Menu
ŞÜKRAN DİVANI
Öykü • ŞÜKRAN DİVANI

ŞÜKRAN DİVANI


Evvel:

Bir gün, bir ahu dilberin yolu ormana düşmüş. Ravilerin naklettiğine göre sadece oradan gelip geçmekteymiş. Kısmen de olsa böylesi güvensiz bir yolu tercih etmesinin sebebinin, bir yere yetişmek için acele etmesi ve ormanın içindeki patikadan gidip vakit kazanmak istemesi olduğu söylenir. Zira böyle bir peri kızını daha önce ormanın bu kadar derinliklerinde gören olmamıştır. Neden acelesi olduğu, neden yalnız başına yolculuk ettiği, orada ne yaptığı konusunda hemen hiçbir kaynaktan bilgi edinemediğimiz ama çok güzel olduğu konusunda hemen herkesin ittifak halinde olduğu bu dilber-i rüya, salınarak yolunda giderken, birden açıklık alanda şakayıkları görmüş. Yılın belli zamanlarında ve çok kısa süre açan bu dağ çiçeğini gördüğüne göre mevsimin bahar olması muhtemeldir. Ehlince malumdur ki; bu şakayık çiçeği, görenleri kendisine hayran bırakacak kadar güzeldir. İşte bu hatun kişi de ya çiçeklerin güzelliğine hayran kaldığından ya da daha önce hiç şakayık görmediğinden olsa gerek, acelesi olduğu her halinden belli olmasına rağmen bir müddet ormanın bu müstesna köşesinde oyalanmış. 

Çiçekleri görmeden öylece geçip gitseydi, görse bile daha yakından bakmak için yanlarına gitmeseydi, gitse bile koklamak için yüzündeki ince ama koyu tülü açmasaydı, tülü açsa bile çiçeğin kokusundan mest olup başındaki örtü sıyrılmasaydı, örtü sıyrılsa bile tokayla tutturduğu kızıl gür saçları açılmasaydı, saçları açılsa bile boynundan ve gerdanından yükselen o baygın rayiha, o baş döndüren koku yayılmasaydı, şimdi kimsenin bu olaya dair diyecek bir tek sözü dahi olmazdı. İşte şimdi, bilmem kaç yüzyıldır durmadan anlatılan bu hikâyeyi biliyorsak bütün bunlar olmuş olmalı. 

Evet, çiçekleri görünce güzelliklerine hayran olup yoluna devam edemedi. Daha yakından görmek istedi. Görmekle yetinmeyip koklamaya yeltendi. İşte her şey tam da o zaman, o anda vuku buldu. En yakındaki çiçeği dalından koparmadı. Bilmem ki, belki bir anlık hoşluk uğruna bir çiçeği solduracağını düşündüğünden mütevellit nebatata kıyamadığından; diz çöküp eğildi şakayığın üzerine. Daha iyi koklamak için yüzündeki tülü araladı. İyi koklayamadığına kanaat getirmiş ve oracıkta yalnız olduğu ve kendisini kimsenin görmeyeceğine de itimat etmiş olmalı ki, bir güzel açtı yüzünü örten tülü. Daha rahat kokladı çiçeği. Koku ciğerlerine doldu. Başı döndü. Gözleri karardı. Bakışı bulandı. Ferahlamak için istemsizce başındaki örtüye uzandı. Açmak için çekince örtü tokaya takıldı. Kızıl, uzun ve gür saçları şırıl şırıl serin bir su gibi döküldü. Boynundan ve dahi gerdanından yükselen o baygın rayiha hâlâ esans ustaları için bir zirvedir ve henüz aşabilen olmamıştır.

Görüyorum ki aranızda bir şeyler söylemek ister gibi huzursuzca kıpırdananlar var. Ben henüz tecrübe etmedim, lakin daha önce bu hikâyeyi dinlememiş ve ilk kez duyanlar tam da burada “Sen bizzat ve şahsen orada mıydın ki mübarek? Bu kadar detayı nereden biliyorsun?”  diyerek itiraz ediyormuş. Bütün bunları bilmenin muhal olduğunu vurgulayarak, hikâyenin uydurma olduğunu ima etmek istiyorlarmış. Hâlbuki azıcık daha sabredip dinleseler, meseleyi anlatanın, olay anında kendisi bizzat orada bulunmasa bile, kimi güvenilir şahitlerin tevatürle naklettikleri rivayetlerle bu suali çürüttüğünü görecekler. Aklından geçirdiği böyle bir soruyu, diliyle dişi arasından tıslayacak olanlar varsa, şimdiden açıkça uyarmış olayım. İnanmayan dinlemesin kardeşim! 

Hatun kişinin ismine ya da şemailine dair elimizde herhangi bir bilgi olmasa da hikâyenin bundan sonraki kısmı bize mesele hakkında fikir verecek kadar sarihtir. Hikâyenin sonrasını, hatta esasını, halk arasında mecnun da denilen, şerbetli diye de anılan, dahası meczup, divane diye tabir etmek varken, bir takım kendini bilmez zevatın da deli diyerek istihza ettiğini sandığı ve fakat esasında kalp gözü açık, hayvanatın ve dahi nebatatın dilinden anlayan bir muhterem kişi nakletmiştir. Hikâyeyi bizzat kendisinden dinleme bahtiyarlığına erişenler, o gün için henüz bunun bir ayrıcalık olduğunun farkında olmadıkları için ilk duyduklarında burun kıvırmışlar elbette. Köy meydanında birdenbire zuhur eden bu adama kuşkuyla bakmışlar. İn midir, cin midir bilememişler ama haline tavrına bakıp delidir demişler. Kendisini akıl sahibi zanneden bu kibirli zevat, adamcağızın can havliyle ve kesik kesik cümleler kurarak heyecanla anlattıklarını küçümsemişler ilk önce. Ne zaman ki dilinin damağının kuruduğuna kanaat getirip kendisine bir bardak su ikram etmişler, işte o zaman ayakları suya ermiş. Hayretler içinde kalmışlar. Şaşkınlıktan küçük dillerini yutacaklarmış az kalsın. Zira daha bardağı dudaklarına değdirdiği anda su, adamcağızın hararetinden buhar olup uçmuş. Birisi bardağı uzatırken adamın parmaklarına değince birden çekmiş elini. Sonradan “Sanki kızgın demire değmiş gibi oldum. Bildiğin cayır cayır yanıyordu!” demiş soranlara. O gün orada bulunanların sonradan hayretle anlattıklarına göre, adam tam üç kova su içtikten sonra “Daha yok mu?” diye sormuş. Kovadaki su bardaktaki gibi birden buhar olmayacak kadar çok olduğundan en azından birkaç yudum içebilmiş. Yine de o gün orada hepsini anlatamamış duyduklarının. Tıkanmış. Kaskatı kesilmiş de sesi çıkmaz olmuş. Lakin bu adamın da olayı bizzat yaşadığına dair elimizde kesin kanıt yoktur. Kimileri bu adamcağızın, olay yaşandıktan yıllar sonra ormandan geçerken, kendisi gibi bir meczuba rastladığını ve hikâyeyi de ondan dinlediğini iddia eder. 

Adına Süleyman’dır diyen de var, Davut’tur diyen de; ama adını sanını pek de doğru düzgün bilenin olmadığı bir âdemoğlu, bir gün ıssız bir vadide bulunan bir çeşme başında su içerken, hararetinden kendisini çeşmenin yalağına atan bir bal arısını boğulmaktan son anda kurtarmış. Adamın nerden gelip nereye gittiği, o anda orada ne yapıp ettiği konusunda ihtilaflar bulunmaktadır. Meseleyi nakledenler, adamcağızın iki gündür aç olduğu ve su içerek de olsa bir parça midesini kandırmak istediği konusunda kısmen ittifak etmişlerdir. İki gün boyunca ormanı aşmak için yürüyen ve yanında azığı olmadığı için her acıktığında alıç, muşmula, yaban armudu yediğini söyleyenler olsa da, bu anlatılan hikâyenin mantığına ters düşmektedir. Zira hikâyenin ana karakteri olan hatun kişi, ormandan geçerken şakayık gördüğüne göre ve bu nazlı dağ çiçeğinin yalnızca bahar mevsiminde, üstelik çok kısa bir süre açtığı göz önüne alındığında, adamın söz konusu yabani meyveleri yemesi muhaldir. Çünkü ağaçlar o mevsimde ancak çiçekte olur ve meyveler için yazı, hatta bazıları için güzü beklemek gereklidir. Mevsim bahar olduğu için yediklerinin sadece bazı kökler olması akla daha yatkındır.

