Cemal Şakar'ın Maraş Öykü Günleri’nde (Mayıs 2010) söylediği; "Öykü, içine kapanıp kendine yeter bir dünya kurdukça oluşturduğu bu 'kendi gerçekliği'nin tutsağı oldu. Son on beş-yirmi yılda öykü, müeddep bir suskunluk içinde metinselleşirken, bomba gürültüleri altında milyonlarca insanın çığlığı onun fildişi kulesine ulaşamadı." (Hece Öykü Dergisi, sayı 13, Şubat/Mart 2006) sözleri etkinliğe damgasını vurdu.
Hece öykü dergisinde 2006 yılında yayınlanan ve yukarıdaki cümleleri içeren, “Öykünün Kendine Yabancılaşması” başlıklı yazısını da içine alarak söyleyecek olursak, “Edebiyatın Müeddep Suskunluğu” yazısı da, Cemal Şakar’ın sanat anlayışı konusunda bize ciddi fikirler verir. Bütün bu yazıların ortak noktasında, genelde sanat ve edebiyat, özeldeyse öykünün sorgulaması vardır.
Şakar’a göre, farklı sanat anlayışlarının doğmasındaki ilk ana neden ideolojilerdir. Çünkü sanatçı, yansıtıcı bir özne olarak, ele aldığı nesnelerle arasında kuracağı ilişkiyi bu ideolojik inanışla temellendirmeye çalışacaktır. Ancak burada araya tercihler girmektedir. Egemen ideolojiye yaslanan sanat anlayışı geniş bir yaşama alanı bulurken, muhalifler ötekileştirildiler. Dolayısıyla, devlet politikası haline gelmiş bir batılılaşma hareketinden, sanat ve edebiyatın etkilenmeyeceği düşünülemez.
Batı edebiyatında yaşanan değişimler 1950’den sonra bizi son derece derinden etkiledi. Gerçekliği yansıtma idealinde olan sanat, gerçeği yansıtacak özneyi yarı tanrısal bir varlık haline getirdi. Sanatçı da kendisinden geride gördüğü cahil, zevksiz halkı eğitme çabasına girdi. Ancak ikinci dünya savaşından sonra Tanrı’yla ilişkilerini bile sorgular hale gelen batılı modernistler, öyküden özneyi de attılar. İlerleme ve gelişme iddiasında olan öykü, bu süreçten sonra daha fazla içine kapanmaya başladı. Olayın, yani ne anlatıldığının yerini, iç çağrışımlar.. kahramanın yerini, tip.. gerçekliğin yeri de imgeler aldı. Bu tarihsel değişimler sonucunda öykünün elinde sadece öykünü kendisi kaldı, yani metinselleşti.
Ondan geriye kala kala sadece biçim kaldı. Bu içine kapanma öyküyü simülatif bir anlayışa hapsetti. Bu hapis hayatı bir söyleme biçimi olarak öyküyü gerçeklik algısından kopardı. Gerçekliği söyleyemeyince de, insana ve onun problemlerine zorunlu bir sırt dönüş yaşadı. Bu yüce, yüksek, seçkinci sanat anlayışının tarihsel mirası olan anlayış, öyküyü, içinde yaşadığımız hayatın gerçeklerine yabancı bir düzleme düşürdü. Bireysel olarak insanı anlattığını söyleyenler bile, onun iç buhranlarını, yalnızlığını, hezeyanlarını anlatmaktan öteye gidemediler. İnsana ve anlama böylesine sırtını dönen bu anlayış, zamanla eseri insan yapımı bir mamul olmaktan da çıkarıp, özgünlük ve yaratıcılık gibi kimi kavramlarla, sanatçıyı daha da yüceltmeye gitti. Bu yücelme, sanatçıyı sorumluluklarında azade bir konuma getirdi.
