Menu
MUKADDER GEMİCİ İLE SÖYLEŞİ
Söyleşi • MUKADDER GEMİCİ İLE SÖYLEŞİ

MUKADDER GEMİCİ İLE SÖYLEŞİ

İlk kitabın “Asla Pes Etme” yayınlanalı on sene oldu. Bu senede “yazmak” sana neler öğretti? On sene önce henüz kitap yayınlamamış haline bir tavsiyede  ulunma şansın olsaydı ne derdin ona?

Ne zor bir soru bu böyle! Epey düşündürdü beni. İlk kitaptan önce ve hemen sonra tamamen kendi halinde bir akıştı yazmak. Sonrası için Mustafa Kutlu beni ikaz etmişti ama ben işin o vakit bile cahili imişim, işte söylüyorum; yazar olmak zor bir işmiş. Benim genel tabiatım bir işi hakkıyla yapmaktır, yazarlık da dahil, bu yüzden çok yazıp siliyorum hâlâ. Elbette bu kadar sene sonra bir maharet kazandım, demircinin örse daha iyi vurması gibi ben de daha iyi vuruyorum klavyeye ama kâşif olmaya hiç yatkın değilken yazar olarak balta girmemiş ormanlara dalmak, karanlık mağaralara inmek, yüksek dağlara çıkmak, sürünerek dibe ulaşmak zorundayım. Tavsiye değil de bir ufak ikazda bulunabiliriz bugün kendisine, yavrucuğum emin misin, bir kez daha düşün diyerek. Hoş, tanıdığım Mukadder’in buna vereceği cevabı biliyorum ya…

“Hatırlı Yara” ismi çağrışım olarak sadece bu kitabının değil genel olarak bütün hikâye dünyanda karşılığı olan bir isim sanki ne dersin?

Biraz öyle. Bunu da Post Öykü’nün bir soruşturmasına cevap verirken anladım. Meseleniz nedir diye sormuşlardı. O vakte kadar bunun üzerine hiç düşünmediğimi fark ettim. Orada aynalara bakıp sormuştum hikâye dünyamdaki meseleyi, ayna ayna söyle bana diyerek. Haydi o soruşturmadan, aynalara yansıyanlardan çalalım biraz; 
“Eyvah ki eyvah! Bir cevap yok çünkü cevaplar var; iyilik, vicdan, tevekkül, umut, gerçeklik…  Çaresiz hatta panikle bakıyorum aynaya. Cevap ararken iyice giriftleşti her şey çünkü. (….) Söyleyeceğini söyleyip aynada görüntüsü kayboluyor okurun. Ama dur kaçma, gitme, birinde karar kıl. Hangisi? Peşine düşüyorum. Kayıveriyor elimden. Kahkaha atıyor giderken. Oynuyor benimle. 
Ha ha ha!.... Hiçbiri, anlamadın mı hiçbiri! 
Bir sırrın içinde alay ediyor aynalar artık. Birinin önünden diğerine atıyorlar beni. Kâh şişman gösteriyor, kâh uzun, kâh zayıf, eciş bücüş, ışıklı, loş, karanlık, çok güzel ve çok çirkin… Hangisiyim ben? Gerçeğim hangisi benim? Biri, bir tanesi hakikat ama hangisi? Birinden ötekine koşuyorum, hikayelerimi o aynalara tutuyorum. Yarım yamalak yansıyor. Renkler renk, şekiller şekil değil…. Yoruldum, bulamadım, ne anlatacağım, ne yazacağım ben şimdi? Susuzum, açım, güneş de battı. Nereye gideceğim? Hiç kimsenin yazmayacağı bir masal kahramanıyım artık, aynaların sırrı içine hapsoldum, hani evim, hani kalemim kağıdım? Nihayet yüzümdeki ve ellerimdeki kırışıklarıma bakıp, bir ayna acıyor bana. Parlıyor, fısıldıyor, içinden bir el uzatıp davet ediyor karşısına. 
(…..) En başa dönüyorum, nefes alıp soruyu tekrarlıyorum; haydi söyle bana o zaman en çok tekrar ettiğim imge, döne dolaşa yazdığım mesele nedir? Yazdığım bütün cümleler bir iksir kabına doluyor, sırlar dökülüyor içine. Sadece şeklini değil, hikayelerimin damarlarında dolaşan kanı bile görüyorum. Yutkunuyorum. Hepsi aynı rengi alıyor, kırmızı… Hepsi aynı tadı alıyor, ağulu, acımtırak… 
Sen onu bulup çıkarıyorsun her seferinde hayatın içinden diyor ayna. En gizli olanı, en unutulmuşunu, en bilinmeyeni, en çok saklananı, bazen de en aşikâr olanı, yeni kesilmiş gibi sıcak, üstünde buğusuyla kan sızanı. Anlattığın hep aynı yara; kanayan, kabuklanan, iyileşen, hiç geçmeyen bir yara…” 1

İşte böyle…

“Hırsız”da işlediğin “yalnızlık” sence bu zamanın genel bir karakteristiği mi yoksa evvelden beri her zamanın insanlarının yaşadığı bir durum mu?