O anda, ya aklından bir düşünce geçtiği için dalgınlığından ya da su içtiğinden, bal arısının çeşmenin yalağına düştüğünü daha doğrusu kendisini attığını çok geç fark etmiş. Son anda, artık zavallı arı, çırpınmayı bırakıp sola yatarak hareketsiz kalmış. Tek can emaresinin, belli belirsiz kıpırdayan sağ ön bacağı olduğunu son demde görmüş. Can havliyle daldırmış elini suya. Önce avucuna almış. Sonra kanadından nazikçe tutup kuru bir taşın üzerine bırakmış. Zavallı hayvancık güneşte kuruyup az buçuk toparlanınca, kendi dilinde halini terennüm etmeye ve derdine yanmaya başlamış. İşte o zaman adam hayretle bir şey fark etmiş. Arının kendi dilinde söylediklerini anlamış. Bir süre donup kalmış. Açlıktan serap gördüğünü sanmış. Yeniden elini yüzünü yıkamış. Oturup nefeslenmiş. Ama hayır. Arının söylediklerini duymaya devam ediyormuş. O güne kadar, ömrü boyunca hiçbir canlıya kötülüğü dokunmamış olan bu âdemoğlunun, o gün de yine kendisinden beklendiği gibi arıyı boğulmaktan kurtarmasıyla, ilahi bir lütfa mazhar olduğu su götürmez bir gerçekmiş. Daha doğrusu, bu olağanüstü durumun bundan başka akla mantığa yatkın başka açıklaması yokmuş. Sonradan kendisi hakkında söylentiler çıktığında, adamın her adımında üzerine bastığı taştan ve topraktan helallik isteyecek kadar zarafet sahibi ince bir insan olduğu iddia edilmiş. 

Zavallı arı, kendisini kurtaran kişinin söylediklerini anladığını bilmediğinden ve adamın şaşkınlığından habersiz derdine yanmaya ve halini terennüm etmeye devam ederken, az sonra hayret etme sırasının kendisine geleceğini de bilmiyormuş elbette. Adam, arının söylediklerini daha iyi anlamak için “Hayırdır? Nedir bu halin?” diye sormuş. Bu defa arı ne diyeceğini, ne yapacağını bilememiş. O da duyduğunun, yaşadığı hararetin sonucunda serap olduğunu düşünerek, “Gördüklerim beni ne hale getirdiyse artık, âdemoğlunun benimle konuştuğunu sanmaya başladım.” demiş. “Yok.” demiş adam. “Ben de senin kadar şaşkınım ama söylediklerini anlıyorum.” diye eklemiş. Önce ikisi de bir süre sessiz kalmışlar. Yaşadıkları bu büyük ve akıl almaz durumu hazmetmeye, bu hale alışmaya çalışmışlar. Neden sonra yine adam girmiş söze ve ilk sorusunu yeniden tekrarlamış; “Hayırdır? Nedir bu halin?” İşte o zaman arı başından geçenleri, ciğerinin nasıl yandığını anlatmaya başlamış. “Ah âdemoğlu ah!” diye iç çekerek girmiş söze. 

Söylediğine göre bugün ormanın derinliklerinden bir huri geçmiş. Ama ne geçmiş. Yakıp yıkıp geçmiş. Ardında baş edilemez bir tufan bırakarak geçmiş. Kıyamete kadar hatırlanacak ve asla unutulmayacak gibi geçmiş. Bu sadece bir geçmek de değilmiş. Kendisinden gayri hiçbir şey bırakmamakmış. Her şeyi kendine raptetmekmiş. Her şeyi kendi rengiyle boyamakmış. Ne var ne yoksa hepsini kendine çevirmekmiş. O geçtikten sonra hiçbir şeyin eskisi gibi olması mümkün değilmiş artık. Yeni bir milat bırakmış. Zamanı yarıp geçmiş. Zamanı bölüp geçmiş. Zamanı zamandan alıp geçmiş.  

Ara sıra keçi sürülerinin ve bazen sürünün başındaki çobandan başkasının geçmesine alışık olmadıkları bu patikanın sıra dışı bir yolcusu varmış bugün. “Bugün dediğime bakma.” dedi arı. “Belki dündür, belki de önceki gün. Belki de çok önce. Bilmiyorum. Onu gördüğümden beri divaneyim. Öyle başım dönüyor ki, hatırlayamıyorum.” Aldığı nefes kuracağı cümlelere yetmediğinden arada soluklanması gerekti. Kırık kopuk cümlelerle anlattı. Arada değil sık sık dalıp gidince, yeniden konuşmaya başlaması için adamın “Arı kardeş. Yine daldın.” diye uyarması gerekti. Arı tam da kadının eğilip koklamak istediği şakayıktan nektar toplamakla meşgulmüş. Üzerine doğru eğilen bu müstesna yaratığı görünce önce oracıkta kendinden geçmiş. Sonrasında az biraz kendine gelince inanamamış. “Aman Allah’ım! Aman Allah’ım! Heyhat! Heyhat!” diye feryat figan kanat çırpmış. Dediğine göre kadının etrafında defalarca, sayısını hatırlayamayacağı kadar çok dönmüş. Baktıkça hayret etmiş. Hayret ettikçe şaşkınlığı büyümüş. “Hele boynundan ve gerdanından yükselen o buğulu rayihayı hissedince iyice geçtim kendimden. Binlerce çiçek gezdim. Şimdiye kadar ben böyle bir koku almadım! Bir saçları vardı azizim. İnanamazsın! Sanırsın ki başında koca bir yangın gezdiriyor. Böyle tutuşmuş da alev alev yanıyor sandım. Bana göre o kadar kızıllık yalnızca alevde vardır ve sadece kor bu kadar kızıl olabilir!” Anlatanların naklettiğine göre arının başından geçeni anlatması iki gün sürmüş. İki gün boyunca gece gündüz konuşmuş. “Orman ahalisi perişan oldu. Sadece börtü böcek değil. Kuşlar, ağaçlar, çiçekler de figan içinde. Ahu dilber geçip gitti de geriye hicran yeri gibi yanan ciğerler bıraktı.” demiş. Adam, arının anlattığı hikâyeye kendini öyle bir kaptırmış ki, iki gün boyunca aç susuz dinlemiş. Duyduklarından dolayı halden hale geçmiş. Bazen adam bayılmış bazen de arı kendini kaybetmiş. Hemen yanlarında çeşme olduğu halde su içmek bile aklına gelmemiş. Kimi ulu kişilerden nakledildiğine göre, zaten adam o günden sonra ne acıkmış ne de susamış. Ne zaman ağzının kuruduğunu hissedip su içmeye kalksa, su daha dudaklarına değer değmez buhar olup uçmuş. Sadece ömrünün nihayetinde ölüm döşeğinde akıbetini beklerken, belki de sadece lütuf olarak sunulan bir yudum suyu içebildiği anlatılır. Zaten açlık hissetmediğinden yemek yerken neler olduğu muammadır. 

