Hasan Aycın, İz Yayınlarından çıkan yeni romanı; Bin Hüseyin, Nam-ı Diğer Battalnâme ile okurlarıyla yeniden buluştu. Hasan Aycın’la Sahipkıran, Nam-ı Diğer Hamzanâme’nin devamı niteliğindeki romanı Bin Hüseyin özelinde konuştuk.
İlk kitap Sahipkıran, Hz. Âdem’den önce başlamış ve Hz. Peygamber’den hemen önce bitmişti. Bin Hüseyin’de ise hikâye yine bitmemiş gibi. Bir üçüncü kitap gelecek sanıyorum. Ne dersiniz?
İnşallah. Bilenlerin malumu olduğu üzere güzel bir geleneğimiz vardır bizim; Kur’anı hatmedince, yani son sûre olan Nâs’ı okuyunca peşinden ilk sûre olan Fâtiha okunur; böylece hatim tamamlanır tamamlanmaz yenisi başlamış olur. Yeni çalışmaya başladım, ama uzun bir zaman alacağa benziyor. Ama şimdiden üzerine konuşmak erken.
Her iki romanda da (Sahipkıran ve Bin Hüseyin) kimi kavramları ısrarla kullanıyorsunuz. Medeniyetimiz açısından kavramlar neden bu kadar önemli?
Her medeniyet kendi kavramlarıyla kaimdir. Bizim medeniyetimiz özellikle öyledir. Öyle olduğu hususunda da ısrar etmeliyiz. Merhum Ramazan (Dikmen), Allah onu rahmetiyle yargılasın, eserlerini ve hatırasını bereketlendirsin, “Öyle ediplerimiz var ki koca koca kitaplar yazıyorlar, ama imkânla mümkünün aynı kökten geldiğini bilmiyorlar” derdi. Allahtan, biri çıksa, şöyle kallavî bir kavram kılavuzu hazırlasa da dilin edebinden sorumlu olması gereken edip üdeba özellikle okusa. “Bülbülceyi bilmezsen bülbülün güle ne söylediğini nasıl bileceksin?” der Mevlâna, aşağı yukarı böyle söyler. Kavramlarımıza yabancı olursak özümüzü nasıl kavrayabiliriz? Çeyrek yüzyıl kadar oldu mu bilmiyorum, TRT’de Himen diye bir çizgi film yayınlanıyordu. “Gölgelerin gücü adına!” diyerek başlıyordu işe her defasında kahraman. Sanıyorum bir neslin kulaklarında o nida hâlâ çınlıyordur. Oysa biz “Rahman ve rahîm olan Allah’ın adına!” diyerek başlarız her işe.
İlkokul yıllarından bir okuma parçası hatırlıyorum: Çöplükte eşinen bir horoz bir gün bir inci bulup sevinçle sarrafa koşar, “Şu boncuğu al da bana bir darı ver” der. “Sarraflığı öğrenmeyen. Bu cevheri boncuk sanır. Varır verir yok nesneye. Bilmez neye sattığını.” demiş Yunus Emre. Hakikat incisini bulmak için sözünü ettiğim ahir zaman çöplüğünü aktarmak zorundayız ister istemez. Şimdi yeryüzünde yaşayanlar olarak bizim gerçeğimiz bu. Kavramlarımızdan bîhaber olursak çöplük horozundan ne farkımız kalır.
Romanın hemen başlarında, “Yoksa sen hikâyenin orada bittiğini mi sanmıştın?” diyor Üstad. Bu kadim hikâye nerede ve ne zaman bitecek?
Kendimi bilmeğe başladığım zamanlardan hatırladıklarımdan biri de rahmetli babamın verdiği derslerdir. Ders dediğim, akşama cevaplarını isteyeceği sorulardı: Rabbin kim? Dinin ne? Kimin zürriyetisin? Kimin milletisin? Kimin ümmetisin?.. Rahmetli annem günlük işlerini yaparken cevapları belletirdi bize. Akşam olduğunda önce dersimizi verir, sonra sofraya otururduk. Her gün yenileri eklenirdi bu sorulara. Gün geldi, babamın yerini okullar, kitaplar, derken hayatın hercümerci içindeki her şey aldı; yani benim için değişen bir şey olmadı, sorulara sorular eklenmeye devam etti.
