Menu
HÜSEYİN AHMET ÇELİK İLE SÖYLEŞİ
Söyleşi • HÜSEYİN AHMET ÇELİK İLE SÖYLEŞİ

HÜSEYİN AHMET ÇELİK İLE SÖYLEŞİ

İlk kitabınızın yayınlanmasından beri üç yıl geçti. Nasıl geçti bu üç yıl? İlk kitaba dönüp bakınca neler düşünüyorsunuz?

İlk kitabım Sevinebilirsin Suâda İşte Yalnızız yayımlandığında yazarak geçirdiğim on beş yılı geride bırakmıştım. Yazarken çok şey öğrendim, çok şey yaşadım; çocukluktan delikanlılığa, acemilikten başka bir acemiliğe, taşradan İstanbul’a, öğrencilikten memuriyete, haneberduş bir yaşamdan mukimliğe geçişim, ben yazarken oldu. Şimdi buradan bakınca, böyle düşününce, ilk kitabımın ortaya çıkış hikâyesi beni ziyadesiyle ikna ediyor. Sonrası mı?Doğrusu şikâyet edebileceğim, geride ukde kalacak bir süreç olmadı.

İkinci kitaba niyetlendiğinizde dönüp bakacağınız bir örnek, eşik, sınır hatta rakip olması sizi daha kıyıcı olmaya sevk ediyor. Hiç değilse kendimin aşağısına düşmemeliyim diyorsunuz. Yine de yeni öykülere, eski öykülerin telafisi gözüyle bakmamalı. Ben öyle bakmadım. Öyküye gitmenin, ilhamı biçimlendirmenin, imzamı daha da ben kılmanın yollarını aradım bu üç yılda. Öğrendiğim şeyse şu: Ne üç ne otuz yıl yeter bu saydıklarıma, ne var ki yola çıktık bir sefer, dönmek de olmaz.

Kitapta “Bozdünya” isminde bir öykü yok. Niçin ismi “Bozdünya”? 

Bozdünya, başlı başına hikâyesi olan bir isim gibi geldi bana, hâlâ da öyle gelir. Malum, böyle bir kullanım yok, ben iki sözcüğü birleştirerek yeni bir sözcük elde etmiş oldum. Evet, Bozdünya bir öykü ismi değil; “Feretza” adlı öyküde bahsi geçen hayalî bir kitabın adı. Alâka uyandırmayan, yazarı kaybolmuş, yayımlanma serüveni tuhaf bir piyestir Bozdünya, öyküye göre.

Dünya, en başından beri huzurun egemen olduğu bir yer olmadı. İlk sakinleri bile önce pişmanlık ve ayrılık sonra cinayetle sarsıldılar. Bence yaşamak, bir başdönmesinden ibaret. Geldik, gidiyoruz, o kadar. İnsanın başı dönmesin de ne yapsın? Kitabın orta kısmını oluşturan öyküleri yazarken, aklım, dünyanın dönerken çıkardığı uğultuyla meşgulmüş demek ki.

Kitapta üç ara başlık var. Nimrüya, Berhava, Bîkarar. Hep bir eğretilik, eksiklik, yarımlık çağrıştırıyor bu isimler. Öykülerdeki karşılığı nedir bu durumun?

Dünyadaki hâlimiz gibi: eğreti, eksik ve yarım. Öykülerin işaret ettiği hayatlar ve kahramanlar da bu noksanlıktan azade değil. Bununla birlikte öykü de aslında eğreti, eksik ve yarım bir tür. Her şeyi tastamam yazmaya kalktığınızda türün sınırlarını ihlal etmiş oluyorsunuz. Poe’nun tek etki kuramı yanlış mı anlaşıldı diye soruyorum kendime. Savaş meydanındasın ve tek kurşunun var. Öyle bir tereddüt var öyküde. Deliler gibi anlatmak istiyorsun ama tek jetonun var, hikâye daha başlamadan bitiyor, dıt dıt dıt sesleri dolduruyor telefon kulübesini. Yaşanan, anlatılandan daha fazlası; anlatılan ise biçimden daha fazlası. Ben öykünün (hikâye de demiş olsak) uzun bir form olması gerektiğine ikna olmak üzereyim. Temenniyle karışık bir kehanette bulunmam gerekirse ben öykünün kısalacağını değil uzayacağını öngörüyorum.  Uzun derken kastımızın ne olduğu açık olmayabilir, olmasın da zaten. Fakat öyküyü anlık bir kesite indirgemenin, parlak bir finale kurban etmenin, kahramanın yüzünü görmeden öykünün sonunu görmenin sağlıklı bir tercih olup olmadığını tartışalım istiyorum.

Kitapta çocuk karakterlerin yoğunluğu dikkat çekici. Bu odaklanmanın sizdeki karşılığı nedir?