Anlatanlar der ki; Allahüâlem, eğer ikinci günün sonunda zavallı bal arısı şahit olduklarının etkisiyle, yaşadıklarına inanamayıp, bir daha o hatun kişiyi göremeyeceğini düşünüp, haşyetinden ölmeseymiş, ömürleri olsa kıyamete kadar biri anlatacak, diğeri de dinleyecekmiş. Çünkü biri anlatmanın hazzıyla coşuyor, diğeri dinlemenin lezzetinden taşıyormuş her an. Arı ölmüş kurtulmuş lakin adını bilmediğimiz âdemoğlu, öğrendiklerinden dolayı sarhoş bir halde kalakalmış. İstemiş ki daha çok, daha güzel anlatan olsun. İşte o zaman arının bahsettiği yeri bulmak için heyecanla ormana dalmış. Ama öncesinde, yola çıkmadan önce kardeşim dediği arıyı defnetmiş. Arının bedenine göre küçük bir mezar kazmış. Sonra da dualar ederek gömmüş.

Yola çıktıktan sonra, arının bahsettiği ormanın açıklık alanını hemen bulmuş mudur, yoksa bir süre aramış mıdır, aradıysa ne kadar zaman sonra menziline erişmiştir bilen yok. Bu konuyu dinleyenleri tatmin edecek şekilde kendisi de apaçık anlatmadığı için rivayetler muhtelif. Arının tarifi üzerine hemen o gün eliyle koymuş gibi bulmuştur diyen de var. Yok, yıllarca aramış diyen de var. Yıllarca aramış diyen zevattan kimisi süreyi birkaç yılla sınırlı tutarken, içlerinden bazıları on yıllarca aramış da diyor. Hatta ve hatta ormandaki bahsedilen yerin en belirgin özelliğinin, açmış şakayıklar olduğu ve fakat kadının yüzünü gören bütün çiçekler solup telef olduğu için, adamcağızın söz konusu yeri ancak sonraki bahar bulduğunu söyleyenler bile var. Bu kadar ihtilaflı nakil üzerinden sağlıklı bir bilgi vermek elbette kabil değil. 

Ne olursa olsun adamcağız er ya da geç arının bahsettiği alanı bulmuş. Oraya vardığında, orman ahalisi perişan vaziyetteymiş. Kuşların kanat çırpmaya mecali yokmuş. Arılar, kelebekler sere serpe yerlerde ölü gibi yatmaktaymış. Hemen bütün şakayıkların çiçekleri nerdeyse toprağa değecek şekilde eğikmiş. En yakın çiçeğe koşmuş adam. Çiçek Allah’ı zikretmekteymiş. Dikkatlice dinleyince hemen bütün hayvanat ve nebatatın zikir halinde olduğunu hayretle fark etmiş. O ana kadar nebatatın dilinden de anladığını bilmeyen âdemoğlu, şaşkınlıkla çiçeğe; “Haliniz nicedir ey çiçek kardeş?” deyince, şakayık da anlamış onun dilinden. “Zikrimi bölme ey insanoğlu. Buradan bir hemcinsin geçti. Onu göreli perişanız.” demiş. “Böyle ne yapıyorsunuz?” diye sormuş adam. “Ne yapalım! Ne yapabiliriz! Böylesi bir güzelliği yaratan yüce Allah’ın kudreti karşısında ne kadar aciz olduğumuzu gördük. Ancak onu zikredip, ancak ona secde ediyoruz.” demiş çiçek ağlamaklı şekilde. “Keşke o da senin gibi dilimizden anlasaydı da gitme deseydik! Ayaklarımız olsaydı da peşinden koşsaydık! Ama nafile! Hepsi nafile! Kuşların kanatları var da ne oldu! Bak şunlara! Uçacak derman mı kaldı zavallılarda!” diye de eklemiş çaresizce. 

Adamın orada ne kadar kaldığı, ne zaman gitmeye karar verdiği de muammadır. Kimilerine göre hiç oradan ayrılmadı; gidilse ve yeri bulunsa mezarı o kadının gelip geçtiği patikanın kenarındadır. Muhtemelen, öldüğünde onu yine oradan geçen bir çoban ya da yolcu buldu ve defnetti. Zaten ormandan hiç ayrılmadığı için hikâyeyi de oradan gelip geçmekte olan kendisi gibi yarım akıllı birine anlattı. Böylece meseleden diğer insanlar da haberdar olabildi. İşte o, dudaklarına bardak değer değmez suyun buhar olduğu söylenen adamın da hikâyeyi böyle öğrendiği söylenir. Bu yolunu kaybetmiş zavallı meczup, duydukları karşısında zaten yarım olan aklını da büsbütün yitirmiş de kalan ömrünü divane gibi yaşamış. 

Kimine göre de şakayıkla bu minval üzere konuşması biter bitmez, hatun kişinin ne yana gittiğini sordu ve can havliyle koştu. O anda ne yapmış olursa olsun şunu çok açık biliyoruz; kadını bulamadı. Meselenin künhüne vakıf olan kahir ekseri gönül ehli, bu konuda son derece rahat bir izahat yapmış ki, ben dahi bu vecihle onların görüşünden yana saf tutanlardanım. Gönül ehlinin dediğine göre, evet, adam kadını bulamadı ama zaten bulmak da istemedi. Ormandan gelip geçen hurinin methini arıdan dinleyen adamı, bizzat âşıkların atası sayan bu görüşe göre, aramanın hazzı bulmaktan daha yücedir. 

Bu olay gerçek midir, yoksa kafası böyle şeyler düşünmeye mahir bir aylak tarafından uydurulmuş mudur bilinmez. Lakin ömrünce hiç görmediği, belki görse bile tanımayacağı, sadece kimi börtü böceğin şahitliğiyle bir kadını arayan bu adam, gönül ehlinin ittifakıyla âşıkların atası sayılmıştır. Mecnun dahi bu adamcağızın ancak çırağı olabilir diye düşünenler olduğu gibi, Ferhat olsa olsa ancak bu meçhul âşığa ibrikçi başı, Tahir yalnızca ve sadece kapısında bekçi olabilir diyenler de çoktur. Zira bu zevat, şahsen ve bizzat elle tutulur, gözle görülür bir sevgilinin hasretini çekmiş olduklarından, çok büyük âşık olsalar dahi, muhayyel bir sevgilinin hasretiyle ömrünü heba eden böyle birinin yanında birer cüce kalacakları aşikârdır. Bir zaman bu adama “Bulsan ne yapacaksın?” diye sorulduğu da rivayet edilir. Cevap, gönül erbabına şapka attıracak kadar manidardır; “Hayretimi artıracağım!” Zira adama göre kadına bakmak, sadece etten, kemikten, kastan ve deriden müteşekkil bir surete bakmak değil, o surette Allah’ın tecellisini görmekmiş. Görmek ve dediği gibi hayretini artırmak. Heyhat! 

Ne kadar yaşadığı, neler yapıp ettiği bilinmese de, ondan kalan miras çok büyüktür ve kendisinden sonra gelen her muhibbanı derinden etkilemiştir. 

Her anlatan, kadına farklı bir isim vermiştir. Anlatan erkekse, gönlünde yatan sevdiğinin ya da gizliden tutulduğu birinin adını vermiştir. Yok, eğer anlatan kadınsa, bazısı bu olsa olsa bir peri kızıdır diyerek isim zikretmemiştir ama bazıları da kendi aile büyüklerinden birinin ismini vererek anlatmıştır. Bütün eski hikâyelerde geçen kadınların adları Leyla, Şirin, Zühre olarak anılsa da, esasında hepsinin atasının bu müstesna, müberra, mücella, muazzez, mübarek kadın olduğu söylenir. Gerçekte kim olduğu ihtilaflı olan bu güzide kadına, Şükran adını yakıştıranlar olduğu gibi, Şükran değildir, başka bir ismi var diyenler de olmuştur.  