Lâ tentehî bir hikâye bu anlayacağınız, bitmeyecek gibi.
Sahipkıran ve Bin Hüseyin, insanlığın toplam hikâyesinin özeti gibi. Sizin, bu romanlar üzerinden asıl söylemek istediğiniz nedir? Bu romanların yazarı Hasan Aycın, anlattığı hikâyelerin neresinde duruyor? Neden orada?
Onlar benim kendimi içinde bulduğum daha önceden anlatılmış hikâyeler. Şifahî kültürümüzün olmazsa olmazları! Olduğu gibi aktarmadım, yeniden anlattım.
Özellikle yirmili otuzlu yaşlardayken çok dua etmişliğim var, Allah’ım ekmeğim meydanın ortasında olmasın, diye. Hayatı kenarından kıyısından sessizce yaşayıp gitmeyi çok istemiştim. Hâlen de öyle. İhtirasla yazıp çizmedim, çizmiyorum. Öyleyse derdim ne? Neden anlatmanın, hattâ vaktiyle anlatılmış olanları yeniden anlatmanın derdindeyim?
Bir yanıyla hikâye anlatmak olarak görünen şey, sorulara doğru cevaplar bulma ve o cevaplarla teskin olma çabasından başka bir şey değil aslında. Anlamanın, hatta anladığını anlamanın yolunun anlatmak olduğunu düşünüyorum.
Varsam, buradaysam bütün soruların cevaplarını, ama bütün cevaplarını bulmak ve içselleştirmek için buradayım. Var olmak, bulunmak derken basit anlamıyla bir yerde, bir zamanda, bir ortamda olmaktan söz etmiyorum; tabii ki onları da içine alan, yoktan var olmaktan, var edilmiş olmaktan söz ediyorum. Şu sıralar köydeyim. Bu soruları cevaplarken yanımda, bir sepetin içinde dört minik civciv var. Biri akşam çıktı yumurtadan, üçü sabah. Sesleriyle, hareketleriyle neşe saçıyorlar ortalığa. Anneleri kümeste diğer yumurtaların üstünde yatmaya devam ediyor. Daha dün birer yumurtaydı buncağızlar; birkaç hafta öncesi yumurtalar da yoktu… Yani yoktan var oldular. Bir zamanlar ben de yoktum, insanlık da yoktu, varlık da yoktu... Sadece yoktan var eden ve var etmeye devam eden biri var hiç şüphesiz: Allah! Benimle, yani bizimle, insanla insanlıkla ilgili ilk haberi O veriyor Kur’an’da. Elest bezminde “Evet, Sen bizim Rabbimizsin!” dediğimizi bize bildiriyor. Kalbim de aynısını söylüyor durmaksızın. Esrarnâme bu sırrı anlamayı denediğim bir çalışmadır. Bir yerinde Demirci’nin ağzından şöyle bir ifade geçiyor:
dan dan dan
hani demiştik ya
Rabbimize “evet”
say ki şöyle denildi
öyleyse ispat et
dan dan dan
verildi bilgi
dan dan dan
verildi beden
dan dan dan
verildi mühlet
yani ki dünyada hayat
…
dan dan dan
bedenlerimizi giyindik
sınanmaya geldik
Hayatın içindeyim. Tevarüs ettiklerimle, bildiklerimle, yaptıklarımla, yapamadıklarımla ta zamanın bidayetinden nihayetine varan bir hayatın içindeyim. Elbette kendi zamanımdayım ama geçmişin haberleri ve geleceğin beklentilerinin içindeyim. Neden mi buradayım? Bu cevabını yeniden yeniden bulduğum, buldukça yine aradığım bir soru. Galiba hikâye söyleyelim derken hikâye olup gidiyoruz.