Yoldan sapmış insan, nice kalabalığın içinde olsa da yalnızdır. Hırsız da yoldan sapmış bir kişi o hikâyede. Evvelden beri var olan yalnızlığın içinde bu yüzden. Ama ona desen ki bak, yapayalnızsın, güler sana etrafındaki kalabalığı gösterip, öbür yoldan sapmışları…

“Kalple Bilmek” ve “Yepyeni Bir İnsan”da zamanın ruhu yahut ruhsuzluğu anlatılıyor. Hangisi sence?

Bilimkurgu severim oldum olası. Bize altın tabaklarla, şatafatlarla sunulan bilimkurgu hikayelerine öyle yağma yok demek için yazıyorum saydıklarına benzer hikayeleri. O robotlar senin dediğin gibi olmayacak, olmamalı, olmasın davası benimki. Ruhsuzluk içinde ruh arayışı diyerek anlaşalım. 

“Terzinin Kızı”nda “Yazar toplayıcıdır” diyor. Bu sadece o hikâye için gerekli bir gerçeklik mi yoksa bütün hikâye dünyanda bir karşılığı var mı?

Farkında olmadan toplaman lazım, başka türlü olmaz ki. On yıl önce gördüğün, duyduğun bir söz, bir manzara, bir hal bir bakarsın bugün bir cümle ile girivermiş metne. Kendi halinde bir akışla olması lazım ama bunun, öbür türlüsü işe yaramaz.  

Dört hikâye kitabın var. Roman yazmaktan özellikle mi uzak durdun? 

Roman yazmayı beceremiyorum. Çok açık ve net olarak yazarak duyurmuş olayım. Ha denedim 
mi, ondan da emin değilim açıkçası. Bazı hikayelerimi roman sandım uzatırsam. Uzattım mı? Uğraştım mı? Hayır. Bahanelerim çoktu daha önce ama artık, benim hayatımın fiziki şartları mı müsait değil, benim düşünme biçim mi, yazma tekniğim mi bilmiyorum. Roman isteyenler dua etsinler, ol denilince olur çünkü.

“Hikâye ve öykü ayrımı nedir, anlayamıyorum ben. Fransızcada var mı böyle bir ayrım? İngilizcede? Çok modern yazıyoruz o yüzden öykü diyoruz, acayip fantastik yazıyoruz öykü diyoruz, bana mesnetsiz geliyor.” diyorsun. Niçin böyle bir meselemiz var? Niçin hikâye mi öykü mü ikilemi gündemde?

Aynı söyleşide şu cümleler de var; “Vay sen nasıl öykü dersin kavgası çok gereksiz, çok anlamsız. Artık yerleşmiş bir isim öykü. İsteyen istediğini desin. Ama ben demem. Çünkü öykü kelimesinin ortaya çıkışında bir kasıt var, beni ait olduğum kökten koparma kastı.” Ben böyle düşünüyorum. Dilim döndüğünce hikâye demeye devam ediyorum, daha fazla kullanılmasından dolayı benim dilim de bazen öyküye kaçıyor. Öykü ve hikâye farklıdır deniyor, ben aradaki farkı bilemiyorum, anlayamıyorum. Gerçekten anlamıyorum. Yüz yıl öncesinden örnekle “Ömer Seyfettin’in yazdığı hikayedir, Mukadder Gemici’nin yazdığı öyküdür” deniyorsa, bu bana anlamsız geliyor. İç monolog moderndir deniyor, hikâye anlatılır, öykü ise anlatılamaz deniyor. Samimiyetle söylüyorum, benim buna da aklım ermiyor. Hikâye mi öykü mü ikileminin bir gündemi olduğunu sanmıyorum, ona da cevap vereyim. Bir gündem yok ama benim daha önce bu soruya verdiğim cevabın netliği nedeniyle, bana sık sık soruluyor. Tekrar edeyim bu vesile ile; Türk modernleşmesinde bir entelektüel çevre vakti zamanında, kısa anlatıma hikâye yerine öykü demeye başlamış, bu kullanılmaya başlanmış, kamusal gibi, kanıt gibi, olasılık gibi yaygınlaşmış, hemen herkes tarafından kabul görmüş. Ancak ben hikâye demeyi tercih ediyorum. Konu kapanmıştır. 

Öykülerinde olaylara, karakterlere özel bir şefkatle yaklaşıyorsun. Bu şefkatin kaynağında neler olabilir sizce?

Öyle mi yapıyor muşum? Bir keresinde de günahkara müsamahakâr davrandığımı söylemişlerdi. Şefkat hepimize lazım. En çok da yaşayanlara geçsin diye yazdığımız, yaşamayan kurgu kahramanlara. Hem şefkat ne güzel bir kelime! Aferin bana becerebiliyorsam. 