Ahir:

Babası her zamanki gibi aynı saatte, sudan sebepler yüzünden annesine bağırmaya başladığında, Katya çoktan uyanmıştı. Sabah daha gün doğmadan ahırdaki hayvanların bakımı için uyanan adam, işini bitirip eve döndüğünde karısını hâlâ yatakta uyurken görünce çıldırıyordu. Yüksek sesle ve kapıları çarparak, kahvaltının neden hazır olmadığını sormakla başlıyor ve yıllardır, bıkmadan usanmadan aynı şeyleri tekrar ediyordu. Adamın çok tütün içmekten çatallanan sesi, bağırmaya başladığında iyice anlaşılmaz bir uğultuya dönüşüyordu. Gırtlağını yırtarcasına bağırdığı için de bir süre sonra öksürmeye başlıyordu. Birbirine giren bu anlaşılmaz sesler, Katya’nın odasına gelene kadar kapılarda, duvarlarda boğulup rahatsız edici, sinir bozucu bir hale dönüşüyordu. Arada öten horoz olmasa ve babasının anlaşılmaz gürültüsünü bastırmasa bu işkenceye dayanamaz, katlanılmaz gibi geliyor Katya’ya. Neyse ki horoz tam zamanında imdadına yetişiyor ve uzunca ötüyor.  Babası hep aynı şeyleri bıkmadan tekrar ettiği için, neler söylediğini kelimesi kelimesine biliyor aslında. Arada annesinin cılız itirazları belli belirsiz duyulur olsa da, babası hiç ara vermeden devam ediyor günlük rutinine. Her gün aynıydı. Katya bu duruma alışık olsa da, düşündüğü şeylerin güzelliğini bozduğu için bugün daha çok kızıyor babasına. Az sonra o gür sesinin yetmediğine kanaat getirip mutfağın tahta döşemesinde tepinmeye başlayacak. Katya ara sıra, bir gün döşeme tahtalarının bu kadar darbeye dayanamayıp kırılacağını, babasının da kırılan yerden düşeceğini hayal ediyor. Bu aklına gelince her seferinde gülümsüyor.  

Hava çok soğuk. Katya yataktan hiç çıkmak istemiyor ama az sonra annesi kahvaltı hazır diye seslenecek. Gece doğru düzgün uyuyamadı zaten. Dün Abdullah’ın anlattığı halk hikâyesi dönüp durdu kafasında. Abdullah’ın söylediğine göre hikâyedeki adam bütün âşıkların atasıymış. Adamın sevdası o kadar büyükmüş ki, ondan kalan miras kıyamete kadar bütün insanlığa yetermiş. Sözlerini bitirince Katya’ya sımsıkı sarıldı. Katya’nın saçlarından, ensesinden ve boynundan yükselen sandal ağacı kokusunu derin derin içine çekti. Dayanamayıp öptü. Öptükten sonra da, “İşte ben de seni o kadar çok seviyorum.” dedi.  

Hikâye çok eski ve uzunmuş aslında. Abdullah, “Bize gerekli olacak kadarını özetleyerek anlattım.” demişti. Bu kadar kısa sürede ancak bu kadarı anlatılabilirmiş. Geniş ve uzun zamanlarda yeniden ve daha detaylı anlatacakmış. “Mesela evlenince.” diye de eklemişti muzipçe gülümseyerek. Sonra susmuşlardı uzunca. Her ne kadar Abdullah bunu aşkından söylemiş olsa da, evlenme sözünün ikisinde yaptığı çağrışım yeni bir cümle kurmayı zorlaştırmıştı. Buna dair zorluk dağ gibi duruyordu aralarında. Ne zaman bu konuda konuşmaya kalksalar, kendi gerçekliklerinin duvarına çarpıp dağılıyorlardı. Bir keresinde Katya, iki ayrı milletten ve dinden olduklarını söyleyince Abdullah susturmuştu onu. Bu ikisinin de bilmediği bir şey değildi. Nasıl bir yola çıktıklarını, ne kadar zor hatta imkânsız olduğunu biliyorlardı. Bunu bildikleri halde kalplerine söz geçirememişlerdi. Ne zaman uzak kalmayı deneseler daha fazla yanmış, daha fazla tutuşmuş, hasretten nefes alamaz halde birbirlerine koşmuşlardı. İşte o zaman her şeyi oluruna bırakmayı öğrendiler. Mecburen öğrendiler. 

Son zamanlarda ortalık karışıktı zaten. Beklemekten başka çareleri de yoktu. Çünkü Rus Çarı II. Aleksandr’ın sürgüne sıcak baktığı, dahası bunun için komutanlarıyla toplantı üstüne toplantı yaptığı söylentisi bu uzak dağ köylerine kadar ulaşmıştı. Abdullah ve Katya bunu konuştular. Geçen gece evdekiler uyuduktan sonra Abdullah’la buluştuklarında Katya açmıştı konuyu. Babası kasabaya gittiğinde söylentileri duymuş ve döndüğünde de olduğu gibi aktarmıştı. Abdullah da kimi haberler aldığını ama meselenin bu dağ köyüne kadar geleceğini tahmin etmediğini söyledi. Bunu Katya’yı rahatlatmak için söylemiş olsa da, öyle bir an geldi ki, her ikisinin yüreğini ve aklını büyük bir ayrılık korkusu ele geçirdi. Katya’nın gözlerinden yaşlar süzüldüğünü gören Abdullah, yeni öğrendiği o aşk dolu halk hikâyesini işte o zaman anlattı. Katya’nın kafasındaki bu kötü düşünceler dağılsın ve umutlansın istedi. Zaman dardı. Daha sonra geniş bir zamanda, ballandırarak uzun uzun anlatacağına söz vererek özet geçti.

Şimdi böyle, sıcacık yatakta akşama kadar uzanıp hikâyeyi düşünmek istiyor. Düşünürken Abdullah’ın içini ısıtan tatlı sesini, mimiklerini, kimi yerlerde yaptığı vurguları yeniden hatırlıyor. Kocaman bir tebessüm yayılıyor yüzüne. Buna engel olamıyor. Gülümsüyor. Hikâyeyi dinlerken bazı yerlerde sorular sormak istedi aslında. Mesela “Bütün her şeyi, bu kadar detayı sadece bir tek arıdan öğrenmiş olması sana inandırıcı geliyor mu?” diyecekti. Ya da “Bir insanın hayvanlarla konuşabiliyor olması sence normal mi?” diye soracaktı. Ama Abdullah o kadar güzel anlatıyordu ki, bir süre sonra ne dediğinin bir önemi kalmamıştı zaten. Sadece konuşsun istedi Katya. Hiç durmadan konuşsun. O öylece kendisini kaptırmış anlatırken önce dudaklarına baktı. Cümleler dudaklarından dökülürken ağzının kıvrımlarına dikkat kesildi. Kimi yerlerde gülümseyince kavislenen bıyığına takıldı gözü. Sağ yanağındaki gamzeye baktı. Yine sağ gözünün hemen yanındaki küçük bene, oradan uzun kirpiklerine, arada çizgileri belirip kaybolan alnına, sol taraftan bir parçası yanağına doğru bir yay çizen, uzun ve dalgalı saçlarına, iki kaşının kesiştiği o noktaya, sonra burnuna, sonra yeniden dudaklarına, bir şey anlatırken sürekli hareket eden ellerine, uzun parmaklarının detaylarına, sonra yeniden dudaklarına baktı. Bir süre sonra Abdullah onun dalıp gittiğini fark edip dinlediğinden kuşkulandı ve hikâyeyi bırakıp konuyla ilgisiz başka bir şey anlatmaya başlayınca güldü Katya. “Hep böyle yapıyorsun Abdullah. Dinliyorum ben seni.” dedi gülümseyerek. İkisi de kahkaha atmak istedi ama ortam bunun için hiç de müsait değildi. Uzun ve içtenlikle kahkaha atmayı da geniş ve rahat zamanlara ertelemek zorunda kaldılar. Her şeye rağmen yine de güldüler. Fazla ses çıkardıklarını düşündükleri yerlerde birbirlerinin ağızlarını elleriyle kapatmak zorunda kalsalar da güldüler. Gecenin içinde bir kandilin büyüttüğü gölgelerine baktılar birlikte. Bunu Katya gördü. Taş duvara düşen gölgelerini gösterip “Bak!” dedi Abdullah’a. Yan yana ne güzel durduklarını düşündüler. Mutlu bir gelecek hayaliyle içleri ısındı. Yeniden gülümsediler.

