acaba ben mi yanılıyorum diye kendime sorduğum oluyor bu durumu. “Öykü” öykünmekten geliyor. Hikâye ile nasıl bir tedaisi olabilir ki? Emin olmamakla beraber kulağımda Nurullah Ataç’ın bu kelimeyi türettiğine dair bir bilgi var. Öyle olmasa bile türedi bir kelime değil mi yahu öykü? Öykü yerine modern hikâye desek daha doğru olur ama öykü kelimesi revaç bulmuş bir kere bu böyle gider biliyorum. Mesela şiir bin yıldır şiir olarak kalmış. Ha önüne zaman zaman modern, klasik gibi sıfatlar eklenmiş bu da olağan. Ama şiir, şiir olarak gelmiş ve gidiyor. Bu mevzuyu uzatabilirim ama uzatmayayım. Sorunuzun ikinci kısmına gelecek olursak kurgu beni hep kendine çekti. Çünkü biz anlatmaktan geliyoruz. Bütün kutsal metinler “söyle” diyor neredeyse. Hafızamız bir şeyleri anlatma, kurma üzerine kurulu. Olumlu veya olumsuz her iki anlamda da… Mesela bir problem yaşadığımız bir arkadaşımızla yüz yüze geldiğimizde “sen şunları şunları kurmuşsun” deriz. Çünkü zihnimizin matematiği, analok yapısı öyledir de ondan. Bu beni hep kendine çekmiştir. Özellikle- kendi deyimimle söyleyecek olursam- kurgu ile anlamın üst üste giydirildiği hikâyeleri çok seviyorum. Buzzati’nin Yedi Kat’ı, Etgar Keret’in Borular’ı, Borchert’in savaş sonrası öyküleri gibi…

-Okurun kitaba dair karşılaştığı ilk şey eserin adı ve kitabın kapağı oluyor. Eseriniz adını herhangi bir hikâyeden almıyor. Sus Yeri ne anlam ifade ediyor?

Bu imgesel bir başlık… Eserde başlık meselesi benim önemsediğim meselelerdendir. Genellikle tematik veya imgesel başlıklar hoşuma gider. Bu hikâye yazarken de böyledir. Başlık önce gelir bende sonra hikâye yazılır. Sus Yeri benim bu dünyayı algılama biçimim diyebilirim. Çünkü Müslümanlar olarak bu dünyaya söz almak üzere geldiğimizi düşünmüyorum. Hz. Adem’e esmayı öğrettiğini söylüyor Allah. Yani her şeyi… Biz eksiğiz, gediğiz, hatalıyız, yanlışlar yapıyoruz adımız bile insan düşünsenize. Böyle bir varlığın söz almaya gelmiş olması çok inandırıcı gelmiyor bana. Onun için buraya Sus Yeri demeyi tercih ediyorum. Bundan dolayı da kitabın ismi Sus Yeri oldu. 

-Sus Yeri üç ana bölüme ayrılmış. Bu tasnif yalnızca tema bağlamında mı yapıldı yoksa başka sebepleri de var mı?

Bu hikâyelerin türleriyle ilgili bir tercihti. Bu arada her bölüm için seçilmiş isimler de imgesel aslında. Örneğin “Başka Yerden” bölümündeki hikâyeler gerçeküstü veya büyülü gerçeklik türünde hikâyeler veya “Günün Sonundan” bölümündeki hikâyeler daha gerçekçi hikâyeler diyebilirim. “Siyaha ve Beyaza Dairdir” bölümündeki hikâyeler ise tematik olarak “öteki” meselesini ele aldığı için tercih edilen serial (nehir) hikâyeler. 

-Gerçeküstü ya da büyülü gerçeklik, adına ne derseniz, hikâyelerinizde rastladığımız bir durum. Fakat günün sonunda gerçeklik ağır basıyor gibi. Sizce bu tarz anlatım sert gerçekliği yumuşatmak için bir imkân mı? Yoksa gerçeküstü evren her şeyin mümkün olduğu, asıl dünyamızla bağlantılı bir baş aşağı dünya mı? Bu ikisi arasında kati bir tercih söz konusu olabilir mi?

Ben aslında ister büyülü gerçeklik veya gerçeküstü olsun, isterse salt gerçekçi hikâyeler olsun tür olarak hikâyenin çok geniş imkânlara sahip olduğunu düşünmüşümdür hep. Bunu yazmaya başlayınca daha iyi anlıyorsunuz. Size değen bir insanlık durumunu veya bir duyguyu hikâye formuna dönüştürmeye başladığınızda önünüzde geniş bir konfor alanı olduğunu görebiliyorsunuz. Ha bunun sert gerçekliği yumuşatıp yumuşatmadığına gelecek olursak ben ona yumuşatma demeyelim de sert gerçekliği türün kendi dili içerisine alıp dönüştürmesi diyelim derim. Yani hikâyenin bir kendi dili ve atmosferi vardır ve bu dil insana ait ne kadar sert bir durum olursa olsun onu olduğu gibi almaz- öyle olsa bu belgesel olurdu- aksine onu kendine alarak dönüştürür ve size öyle yansıtır. Genel olarak her bir sanat dalının kendi dili vardır zaten. Önemli olan bir insanlık durumunu o sanatın dalının diline dönüştürbiliyor muyuz? Mevzu bu bence. Gelelim gerçeküstü evrende her şeyin mümkün olup olmadığı meselesine. Bence ne kadar sürreel, ne kadar deneysel bir dünya hayal edersek edelim o dünyanın bizim yaşadığımız dünya ile bir ilişkisi, çağrışımı vardır. Bu en avangart veya en marjinal kurgularda da böyledir. Çünkü sonuçta o kurgu bizim zihnimizin tasavvur ettiği bir kurgudur. Ve doğal olarak bizden bağımsız olamaz. Bu iki evren arasında tercih yapmaya gerek yok bence. Kalemi rahat bırakalım o nereye gideceğini bilir.