Yazdıkların okurda çok sıcak bir yaşanmışlık duygusu uyandırıyor. Bu sıcaklığı nasıl yakalayıp 
metinlerinde koruyabiliyor ve okura da geçmesini sağlıyorsun?

Uyandırıyor, koruyabiliyor ve sağlıyor muymuşum? Gülmeyin şimdi bana böyle yazdım diye. İlk okur tepkilerini -Kaf Dağı’nın ardında, altın kafeslerde sakladığım ilk okurlarım var benim, onlara okutuyorum önce- nasıl korkuyla beklediğimi bir bilseniz, bunu böyle sormazdınız. Altın kafes üstündeki efsunlu perde kalkar, bir kâğıt uzatılır birkaç çift göze. Beklersin neticeyi, işte güçte, evde uğraşırken. Telefona bakarsın, ne yazdılar ne söylediler diye. Abuk subuk bir sürü mesaj vardır da Kaf Dağı’nın ardından mesaj yoktur. Süklüm püklüm beklersin. Eşim mesela biri, onu markette canından bezdirecek listeyi söylerim de, boğazım tıkanır, dilim tutulur okudun mu baktın mı diye soramam. Öyle ayağımda pranga şakırtılarıyla bekler dururum. Men çi guyem tamburem çi guyet diye Farça bir deyim var, ben dedim tamburum ne söyledi, siz ne söylediniz ben ne dedim? Okura geçen şeyler, sıcaklık, yaşanmışlık, vallahi bilmiyorum. Bir sır saklamıyorum. Formülünü bulan varsa bana da yazıversin ölmüşlerine rahmet.

Sonuçta bir “mesai”den fırsat buldukça yazıyorsun. Bir mesai mecburiyeti yazarlığınızı olumlu ve olumsuz anlamda nasıl etkiliyor?

Olumlu etkisi şöyle, hayatın daha içinde yer alıyorsunuz diyeceğim ama edebiyat tarihindeki bazı yazarlara bakınca bu tezim çürüyor. Jane Austen mesela, küçük bir kasabada, öyle kendi halinde yaşayan bir kadın ama romanlarındaki zekâ, espri, kadın-erkek, aşk-evlilik tahlilleri hâlâ parmak ısırtır. Olumsuz etkisi, e iş çok diyeceğim, bu sefer de Tarık Buğra, Kemal Tahir gibi hayatları boyunca öyle çok rahat imkana kavuşamamış ama iz bırakmış büyük yazarlar tezimi yerle yeksan ediyor. Ama ev işleri, beni işten daha fazla yoruyor itiraf etmem gerekirse. Nasıl bir kara değirmendir hâlâ anlamadım. Başta anacığım olmak üzere, bütün ev hanımlarının önünde saygıyla eğiliyorum. Hayatımın, evimin tam ortasından enteresan bir tespit paylaşayım bu konuda. Kızım, küçücük çocuk bence, geçenlerde şu mealde bir şey söyledi; bence dedi sen o yoğunluk içinde yazabiliyorsun. Cevap vermedim, hatta tabi canım falan diyerek işimin gücümün çokluğundan dem vurdum gene üstten üstten. Ama sonra şöyle bir düşündüm, dedim galiba çocuk haklı. Mesaiydi, vakit vardı, yoktu derken, yormayayım okuru. Bazen kendimi Atla Gel Şaban filmindeki karaktere benzetiyorum diyorum arkadaşlara da gülüyorlar bana. İşe yetişmem için koştur koştur durağa gitmem, tıkış tıkış bir minibüsün içinde olmam lazım, arkamda insanların vır vır konuşması gerek, tepemde istavrit, işkembe mumbar karışımının kokusu…. İşte orada acayip bir müzik eşliğinde hep tutan at yarışı tahmini yapıyor ya Niyazi, benim de o anda tutan bir hikâye yazmam lazım, hayat o yolda akıp giderken….


1 https://www.gzt.com/post-oyku/ayna-ayna-soyle-bana-3550013

SUAVİ

1972 İstanbul doğumlu. İlk şiiri 1991 ekim ayında Türk Edebiyatı dergisi okur mektupları sayfasında yayınlandı. Pek çok dergide dergi ve gazetede yazı, şiir ve röportajlarıyla yer aldı. Sebepsiz Serçe, Taş Suya Değince, Heves ve Tövbe Gölgeliği isminde dört şiir kitabına, Kırk Gri Hırka ve Dünyanın Çekmeceleri isminde iki hikaye kitabına imza attı. Ayrıca Pierre Karton namı-ı müstearıyla Horkhaymır’dan Alzhaymır’a Türk Aydını isimli bir de mizah kitabı mevcut.

Daha fazla görüntüle
Diğer Yazıları