Sonra Abdullah, hikâyedeki kadının adının Şükran olduğunu iddia etti gülümseyerek. Katya, Abdullah’ın bu ismi çok sevdiğini biliyordu. Arada Katya’ya da Şükran diye hitap ederdi. Evlenince kendisini hep bu isimle çağırmak istediğini de söylemişti daha önce. Katya itiraz etmemiş hatta memnun memnun gülümsemişti. Şimdi de öyle yaptı. Kocaman bir tebessüm yayıldı yüzüne. Yine de, “Hikâyeyi anlatırken hiç isimden bahsetmedin ama…” diyerek tatlı bir itirazda bulunmadan da edemedi. İşte o zaman Abdullah, kadının şakayığı koklamak için eğilirken bütün hikâye boyunca kurduğu tek cümleden, daha doğrusu yarım bir cümleden bahsetti. “Kadının güzelliği karşısında başı dönen ve kendisini kaybeden arının duyduğu bu yarım cümleye güvenilir mi bilinmez ama böyle bir şey var.” diye ekledi Abdullah. Dediğine göre kadın tam çiçeği koklamak için eğilirken, “Seni ve beni yaratan Allah’a ant olsun ki, adımın Şükran olduğunu bildiğim gibi…” demiş. Belki sözlerinin devamı da varmış ama arı ne kadar düşünse de hatırlayamamış çünkü o ara kadının güzelliğinden başı dönüyormuş. Katya yeniden gülümsedi. Bunu Abdullah’ın uydurduğundan nerdeyse emindi ama inanmak itiraz etmekten daha tatlı geldiği için sustu. Şimdi, hikâyedeki kadına âşık olan adamın adını sorsa muhtemelen Abdullah diyecekti gülümseyerek. İşte o zaman foyası ortaya çıkardı belki ama Katya da içten içe Abdullah’la birlikte böyle bir hikâyenin kahramanları olmak istiyordu.         

Kasabada birbirlerini ilk kez gördükleri günü konuştular sonra. Bundan bahsetmeyi ikisi de çok seviyordu. O günkü heyecanı yeniden hatırlayarak, hızla atan kalplerini, dönen başlarını, yere değmeyen adımlarla uçar gibi yürüdüklerini birbirlerine tekrar tekrar anlatmaktan büyük keyif alıyorlardı. Abdullah caddede yürürken Katya bir dükkândan çıkıyordu. Hayır, önce biri görüp diğerinin ilgisini çekmeye çalışmadı. Birbirlerini aynı anda gördüler. İkisinin de gözlerinden birer yıldırım çıkmış, tam da ortalarında çarpışmış gibi oldular. Çarpışan yıldırımlar birbirlerini geçip diğerinin önce gözlerine, oradan da yüreğine ulaşıverdi sanki. Donup kaldılar. Bakakaldılar. Annesi Katya’yı çekip götürmeseydi öylece bakıp kalacaklar gibi geldi ikisine de. Abdullah takip etti. Katya arada dönüp geliyor mu diye baktı. Abdullah’ı bir an gözden kaybettiği zamanlarda telaşla bakındı etrafına. Sonra görüverince derin bir nefes aldı. Anlaşamadıkları tek şeyse, konuşmayı ilk kimin başlattığıydı. İkisi de ilk girişimi kendisinin yaptığını iddia ediyordu. Katya annesini atlatıp Abdullah’ın yanına geldiğini ve o anda oradan geçmekte olan güzel bir atı bahane ederek konuşmayı başlattığını söylüyordu. Abdullah da, annesinden bir an ayrılan Katya’ya yaklaştığını ve kendisini tanıtarak ilk adımı attığını iddia ediyordu. En sonunda ikisi de, o gün çok heyecanlı olduklarını ve bazı şeyleri bu heyecandan dolayı hatırlayamadığını kabul ediyordu. Bazı şeyler sisler ardında kalmış olabilirdi ama bunun bir öneminin olmadığı konusunda ikisi de hemfikirdi. Katya sonradan, “O gün orada birbirimizi görmeseydik asla tanışma şansımız olmazdı.” diyecekti. Köyleri birbirine oldukça uzaktı çünkü. Kasaba pazarı ikisine bir süre buluşma yeri olmuştu. Ama bir süre sonra kızının bir şeyler karıştırdığından şüphelendiğinden mi bilinmez babası Katya’yı kasaba pazarına götürmeyi reddetti. Neyse ki o zamana kadar epey konuşmuşlardı. İki hafta üst üste pazarda Katya’yı göremeyen Abdullah, diğer hafta babasının pazarda olduğunu da hesaba katarak evlerinin yakınına kadar gelmişti. Neyse ki bir süre sonra Katya onu gördü. Böylece her Salı gece yarısında buluşmaya başladılar. Abdullah bu buluşma için en az üç saat yürümek zorunda kalsa da hiç şikâyet etmedi.       

İşte annesi sesleniyor. Kahvaltı hazırmış. İstemeye istemeye kalktı. Elini yüzünü yıkayıp mutfağa geçti. Babası hâlâ homurdanıyordu. Evde iki kadın varmış ama yine de bu saate kadar aç kalıyormuş. Hemen sonrasında kuracağı cümleleri de sırasıyla biliyor Katya. Gülmesini bastırmaya çalışarak tekrar ediyor içinden. “Bir erkek evladım olsaydı. Şu işlerin ucundan tutsaydı. Kaldım sizin elinize. Acı bana yüce tanrım.” diyor babası. Çok sık olmasa da Katya kendisini tutamıyor bazen. Ama çok seyrek, babasının duasına gülerek “Amen.” diyor. İşte o zaman “Kıkırdama kız!” diye azar işitiyor annesinden. Adam bir yandan yemeğini yerken bir yandan da konuşuyor. “Kahvaltıdan sonra kasabaya ineceğim. İstediğiniz bir şey var mı?” diye soruyor. Katya şeker istiyor yine. Ama geçen sefer aldığı gibi yumuşak olanlardan değil. “Cam gibi sert olanlardan istiyorum.” diyerek sipariş veriyor. “Senin onları sevdiğini biliyorum ama geçen defa onlardan kalmamıştı. Ben de hiç almamaktansa dükkânda olanlardan alayım dedim.” diye kendini savunuyor. “Alma baba. Onlardan yoksa hiç alma.” diyor Katya. Adam tek evladının bu erkeksi sert çıkışlarını seviyor. İşte o zaman her zaman yaptığı gibi Katya’nın yüzüne bakarak gülümsüyor. Sanki sabahtan beri mutfakta bağırıp duran, döşemeleri tekmeleyen kendisi değilmiş gibi birden yumuşuyor. Katya bu huyunu bildiği için bazen sert ve erkeksi davranıyor. 

Masayı toplarken babasının ahıra girdiğini, atı çıkarıp arabaya koştuğunu duyuyor Katya. Az sonra koşumları bağlayıp yola düşeceğini biliyor. Ağır tekerlerin ve at nallarının çakıllı yolda ilerlerken çıkardıkları sesi seviyor. Sırf bunu duymak için aynı yerde ileri geri at arabasıyla gidip geldiği zamanlar da oldu. Her ne kadar bir süredir bunu yapmasa da şimdi babası giderken aynı sesi yeniden duyacak. Katya, bir süre sonra bunun da ayrı bir zevk olduğunu keşfetti. Yani, tekerler dönerken ve atlar yürüdükçe çıkan şıkırtının, araba uzaklaştıkça her metrede biraz daha azalarak en sonunda duyulmaz bir fısıltıya dönüşmesini seviyor. Bunu duymak için ne kadar soğuk olursa olsun, annesinden azar işitmek pahasına mutfak penceresini ardına kadar açıyor. O anda bir şeyler yapıyor olsa da kulağı hep pencerede oluyor. İşte gidiyor babası. Şimdi belli bir ritimde azalacak sesi takip etmek ona eğlenceli geliyor. Kısa süre sonra da duyulmaz oluyor.