Gerçekliği yansıtmak, insana insanı anlatmak üzere yola çıkan öykü, kendi gerçeksizliği içinde yolda kaldı. Söz değersizleşti; dil, anlamı taşıyamayacak bir hale geldi; insan dağınık bir özneye dönüştü; doğru, yanlış gibi kavramlar sadece farklılık etrafında konuşulur hale geldi.
Tarihsel bir sürecin anlatımını yine Cemal Şakar’ın yazılarından referansla kısaca izaha çalıştım. Bütün bu gelişmeleri anlattıktan sonra; yani meselenin teşhisini yaptıktan sonra, ortaya alternatif görüşler sürmek gerekiyor. Çünkü bütün bu tespitleri yazmam, sadece az sonra söyleyeceklerimi temellendirmek içindi.
Cemal Şakar; “Öykünün Kendine Yabancılaşması” yazısında, genelde sanat ve edebiyat, özeldeyse öykü üzerine yaptığı bütün bu değerlendirmelerden sonra, yazının finalinde, ‘Maraş Öykü Günleri’ne damgasını vuran tespitini yapar. “Öykü, içine kapanıp kendine yeter bir dünya kurdukça oluşturduğu bu 'kendi gerçekliği'nin tutsağı oldu. Son on beş-yirmi yılda öykü, müeddep bir suskunluk içinde metinselleşirken, bomba gürültüleri altında milyonlarca insanın çığlığı onun fildişi kulesine ulaşamadı.” Bundan sonra ne yapılması gerektiği konusundaysa, ip uçlarını “Edebiyatın Müeddep Suskunluğu” yazında bulabiliriz.
Söz konusu yazıda, bir imalatçı olarak sanatçının alması gereken konum ve yapması gerekenler hakkında sarsıcı ifadelere rastlarız. İşte yazımızın konusu olan ‘Cemal Şakar’ın Sanat Anlayışı’ bu satırlardan bize ümit vaat etmektedir.
Yazı yine tespitlerle başlar. Sonra, sanatçının; özellikle Müslüman sanatçının nasıl olması gerektiği ve ne yapması gerektiği konusuna gelir.
Seçkinci sanat anlayışının tersine, Kur’an’a göre insan; aciz, zayıf, cahil, unutkan, nankördür… Bunun yanında en şerefli mahlûktur. Tezat gibi görünen bu durum, insanın yapacağı amellerle göre şekillenir. İnsan Allah’la yaptığı misaka sadık kalırsa yücelecek, aksi takdirde “belhum adal” sıfatı ile cezalandırılacaktır.
Sıfatları bu kadar belirlenmiş bir insanın; batıdan devşirme bir anlayışla, sanat ve sanatçı tanımlaması mümkün görünmemektedir. Bu kadar eksik ve kusurlu bir varlığın ortaya koyacağı eserlerde ona benzeyecektir. Aslında, eksiklik ve kusur sanatın temel yapıtaşlarıdır. İşte bu kusurları tamamlamaya çalışmak, sanatçıyı yeniden yeniden söylemeye itmektedir. Fakat o, kusursuzluğu Allah’a izafe ederek, kendi acizliğini kavrar.
“Bu gün bize düşen, sanatı; ‘Gayb Hazineleri’nden arketipler devşirerek kutsallıklardan arındırarak; insani bir eylem; hatta insanın yarın sorumlu tutulacağı amellerinden bir amel olarak yeniden tanımlamaktır. Ancak böylesi sanat/edebiyat anlayışıyla sanatçılar sorumluluklarını kuşanabilirler.” İşte tırnak içine aldığımız bu ifadeler, yukarıda, yine Cemal Şakar tarafından tespitleri yapılan sanat anlayışına alternatif bir bakış açısıdır. Çünkü; Baudrillard’ın dediği gibi bir simülasyonun içinde değiliz. Yıkımlar, öldürmeler, savaşlar bize …mış gibi, …miş gibi gelemez. Bu anlayışı, bir Müslüman’ın onaylayabilmesi mümkün değildir.