Her iki romanda da, hemen hemen ilk yüz sayfa ana metinde olmadığı halde sizin tarafınızdan eklenmiş. Bu durum kadim hikâyeleri yeniden okuma mı? Kurgu mu? Yoksa estetik bir amaç mı öncelediniz?
Öncelediğim bir şey olmadığını belirterek başlayayım. Sahipkıran, Hamzaname’den kalkarak yapılmış bir çalışmadır ki İslâmî destan geleneğinin ilk örneği kabul edilmiş. Bin Hüseyin, Battalname temel alınarak yapılmış bir çalışma. O da İslâmî destan geleneğinin ikinci örneği kabul edilmiş. İkisi de evvelen bu yanlarıyla önemli. İlkinde yeryüzünde İslâmdan öncesi söz konusu, diğerindeyse İslâm geldikten sonrası. Battalnâme aynı zamanda bizim bugün yaşadığımız yerlerin İslâmlaşmasının destanı kabul edilebilir. İkisi de yüzyıllar içinde oluşmuş destanlar. Oluştukları dönemlerin dilini, ifade kalıplarını taşıyorlar hâliyle. Bir tek anlatıcı olmadığı için her anlatanla yeniden üretilmişler bir bakıma, söylene söylene söylenceye dönüşmüşler. Bu ve benzeri durumlarından dolayı günümüze aynen aktarmayı uygun bulmadım. Ama onlardan önce Esrarnâme oldu, ondan da önce Alpembecik Gülpembecik’teki masallar. Masallar içinde de özellikle ilk masal “Billur Sürahi”. Billur Sürahi, bir sınav olarak dünya hayatının masalıdır. Esrarnâme, bir anlamda hayatın bir sınav oluş sırrının irdelenmesidir. Sâhipkıran, yaratılış öncesinden kendi yaşadığım çağa kadar geçen zamanın İslâm öncesine tekabül eden dönemi anlama denemesidir. O aslında Nuşirevan’ın babası Keykubad’ın saltanatının sonlarına doğru başlar ve İslâm’ın zuhurunun kimi alâmetleri belirirken son bulur. Bin Hüseyin’de anlatılanlar ise İslâmın zuhurundan üç asır kadar sonra geçer.
Sahipkıran’da muhtasar bir giriş olsun istedim; yaratılıştan alıp sözü Keykubad’a kadar getirdim. Bin Hüseyin’de ise günümüz İstanbul’undan kalkıp, bir bakıma Sahipkıran’ın bittiği zamana varıp Bedir Gazvesinin sonuçlarının ortaya çıkışına kadar geçen dönemi yine muhtasar bir biçimde (romanın elverdiği ölçüde) ele alıp sözü Bin Hüseyin’in (Battal Gazi’nin) zuhur ettiği günlere getirdim. Bu tarzı yadırgayanların yanında olumlu, hattâ çok olumlu karşılayanlar da oldu.
Asr-ı Saadet bölümlerini okurken, keşke Hasan Aycın arı-duru Türkçesiyle Siyer yazsa diye aklımdan geçiverdi. Ne dersiniz, olabilir mi?
Her aklı başında Müslümanın en çok isteyebileceği şeylerden biri de Peygamber Efendimizin ve ilk Müslümanların yaşayış ve davranışlarını anlayabilmek, anladığını yaşayabilmek ve yaşadıklarını dilinin döndüğünce anlatabilmek olmalı diye düşünüyorum. Kendi adıma, şu cerbezeli hikâye derbentlerinde taban tepip iz sürüşüm inşallah insanlığın en arı duru, en billur hikâyesi olan, Hazreti Peygamber’in ve onun güzide ashabının bendeki karşılıklarını terennüm babında bir çalışma yapmak nasip olur. Ama nasipsiz olmaz. Şunu da söyleyeyim; Bin Hüseyin’i okuyanlar içinde böyle istekte bulunan başkaları da oldu.