Katya bütün gün bir yandan işlerini yaparken bir yandan da hikâyeyi düşündü. Geleceğe dair hayaller kurdu. Her fırsatta, hemen az yukarı ev yapmayı düşündükleri tepeye baktı. Abdullah’la birlikte küçük ama sıcacık evlerinde mutlu mesut yaşadıklarını kurdu kafasında. Bahçede bağırış çağırış birkaç çocuk koşuştururken onlar verandada çay içeceklerdi mesela. Çocukların neşeli sesleri avluyu dolduracak, onlar da içlerine sığmayan bir sevinçle birbirlerine bakıp gülümseyeceklerdi. Bunları düşününce havanın soğukluğuna rağmen içi ısındı. Eli yüzü kızıla kesti. Kalbi daha hızlı atmaya başladı. Bulduğu her fırsatta tepeye baktı. Abdullah kıvrım kıvrım yoldan gelirken mesela onu bahçe kapısında beklerken gördü kendisini. Daha araba içeriye girer girmez Abdullah’ın atı durdurup yere atladığını ve kendisine belinden kavrayıp hasretle sımsıkı sarıldığını hayal etti. Bacasından hep dumanın tüteceği o ev ikisi için de cennet gibi bir yer olacaktı. Bunun üzerine konuşurken o kadar haz alıyorlar ve mutlu oluyorlardı ki, gecenin nasıl geçtiğini anlayamıyorlar ve ilk horozlar ötmeye başlamasıyla kendilerine geliyorlardı. Tek tek odaları düşünüp eşyaları nereye koyacaklarına, şöminenin yerine, yatağın konumuna kadar her şeyi en ince detayına kadar uzun uzun konuşuyorlardı. Mutfak masası tam pencerenin önünde olmalıydı mesela. Ya da yatak odasının hemen yanına düşündükleri ardiyeyi, çocuklar olduktan sonra boşaltıp onlar için yeniden düzenliyorlardı. Onlar böylece mutlulukla konuşurken ilk horozlar ötmeye başlıyordu. “Bir gün yakalanacağız Abdullah.” demişti Katya bir keresinde. Ama bunu korkuyla değil de daha çok telaşsız bir keyifle söylemişti. İkisi de içtenlikle gülümsemişti bu söze.

Niyeyse babası kasabada duyduklarını hemen döndüğünde değil, akşam yemeğinde değil, ertesi sabah kahvaltıda anlattı. Söylediğine göre sürgün başlayalı bir hafta olmuş. “Askerler gece gündüz demeden köylere giriyor ve kim var kim yoksa hepsini birden Karadeniz kıyısına limanlara doğru gönderiyormuş. Hazırlanmalarına bile fırsat verilmiyormuş. Kıyıdaki durum daha da kötüymüş. Gemiler yetersiz kalıyormuş ve kapasitenin çok üstünde yolcu alıyormuş. Bu manzarayı gören eski bir denizci “Gemi daha yarı yola varmadan batar.” demiş. Karşı kıyıdan gelen küçük bir tekne, söz konusu geminin battığını ve hemen bütün mürettebat ve yolcularının da boğularak öldüğü haberini getirmiş üç gün sonra. Resmi gemiler çok az olduğundan kimi fırsatçı balıkçılar da taşıma işine gitmiş. Ama aynı zamanda aç gözlü olduklarından çok para kazanmak için fazla yolcu alıyormuş. Çoğu da Karadeniz’in açıklarında batıyormuş. Az yolcu alan teknelerin fiyatı çok yüksekmiş. Bu meblağı karşılayamayan kimi babalar aileleri kurtulsun diye kendilerini köle olarak satıyormuş. Osmanlı’nın gönderdiği gemiler bile yetersiz kalmış. Üstelik mesele buralara kadar gelmiş.” Adam bunu söylerken Katya’ya baktı. “Söylentiye göre bütün Çerkezler sürülecekmiş.” Babasının anlattıklarını dinlerken Katya’nın kanı çekilir gibi oldu. Duyduklarını akşamdan beri bilerek anlatmadığını düşündü. Her ne kadar Abdullah’la gözlerden uzak ve gizli buluştuklarına inansalar da, yıllardır bunu fark etmemelerinin imkânsız olduğunu geçirdi aklından Katya. Donup kaldı. Ne yapacağını bilemedi. O andan sonra babasının sesi anlaşılmaz bir uğultuya dönüştü. 

Gece Abdullah’la buluşmak için sözleşmişlerdi. Zamanla zorunluluktan böyle bir taktik geliştirmişlerdi kendilerine göre. Başka bir haberleşme imkânları olmadığı için, her seferinde bir daha ne zaman buluşacaklarını kararlaştırıp öyle vedalaşıyorlardı. O gün vakit geçmek bilmedi. Akşam olmak bilmedi. Katya ne yaparsa yapsın bir türlü rahatlayamadı. İçini soğutamadı. Şu durumda Abdullah’tan küçücük bir haber alsa yeniden doğmuş gibi olacaktı ama bu mümkün değildi. Evle ahır arasında, avluda, evin içinde deliler gibi gezinip durdu. Gezinmek bile değil. Koşturup durdu resmen. Oturamadı. Yatamadı. Odasına gitti ama duvarlar boğdu onu. Sıkıldı. Daraldı. Bir ara, ev yapmayı düşündükleri tepeye doğru umutsuzca yürüdü. Kalbinde önleyemediği bir yangın, endişeyle birlikte büyüdükçe büyüdü. Zaman önce yavaşladı, sonra da donup kaldı sanki. Katya, sık sık eve koşup saate baktı. Her baktığında içine derin bir karamsarlık çöreklendi. Akrep ve yelkovan çakılıp kalmış gibi hiç kıpırdamadan duyuruyor gibiydi. Bozulduğundan şüphelendi. Babasına gidip saati sordu. Ahırda çalışmakta olan adam, evdekine neden bakmadığına dair biraz homurdandıktan sonra, elindeki işi bırakıp köstekli saatini çıkarıp söyledi. Aynıydı işte. Bozulmamıştı ama zaman geçmek bilmiyordu. Beklemekten başka elinden gelen bir şey yoktu. 

Nihayet güneş batmıştı. Buluşmalarına daha altı saat vardı. Öğlen bir şey yememişti ama aç da değildi. Midesinde kocaman bir taş vardı sanki. Akşam yemeği için masaya oturduklarında da hiçbir şey yiyemedi. İçi içine sığmıyordu. Annesi sıkıştıracak gibi olunca baş ağrısını bahane edip kaçtı odasına. 

Katya o gece çayırdaki ahırda boşuna bekledi. Sonraki gece, hatta ondan sonraki gece de gelmedi Abdullah. Katya buna inanamadı. Başına ne gelirse gelsin, ne yapıp edip haber vereceğini düşünmüştü. Sonradan, bu fazladan beklemelerine pişman olacağını o gün bilmiyordu elbette. Limanda gemi bulmaya çalışırken Abdullah’ın iki gün önce hareket eden bir tekneye zorla bindirildiğini öğrenecek; “Beklemek yerine hemen yola düşseydim belki de limanda buluşacaktık.” diyecekti. Ama buluşamadılar. Abdullah’ın o halk hikâyesini anlattığı günden sonra hiç göremediler birbirlerini. 