Çocuk karakterlerin çokça yer tuttuğunu, arkakapak yazısını okuyunca fark ettim. Herhangi bir niyet ya da tasarı çerçevesinde gerçekleşmiş bir durum değil. Bilinçaltımın bana ne oyun oynadığını en az sizin kadar merak ediyorum. Şu da var ki savaş, göç, iltica, yoksulluk gibi  hâller en çok çocukları etkiliyor. Televizyon ekranında, kırmızı ışıkta, kaldırım kenarında hep acınası yüzleriyle karşımıza çıkan çocuklar bir dünya hâli olarak belleğimizde duruyor. Bozdünya, -bunu söylemek bana düşmez ama- öyle sanıyorum ki bir dünya hâli derlemesi, mesela adı bu olabilirmiş. Yalnızca trajik görüntüler yok elbette. Hatta çoğunlukla yok. Dünya hâli dedik madem, hayata yalınkat bir bakışla bakmak istediğimizde yine çocuklara başvuruyoruz farkında olarak ya da olmadan.

İlk öyküde yazar olan öykü karakterinize “Belki sabah uyanınca, az önce emzirdiği bebeğine bakan anne gibi son defa baktım’ı silerim” dedirtiyorsunuz (yoksa diyor mu demeliydim?) Öyküde dil ve anlatıma özel bir önem veriyorsunuz. Bir cümleyi hikâyede var kılan yahut onu sildiren faktörler ne sizin için?

Ben öykülerimi sözcük sözcük yazıyorum. Burada durup gülümseyecek ve biz de öyle yazıyoruz diyecekseniz, lütfen demeyin, çünkü herkesin öyle yazmadığını tahmin ediyorum. Tuşlara basmaktan, her sözcükten sonra boşluk bırakmaktan bahsetmediğim çok açık. Sözcüklerin cümleyle, hikâyeyle ve kitapla ilişkisine dikkat ederim. Gel, git, ol, insan, el gibi sözcükleri ve bağlaçları filan bir kenara koyarsak bana bir sözcük söyleyin, kitabımda o sözcüğün aşağı yukarı kaç kere kullanıldığını size söyleyebilirim. Çünkü dosyayı yayınevine teslim etmeden önce, yaptığım son işlemlerden biri budur: sözcük seçimlerime, sözcüklerin tekrar edilişlerine, örneğin şey’i kaç kere kullanmış olduğuma bakarım. Öyküyü yazarken de aklımın köşesinde bu hesaplar daima durur. Hızlı ve sık yazan biri değilim bu sebeple. Stephen King, Yazma Sanatı’nda şöyle der: "Şu âna kadar bildiğim kadarıyla hiçbir romanımda 'şevkli' kelimesini kullanmadım. Tanrı izin verirse asla da kullanmayacağım." Bu, hep düşündüğüm bir şeydi, King söylemiş de beni kurtarmış. Bir öyküde asla yer vermeyeceğim sözcük ve cümleleri toplasak belki bir öykü eder. Bazı şeyleri dışarıda bırakmak gerekir. Dolayısıyla cümlenin akıbeti sözcükle ilişkili çoğu zaman. İçime sinmeyen bir sözcük ya da cümle hatta paragrafı silmekte tereddüt etmem. Silmek, iyi bir yazma yöntemidir; yok etmek iyi bir yaratma biçimidir. Buna inanırım ben.

“Yaşıyorduk Güzeldi Hayat” bir mülteci öyküsü. Sizce toplumsal/aktüel meseleler öyküde niçin ve nasıl yer almalı?

Bu öyküyü yazma amacım, yalnızca ve yalnızca bir hayatı kayıt altına almaktı. Hatta denilebilir ki bu bir öykü değil. Mülteci bir çocuğun internette dolaşan ses kaydının yazıya aktarılmış hâli bir bakıma. Evden Uzakta adıyla kitaplaşan bir proje için öykü yazmam gerekiyordu ama doğrudan bir mülteci öyküsü yazmak istemedim, kurguya başvurmayı istemedim, son güne kadar bekledim, işte son gün karşıma bu video çıktı, tesadüfen. İstedim ki böyle bir hayat var ve insanlar bunu bilsin, unutulmasın.