-Sus Yeri biçimsel anlamda tahkiyede farklı yollar deneyen öykülere sahip. Öte yandan yazarın sesini de tanıyoruz. Kurmaca süreci sizde nasıl ilerliyor? İlham, sıkı çalışma veyahut bir etkilenme sonrası dile geliş… Size “İşte bu anlatmaya değer bir hikâye” veya “bu böyle anlatılır” dedirten şey nedir?

Bu soru için teşekkür ederim öncelikle. Ben bu hikâyelere çalışırken biraz doğaçlama ilerledim diyebilirim. Su aktı ve yatağını buldu da diyebiliriz. Bende hikâyeyi ortaya çıkaran onu tetikleyen bir şey olması gerekir. Oturayım da hikâye çalışayım gibi bir durum yok yani. Bu ilham geldikçe yazdığım anlamına gelmez öbür taraftan. Zaten sürekli okumaya gayret ettiğim için beni tetikleyecek bir şeyler karşıma çıkıyor. Örneğin Dostoyevski okumaları yapıyorum son birkaç aydır. Bir Dostoyevski hikâyesi yazıyorum mesela şu günlerde. Böyle bir okuma gayreti içerisine girmeseydim böyle bir hikâye çıkmayacaktı kuşkusuz. Öbür yandan bazen bir film karakteri, bir replik, bir şiir mısraı veya sokakta rast geldiğimiz bir enstantane… Bunların hepsi tetikleyici bir unsur olabiliyor bende. İşin kalan kısmını ise tabi ki çalışma oluşturuyor. Çalışma- her alanda olduğu gibi- yazarlıkta da çok önemli bir yere sahip. Diyelim ki “nefret” konulu müthiş bir kurgu belirmeye başladı zihninizde. Bu işin anahtarı bana göre. İşin geri kalanını ise çalışmak oluşturur şüphesiz. 

-Bir de sosyal medya var. Günümüz dünyasında maalesef yazdım bitti demek yeterli olmuyor. Çoğu zaman niteliksiz eserler baskı üstüne baskı görürken nitelikli ama kıyıda köşede kalmış kitaplar okunmayabiliyor. Bu konuda tek suçlu sosyal medya mı?

Tiraj- açık söyleyeyim- çok takıldığım bir konu değil. Bunu hakikaten böyle düşündüğüm için söylüyorum. Yayınevinin düşünmesi gereken bir konu bu. Bunu söylerken okunmak umrumda değil anlamında söylemiyorum elbette. Her yazar okunmak ister. Aksi halde neden yazsın ki? Burada mevzu çok okunmak bence. Bunu günümüzde etkileyen unsurların başında da sosyal medya geliyor hiç şüphesiz. Ama ben sosyal medyayı taşıma su olarak görüyorum. Yani sosyal medya üç beş gün, birkaç ay bilemedin bir yıl senin okunmana vesile olabilir. Peki ya sonra? Sonrası Allah kerim mi diyeceğiz? Bir de ister kabul edelim ister kabul etmeyelim yazarın yazma serüveninde içinde bulunduğu çevre bu durumu etkileyen bir unsur olabiliyor. Örneğin bir dergi çevresi veya bir belediyenin kültür departmanı içerisinde yer almak kitabınızın baskı sayısını arttırabiliyor veya daha fazla duyulmanızı sağlayabiliyor. Ben bunlara da aldırmıyorum. Emin olun. Ben zamanın en önemli eleştirmen olduğunu savunanlardanım. Ben yazdığım hikâyeden eminsem gerisi artık laf-ı güzaf.

-Birçok hikâye yazarı hikâyenin ardından daha uzun türler deniyor. Roman yahut novella gibi. Sus Yeri’nde son bölüm olan Siyah ve Beyaza Dair’de yer alan beş öykü birbiriyle bağlantılıydı. Bu bir türler arası geçiş denemesi miydi? Var mı böyle bir düşünceniz?

Bu bölümdeki hikâyeler daha önce de söylediğim gibi ilk hikâyelerimdi benim. Öteki konusu etrafında ve bir bütün olarak doğmuştu o hikâyeler. Bu bir romanın ayak sesleri midir? Ben en azından bu düşünce ile yazmamıştım o hikâyeleri. Ama gelecekte ne olacağını ancak Allah bilir tabi ki. Ben sadece hikâyeciyim sadece hikâye yazarım gibi bir düşünce yok aklımda. Ayrıca zihnimde bir roman konusu var. “Kötü”yü anlatmak istiyorum. Biraz netameli bir konu biliyorum ama bunu yapmayı istiyorum. Bu en azından beni heyecanlandırıyor. Yazmak ne zaman nasip olur bilmiyorum ama istediğim gibi anlatabilirsem- biraz iddialı olacak biliyorum ama inşallah diyelim- ses getireceğini düşünüyorum. 

-Sorularımı yanıtladığınız için çok teşekkür ederim. 

İlginiz için asıl ben teşekkür ederim.

Soner

1996 yılında Adana’da doğdu. Ortaöğreniminin büyük kısmını Seyhan Çukurova Anadolu Lisesi’nde tamamladı. Haziran 2019’da Aksaray Üniversitesi Eğitim Fakültesi Türkçe Eğitimi bölümünden mezun oldu. Öykü ve yazıları Muhayyel, Aşkar, Mahalle Mektebi dergilerinde ve Edebiyat Burada sitesinde yayınlandı. Şimdilik Kayseri’de ikamet ediyor.

Daha fazla görüntüle