Romanlarınız, fantastik ve gerçeküstü kimi olaylar barındırıyor. Müslümanların fantastiğe bakışı nasıl olmalı?
Detaya kaçmadan meramımı ifade edebilecek miyim bilmiyorum. Fantastik (olağanüstü, gerçeküstü, absürt…) netameli konu. Gerçek gerçektir; üstü altı, yanı yanıbaşı olur mu diye bir düşünelim istiyorum. Uzman değilim, incelemiş, araştırmış da değilim. Ama (Türk Edebiyatında Fantastiğin Kökenleri isimli önemli eserinde Gönül Yonar’ın da işaret ettiği gibi) “harikulade” kavramını daha yerinde buluyorum. Bizim gerçek olmayanla, absürtle ne işimiz olsun ki? Masallarımız bile “bir varmış bir -başkası- yokmuş” diye başlar. Allah’tan maada kendisinden başkası olmayan kim var? Gördüklerimiz olağan, göremediklerimiz olağandışı, olağanüstü mü? Gördüğümüzü kabul, görmediğimizi ret mi edeceğiz? Gerçeğin bir görünen yanı, bir de görünmeyen yanı; yani gayb var. Olmayan, inanılmayan, uydurulmuş, işe geldiği gibi kabul edilen bir şey değil ki gayb! Bizim şiarımız gaybe inanmaktır. Ama nasıl inanmak? Çok açıklayıcı olduğunu düşündüğüm bir örnek var. Müşrikler “Arkadaşın Muhammed arşa çıkmış öyle mi!” diyorlar alay ederek Hazreti Ebubekir’e. Hazreti Ebubekir “Neler de uyduruyorsunuz!” diye çıkışıyor ilkin. Bakın bu önemli; mırın kırın etmiyor, ya da onlarla birlik olup alay etmiyor. “Kendisi öyle söylüyor” dediklerinde cevabı “O söylüyorsa doğrudur!” oluyor. “Ne, bir de inanıyorsun öyle mi?” dediklerindeyse “Ben O’nun gece gündüz gaybten verdiği bütün haberlere inanıyorum!” diye karşılık veriyor. Böylece sıddık -onaylayan- ünvanını alıyor.
Gerçek görünen görünmeyen, bilinen bilinmeyen yanıyla gerçektir. Görünmeyen yanı bize bildiren kim? Şüphesiz Allah! Başka kim olabilir ki. İletense Peygamberdir. Ebubekir, önce kabul etmediği haberi Peygamberin verdiğini öğrenince hık mık etmeksizin onaylayarak bize örnek oluyor.
Görünen varlıklar olduğu gibi, görünmeyen varlıklar da vardır. Başta her şeyi yoktan var eden “Mutlak Varlık” Allah olmak üzere melek, cin, şeytan, hattâ her birimizi canlı tutan ruhlarımız ilâahir… Ve tabii cennet, cehennem, göremediğimiz nice âlemler... Hazreti Peygamberin insanlığa ışık olacak bir duası vardır: “Allah’ım eşyanın -şeylerin ve varlıkların- hakikatini bana apaçık göster!” Bu duanın serin sayebanında ve kudretimiz nispetinde kapı aralamalıyız gerçeğin görünmeyen yanına. Tabii ki Hazreti Ebubekir’in sünnetine uyarak.
Üstad, romanın sonunda, “Gel imdi masalın sûretini dinle” diyerek bitiriyor sözlerini. Buradaki Üstad kim? “Masal” kimin masalı? “Masalın sûreti” nasıl dinlenir?
Mesnevîden iktibasla öyle söylüyor Üstad. “Lâkin daneyi samandan ayır!” diye tembihliyor. Yine Mesnevîde şöyle der Mevlâna: “Ey kardeş, hikâye ölçek, mana ise ölçekteki dane gibidir. Akıllı olan ölçeği bırakır, daneyi alır.”