Öyküde toplumsal meselelerin yer alması gerektiğini hatta sanatın toplumsal bir işlevinin olduğunu düşünüyorum. Bir ürünün, sanat eseri kabul edilebilmesi için gerekli şartlar, biçime dair hususlar bellidir. Bunun dışında, öykü diyelim hadi, öyküde işlenmeyecek konu yoktur bana kalırsa. Ahlaki kaygılar dışında herhangi bir sınır yoktur. Bir meselenin politik, ideolojik, toplumsal, aktüel, güdümlü olup olması değil ele alınış biçimi önemlidir. Bana göre pasaport dildir. Dil unsuru görevini layıkıyla yapmışsa bir öykünün ele alamayacağı mevzu olamaz. Dünya edebiyatının başyapıtları toplumsal meselelerle ve siyasi mesajlarla yüklüdür. Aktüele de sırtımızı dönüyoruz. Yüz yıl sonraya kalmak istiyoruz çünkü. Yüz yıl sonra hâlâ okunur olmak gibi bir derdim -gerçekten- yok. Olursa, ne âlâ. Fakat evrensel olmak ve yüz yıl sonraya kalmak gibi beklentileri gerçekçi bulmadığımı itiraf edeyim. Evrenseli yakalamak ve uzun yıllar boyunca okunmak için yerele ve güncele dudak bükmek doğru bir strateji olmayabilir. Kendimle çelişmemek adına şunu da ifade etmek isterim: Ahlaki sınırlar dışında sanatçı hürdür ve dayatmalara kulak asmaz. Yazmak istediği ya da istemediği neyse, ona yalnız o karar verir. Elbette kalbinde duyacak o sızıyı. Sorumluluk hissiyle boğulma noktasına gelecek ki samimiyetle yazabilsin. Bir okur olarak fikrimi söyleyeyim ki kimseyi incitmeyeyim: Bir öyküde ya da romanda (şiir, zaten başlı başına politiktir) toplumu ilgilendiren bir soruna değinilmişse, varoluşsal bir sancının izleri görülebiliyorsa, Tanrı’yla, toplumla ve aynadakiyle yüzleşme göze alınabilmişse, hakiki bir sanat eseriyle karşılaştığımı düşünürüm. Bu görüşüm, ötekilerin hakiki sanat eser olamayacağını zorunlu kılmaz.

“Kimesne” öyküsünün kahramanı bir edebiyat öğrencisi, “Neymiş, yazının niyeti başka, okurun muradı başkaymış.” cümlesiyle başlıyor. Peki, bu niyet farkına yazar cephesinden bakınca neler görüyorsunuz? (Her yazar aynı zamanda okurdur diyerek okur cephesini de sorabilirim.)

“Kimesne” öyküsünün kahramanı, okur’un özne olarak hâkimiyetine başkaldırır. Murat’a katıldığım yerler yok değil. Okurun, metnin bütün şifrelerini elinde bulundurmasına bir yazar olarak sıcak bakamam. Yine de kolektif bir akıl olarak okurun, yazarın açıklarını keşfetme ve eksiğini tamamlama potansiyelini de inkâr edemem. Kuralları sabit olmayan, dinamik bir oyun. Galibi olmayan fakat seyirciyi memnun eden bir oyun olmasını dilerim.

Galibiyetten söz etmek istemeyişim şundan: Bir metne okur ve yazar başka yönlerden bakarlar. Yazar “ne” ile ilgilenir, okur “nasıl” ile. Demin, sanatın toplumsal yönünü konuştuk, işte bu bağlamı dikkate aldığım için öykünün konusu yazarı ilgilendirir demek istemiştim. Okur, konunun nasıl işlendiği problemiyle baş başadır. Konu, yazarın mahremidir. Gerisi tercih meselesidir; okuruz ya da okumayız. Yazar, eserinde tartışacağı sorunları laf olsun diye seçmez ki. Demek ki onda yer etmiş, sarsmış, yakasını bırakmıyor. Kurtulması gerek. Yazacak, başka çaresi yok. Yazar olarak, bizi seçen sorunu yüzüstü bırakamayız. Yazar, “ne” anlattığının farkında olmalıdır okur ise “nasıl” anlatıldığının.

Eleştiri makamı ise kürsüsünü okur ile yazarın ortasına kurar. Çünkü pratikte eleştirmen ya yazar ya da okur zümresine mensuptur. Okurdan ve yazardan daha fazla yetkiye sahip değildir, sadece bu süreci yönetir, adalet beklenir bu yüce makamdan, tarafları sınırlarına riayet etmeye davet eder.

SUAVİ

1972 İstanbul doğumlu. İlk şiiri 1991 ekim ayında Türk Edebiyatı dergisi okur mektupları sayfasında yayınlandı. Pek çok dergide dergi ve gazetede yazı, şiir ve röportajlarıyla yer aldı. Sebepsiz Serçe, Taş Suya Değince, Heves ve Tövbe Gölgeliği isminde dört şiir kitabına, Kırk Gri Hırka ve Dünyanın Çekmeceleri isminde iki hikaye kitabına imza attı. Ayrıca Pierre Karton namı-ı müstearıyla Horkhaymır’dan Alzhaymır’a Türk Aydını isimli bir de mizah kitabı mevcut.

Daha fazla görüntüle
Diğer Yazıları