İnsanlara söyleyecek bir şeyi olanlar, onlarla aynı seviyede durarak, zulmü ve kötülüğü olduğu gibi tüm çıplaklığı ile yansıtmalıdırlar. Bu gün Müslümanlar sorumluluklarını yeniden kuşanmalıdırlar ve Kur’an’ın emirleri doğrultusunda, kötülüğü, kötülüğün nedenlerini ortadan kaldırmalıdırlar. Çünkü Kur’an; aramızda iyiliği emredip, kötülükten sakındıracak bir toplum olmasını emretmektedir. İşte Cemal Şakar bu noktada, “Bu emrin muhatapları biz değilsek kimdir?” diye yüksek sesle sormaktadır. “Elimizdeki araçlardan sadece birisi olarak edebiyatla bunu yapamayacaksak, bunca uğraş, bunca emek niçin?” diyerek adeta bu suskunluğa isyan etmektedir. Zira bu yazı yayınlandığında Gazze saldırıları devam etmekteydi ve her gün onlarca kişinin ölüm haberi televizyonda seyrediliyordu. Gazze’nin hasımları, şehri rahat görebilecekleri bir tepeye otağ kurmuşlar, dürbünlerle savaşı, kıyımları seyrediyorlardı. Bazıları ızgara yapıyor, kimileri çocuklarına salıncak kurmuş sallıyordu. Bebeğini emzirenler bile vardı.
“Dünyanın birçok köşesinden yükselen feryatlar; meydanlarda toplanan milyonlarca insanın sesi edebiyatta mâkes bulmayacaksa, edebiyat neyi seslendirmeye devam edecek?” derken, edebiyatla uğraşanları risk almaya davet etmektedir.
Kendisi ile yaptığım söyleşide ifade ettiği, “Bosna’dan itibaren tüm İslam coğrafyasını göz önüne getirelim” cümlesi, içinde yaşadığımız zamanın acılarına bir göndermedir sadece. Cemal Şakar, İslam coğrafyası özelinde, insanı ve insanın problemlerini önceleyen bir sanat anlayışına sahiptir.
Bu gün itibariyle, insana ve insanlığa sırtını dönüp kendi içinde metinselleşen öykünün problemleri devam etmektedir. Cemal Şakar bahse konu yazılarıyla meseleye yeni bir girizgâh açmış, “bir de buradan bakalım” demiştir. Yazıların muhtevası hayli ağır olduğundan, bu kısa ve zayıf yazının bu kadar yükü taşıyamayacağını takdir edersiniz. Burada yapmak istediğimiz, tarihsel gelişmeleri içinde öykünün geldiği noktada, artık bazı cesur tespitlerin yapılabildiğidir. Bu tespitler, önerilen alternatif düşünceler, sanatçılar arsında ne kadar kabul görür bunu zaman gösterecek. Ancak Cemal Şakar, her şeye rağmen, duruşunu zamana ve duruma göre değil, inançlarına göre ayarlayacağını yazdıklarıyla göstermektedir.
Akif Hasan KAYA: 1977 Balıkesir doğumludur. Öykü ve denemeleri Aşkar, Post Öykü, Muhayyel, İtibar, Yediiklim, Ğ, Hece Öykü dergilerinde yayımlandı. İlk kitabı Islak Kibritler ile 2012’de Türkiye Yazarlar Birliği tarafından Yılın Hikâyecisi ödülüne layık görüldü. Bazı kitapları Arnavutça’ya çevrildi. Kitapları: Islak Kibritler (Öykü, Okur Kitaplığı, 2012, İz Yayıncılık, 2017)Ölmüş Oyuncaklar müzesi (Öykü, İz Yayıncılık, 2014)Uzun ve Lacivert Günler (Öykü, İz Yayıncılık, 2015)Bu Bir Aşk Hikayesi Değildir (Öykü, İz Yayıncılık, 2017)