Kastımca masal insanlığın masalı, masalın sureti ise mesel, masal, esatir, yalan, yanlış, tezvir, hikâye, kıssa, menkıbe, ilim, bilim, felsefe, sanat, edebiyatı da içine alan bütün bir insanlık birikimi, daha doğrusu bütün bir insanlık geçmişinden tevarüs ettiğimiz miras. Biz bu gün yeryüzündeyiz ve önümüzde benim “ahir zaman çöplüğü” dediğim ve gün be gün azmanlaşarak Allah’ın mesajını örtmeye devam eden bu miras var. Evet, önemli soru: Masalın sûreti nasıl dinlenir?
Bir kere Mevlâna merhum, o sözü Mesnevî’de söylüyor. Ve adeta şöyle söylüyor: Ey kulak tutup sözümü dinleyen insan, hepsi saman mesabesinde olan masallar anlatıyorum sana! Ne yapayım söz manaya dar geliyor! Ama harman samansız olmaz. Sen sen ol harmanı savur; daneyi al, samanı yele ver!
Üstad’ın kim olduğu sorunuza gelince… O, asıl hikâyenin metnidir, Sahipkıran’da da asıl hikâyenin metniydi; dinleyen de bendim. Bu gün artık destan anlatıcıları olmadığı için birilerinden dinleme şansım olmadı. Klasik metleri bir anlatıcı gibi düşündüm. İstediğimce düşündüm. Metinlere bağlı kalmadan kendi kendime anlatıp dinledim.
Eserlerinize -çizgi veya roman- yüklediğiniz asıl misyon, geçmişten geleceğe taşımak istediğiniz nedir? Bu bağlamda, sanat bizim medeniyet muhayyilemize neler katabilir?
Çizgi olsun, roman olsun bizim medeniyetimizin ürünleri değillerdir. Kabul edelim ki bu gün biz de kendi medeniyetimizin ürünleri değiliz. Medeniyetimizin egemen olmadığı zamanlarda dünyaya geldik. Yapacağımız doğru şey bulunduğumuz yerden kalkarak medeniyetimizin izini sürmek olmalı -bulunmadığımız yerden iz sümeğe kalkmak abesle iştigaldir-. Bu iz sürüş ancak bu günün kaim değerleriyle yüzleşerek ve onları geçerek olabilir. Bunu yapabiliriz ve yapmalıyız, çünkü kalbimizde ezelî ve kıyamete kadar payidar olacak ebedî bir neşe, bezm-i elestin neşesi vardır. Ama aslolan yanlış yapmamaktır. Sanat yoluyla şirkin ve inkârın değirmenine su taşımamalıyız. Peygamber paygamber taşınan ve Muhammed aleyhisselâmca kıyamete dek ebedileştirilen vahiy medeniyetinin bilincine erersek inşallah iş kolaylaşacaktır. Medeniyetimizin yeniden tasavvurunda Müslüman sanatçılara sanatın her alanında iş düşmektedir vesselâm.
Akif Hasan KAYA: 1977 Balıkesir doğumludur. Öykü ve denemeleri Aşkar, Post Öykü, Muhayyel, İtibar, Yediiklim, Ğ, Hece Öykü dergilerinde yayımlandı. İlk kitabı Islak Kibritler ile 2012’de Türkiye Yazarlar Birliği tarafından Yılın Hikâyecisi ödülüne layık görüldü. Bazı kitapları Arnavutça’ya çevrildi. Kitapları: Islak Kibritler (Öykü, Okur Kitaplığı, 2012, İz Yayıncılık, 2017)Ölmüş Oyuncaklar müzesi (Öykü, İz Yayıncılık, 2014)Uzun ve Lacivert Günler (Öykü, İz Yayıncılık, 2015)Bu Bir Aşk Hikayesi Değildir (Öykü, İz Yayıncılık, 2017)