Abdullah’ın gelmediği ikinci gece artık Katya’nın beklemeye tahammülü kalmamıştı. Duramadı. Meraktan ama daha çok korkudan ölüyordu. Katya yüzyıllar gibi uzun gelen, yüreği ağzında, korku dolu bir merakla geçen iki günün sonunda yola düştü. Kandil ışığında alelacele bir not yazdı. Mutfak masasına bıraktı. Eline ne geçerse, torbaya yiyecek bir şeyler doldurdu. Bir ekmek, birkaç meyve, dün sabahtan kalan çörekler, biraz ceviz ve badem içi… Tam emin olamadı ama atıyla hızla uzaklaşırken, arkasından babasının ismini bağırdığını, bu cılız sesin, atın nalları altında şakırdayan çakıllarda yitip gittiğini duyar gibi oldu.   

An: 

Abdullah, Katya’nın peşine düştüğünü çok sonra öğrendi. Önce köye gittiğinden, ölülerin içinde kendisini bulamadığından, sağ kalanların limana gönderildiğini öğrenip atını sahile doğru sürdüğünden de çok sonra, aylar sonra haberdar oldu.   

Katya, yollarda Abdullah’ı sora sora bir hafta kadar sonra Novorossiisk Limanı’na kadar gelmiş. Her önüne gelene telaşla sormuş. Umutları tükenmek üzereyken, bir defasında kasaba pazarında birlikte dolaşırken gördüğü, köyden arkadaşı Salih’e tesadüfen rastlamış. “Tanrı aşkına söyle. Abdullah nerede?” demiş yalvarırcasına. O da, bir gece askerlerin köyü kuşattığını, birçok insanı öldürdüklerini, kalanları da limana doğru sürdüklerini anlatmış. Kuşatmayı gerek karadan, gerekse yüzerek denizden delmeye çalışan Abdullah’ın her denemesinde yakalandığını, en sonunda elleri bağlı bir şekilde, demir almaya hazırlanan bir gemiye zorla bindirildiğini söylemiş. Bunları çok sonra, aylar sonra Trabzon’da öğrendi. 

Artık gidecek bir yeri yoktu. Anne ve babası, askerlerin köyü bastığı gece daha ilk anda öldürülmüştü. Geride kalanları defnetmelerine bile izin vermediler. Silah zoruyla limana doğru gönderdiler. Bir çemberin içinde olduklarını kaçmayı deneyince anladı Abdullah. Aklında bir tek Katya vardı. “Hiç olmazsa ona haber vermeliyim.” diye düşündü. Artık buralarda kalmasının neredeyse imkânsız olduğunun farkındaydı. En azından bunu Katya’ya kendisi söylemeliydi. Öyle geçirdi aklından ama yapamadı. Gece karanlığından faydalanıp sıvışmayı denedi. İşte o zaman kaçmanın zannettiği kadar kolay olmadığını anladı.  Askerlerin dur ihtarına aldırmayınca üstüne ateş açtılar. Bir mermi kulağını yalayarak geçti. Ölümle burun buruna gelince ve bundan sonra daha iki adım ancak atmamışken yorgun ve öfkeli bir askerin var gücüyle indirdiği dipçik suratının ortasında şaklayınca, işin şakası olmadığını anladı. O yarı baygın yerde yatarken, onu durduran üç askerin aralarında yaptığı konuşmayı duydu. Birisi, “Öldü galiba.” dedi. Diğeri, “Bir tane de kafasına sıkalım garanti olsun.” diye ekledi. “Haklısın” dedi öbür asker. “Birini kaçırdığımızı duyarsa komutan bizi vurur. Bu gece bir dünya insan öldürdük. Ha bir eksik, ha bir fazla, ne fark eder.” dedikten sonra silahına davrandı. İşte Abdullah tam o anda son bir gayretle zorla da doğruldu yerden. Yoksa ölüp gidecekti. Silahını ona doğrultan ateş etmekte kararlıydı ama diğeri onu durdurdu. “Bu gece çok kan döküldü. Bırak.” dedi. Bunu söyleyen Abdullah’ın yakasına yapışıp, “Bir daha kaçmayı denersen seni ben gebertirim.” demeyi de ihmal etmedi. Abdullah’ı önlerine katıp, ite kaka diğerlerinin yanına getirdiler. Bundan sonra bir başarısız deneme de limanda yaptı. Yine yakalandı. Öldürülmediği için şanslıydı. Ellerini bağladılar. Demir almak üzere olan bir gemiye atıp gönderdiler. Yüzerek dönemeyeceği kadar açılınca çözdüler ellerini. 

Genç olduğu için şanslıydı. Köyden sürülüp limana gelirken, limanda ve şimdi de gemide sayısız ölüme şahit oldu. Bir ara güvertede otururken öyle bir hale geldi ki, yaşadığını anlamak için kendisini çimdikledi. Bütün olup bitenlere inanamadı. İşte o zaman ilk kez ağladı. Defnedilmesine bile izin vermedikleri anne babasını, doğup büyüdüğü toprakları, canından çok sevdiği Katya’yı geride bırakıp bir bilinmeze doğru gidiyordu. Katıla katıla ağladı. Hem kendi yitirdiklerine hem de bunca insanın içler acısı sefaletine ağladı. Hele limanda gördüğü bir manzara hiç çıkmıyordu aklından. Üst üste yığılmış bir sürü cesedin arasında bir bebek ölmüş annesinin memesini emmeye çalışıyordu. Askerler kimsenin yaklaşmasına izin vermiyordu. Süngüyle dipçikle kovuyordu yaklaşmak isteyenleri. Bu manzarayı gören kadınlardan birisi en sonunda dayanamayıp ileri atıldı. Ondan cesaret alan birkaç kişi daha yürüdü. Bir hengâme oldu. İşte o zaman komutan tabancasını çekip bebeği almak isteyen kadını kafasından vurdu. Herkes donup kaldı. Sonra geriye çekildi mecburen. Hele yollar içler acısıydı. Yürüyemeyen herkesi vuruyordu askerler. Arkadaşlarının taşımasına bile izin vermiyordu. Kaybedecek vakitleri yokmuş. Emir böyleymiş. Daha bir dünya işleri varmış. Yol kenarları cesetlerle doluydu. Ve o koku! Çürümüş ceset kokusu bırakmıyordu Abdullah’ın yakasını. Gemide ölenler denize atılıyordu ama yine de koku bir türlü gitmiyordu. Yapışıp kalıyordu yakalarına. En sonunda nedeni anladılar. Bir kadın, açlıktan günler önce ölen bebeğini hâlâ kucağında taşıyordu. Fark edildi ama bırakmak istemedi. Zorla alıp attılar denize. Günler sonra Trabzon Limanı’na vardıklarında neredeyse yolcuların yarısı ölmüştü. O kadar insanın denize atıldığına şahit olmuştu. Ölü bedenin suya düştüğünde çıkan o ses çınlayıp duruyordu kulaklarında. Dahası açık denizde fırtınada batan sayısız gemideki ölenlerin kaydı bile yoktu. Binlerce, belki de yüz binlerce insan yok olup gitmişti. 

Haber aldığına göre Karadeniz’in her iki kıyısında da binlerce ceset karaya vurmuştu. Gelen insanların söylediğine göre bazı yerlerde denizin yüzeyi hep ölülerle kaplıymış. Artık yer yer kafatasları, kemikler vurmaya başlamış kıyıya. Hele kadınların saçları yosun gibi birikiyormuş sahil boyunca. 

Şimdi Trabzon kıyısında, ölen binlerce insanla daha da kararan Karadeniz’e bakıyor. Ufukta belli belirsiz hayal gibi, serap gibi gelen ya da uzaklaşan gemileri seyrediyor. İşte Salih’le o zaman karşılaştı. Önce tanıyamadı. Abdullah, Ağustos sıcağında, küçücük bir akasya ağacının gölgesinde oturuyordu. Arkasından birinin gelip geçtiğini fark etmedi bile. Adam tam da onun hizasına gelince yığılıp kaldı. Telaşla koştu. Kendisi gibi genç biriydi ama çok zayıftı. Bir deri, bir kemik kalmıştı. Hemen matarasını açıp adamın kuru dudaklarına su döktü. İşte o zaman, neredeyse baygın olan adam kıpırdandı. Kesik kesik inlemeye başladı. Abdullah, avucuna aldığı suyu adamın yüzüne sürdü. Diğeri biraz kendine gelir gibi oldu. Gözlerini açtı. “Abdullah.” diye mırıldandı. İşte o zaman daha dikkatli baktı bu genç adamın yüzüne. Zar zor tanıdı. İlk önce Salih onu tanımamış olsa asla bilemezdi. Tutup hemen gölgeye çekti arkadaşını. Başını kucağına aldı. Biraz sonra Salih konuşacak kadar kendine geldi. “Nedir bu halin? Hasta mısın?” diye merakla sordu Abdullah. “Açlık.” dedi Salih. Neredeyse üç gündür hiçbir şey yemediğini söyledi. Abdullah torbasındaki kuru ekmeği ıslatıp verdi. Salih iştahla atıldı ve ekmeği kaptığı gibi yemeye koyuldu. 

Bu kadar zamandan sonra Katya’ya dair öğrenebildiği tek şey arkadaşının getirdiği haber oldu. “Seni sordu.” dedi Salih. “Olan biteni anlattım. Sonra görmedim onu ama bindiğim gemide bazı söylentiler duydum. Birileri kendi aralarında bir Rus kadının karşı kıyıya geçmek için gemi aradığını konuşuyordu. Merakla sokuldum yanlarına. Bahsettikleri kişi Katya’dan başkası değildi. Böyle yapacağını bilseydim karşılaştığımız zaman onu bırakmazdım. Ama…” Salih burada durdu. Yutkundu. Abdullah, Katya’nın da bu tarafa geçmeye çalıştığını duyunca heyecanlandı. Arkadaşının yüzüne meraklı gözlerle baktı. Salih’in gözleri nemlenmişti. Abdullah’ın yüreğine bir korku çöreklendi. Göğsü daraldı. “Sonra ne oldu?” diye sordu endişeyle. Günlerce, gecelerce Abdullah’tan Katya’yı ne kadar çok sevdiğini, geleceğe dair planlarını dinleyen Salih için gerisini söylemek kolay olmadı. Sessizliği uzun sürünce Abdullah ısrar etti. “Ne biliyorsun? Neler oldu?” diye sordu sertçe. Diğeri sözlerini zor toparladı. Kesik kesik cümlelerle ancak anlatabildi. Dediğine göre, gemide Katya’dan bahsedenler, kadının iki gün önce hareket eden küçük bir tekneye, elindeki bütün parayı ve boynundaki kolyeyi de vererek nerdeyse yalvar yakar, zorla bindiğini konuşmuşlar aralarında. Ne zoru olabilir ki?” demiş biri diğerine. Bu karışıklıkta ölümü göze alarak bir Rus’un yola çıkmasına bir anlam verememişler. Bu konuşmalara kulak misafiri olmasından üç-dört gün kadar sonra bu adamlardan biri güvertede hayretle “Bu o!” diye bağırmış. “Rus kadın bu!” diye tekrar etmiş gözlerine inanamayarak. Salih de sese koşmuş korkuyla. Yola çıktıklarından beri bu gördükleri beşinci batan gemiymiş. Birkaç gün önce kaptan, “Önümüzde fırtına var!” diyerek bilerek yavaşlatmış gemiyi. Önlerinde yol alan tekneler hep yakalanmış bu fırtınaya. İşaret edilen yere baktığında… Suyun üstünde, dalgalarla salınan yüzlerce ceset varmış. “Nerede?” diye sormuş Salih. Adam bir noktayı işaret etmiş parmağıyla. “O muydu?” diye sordu Abdullah. Salih konuşamadı. Evet diyemedi. Sadece başını salladı. Abdullah’ın gözlerinden sessiz bir çağlayan gibi gözyaşları durmadan akıyordu. Kaskatı kesildi. Kıpırdayamadı. Konuşamadı. 

Durmadan aynı şeyler geçiyordu aklından; artık Katya yoktu. Baş döndüren kokusu yoktu. Dokununca zamanı, mekânı bambaşka hissettiren elleri yoktu. Her baktığında içini cız ettiren gözleri yoktu. Delice bir aşka bakmayacaktı artık. Bir insana ancak bu kadar yakışır dediği, o uzun dalgalı ve kızıl saçları yoktu. Ona her baktığında ayaklarını yerden kesen, bulutlara uçuran Katya yoktu artık. Her Şükran diye seslendiğinde kızaran yanakları yoktu. Abdullah o kadar çok ağladı ki, bir insandan bu kadar çok gözyaşı çıkabileceğine kendisi bile hayret etti.  

Sonra, birkaç saat sonra, Abdullah kendini biraz olsun toparlayınca yine sorular sordu. “Nasıldı?” dedi mesela. Salih onun ne demek istediğini anladı ve işte o zaman kimi detaylardan söz etti. “Suyun üstünde sırt üstü yatıyordu. Başının altına denk gelen bir tahta onu yüzeyde tutuyordu anlaşılan. Beline ince bir halat dolanmıştı. Parlak güneşin altında yüzü parlıyordu. Uzun saçları dalgalarla birlikte, sanki bozkır rüzgârında gibi savruluyordu.” Bu kadar detayın Abdullah’ın canını daha çok yakacağını düşünüp sustu Salih. Gece çökmek üzereydi. İki arkadaş sırtlarını genç bir akasya ağacına vermiş öylece susuyordu. Sustukça uzadı gece. Konuşacak hiçbir şey bulamadılar. Anlatacak o kadar çok şey vardı hâlbuki. Karşı kıyıda nefes alan her adama, her kadına, her çocuğa musallat olan ölüm hakkında bile konuşamadılar. Baskınlarda kurşunlanarak ya da süngülenerek ölenler, yollarda telef olanlar, denizde boğulanlar… Yaşadıklarının, şahit olduklarının ağırlığı altında ezilip kalmışlardı sanki. Sustular. 

Ağustos böceklerinin tiz sesi kulaklarını tırmaladı. Uzaktan uzağa limandan gelen boğuk bağrışmalar. Yaz olmasından istifade buldukları her açık alana yerleşen Çerkezlerin geceye karışan belirsiz seslerinin yanında, belki açlıktan belki de hasta oldukları için sürekli ağlayan çocuklarının birbirine karışan acı dolu feryatları geceye karışıyordu. Deniz hiç olmadığı kadar durgundu. Sadece, sahile vuran incecik dalgaların kumlardan yükselen belli belirsiz fısıltısı vardı sanki ama o da diğer seslerin içinde yitip gidiyordu. Arkalarında, koca şehir huzursuz bir uykudaydı. Bulutsuz gökyüzünde yıldızlar ipil ipil parlıyordu. Abdullah, nemli gözleriyle yıldızlara bakınca uzayıp gidiyordu ışıklar. 

Yorgunluktan sızdığında sabah ezanları okunmaya başlamıştı. Müezzinin sesi gecenin diğer seslerine ama en çok ağlayan huzursuz çocuk seslerine karışıp duyulmaya başladığında, ninni gibi gelmişti kulağına. Salih’in derin derin solumalarından uyuduğunu anladı. Köyünden sürüldüğünden beri rahat bir yatak görmemiş bedeni sızlıyordu. Burada da sığınacak bir yer bulamamıştı. Şehrin yardımsever insanları ilk gelenlerden bazılarını zaten evlerine almış, bazılarını da bağ evlerine, dağdaki kimi av kulübelerine yerleşmişlerdi. Abdullah nispeten geç gelenlerden olduğundan şehre ulaştığında dışarıda yatmaktan başka çaresi kalmamıştı. Erken gelmiş olsa bile genç ve sağlıklı olduğu için davet edildiği yeri daha zor durumda olan birisine verirdi. Neyse ki mevsim yazdı. Kışa kadar bir çare elbet bulunurdu. Öyle düşünüyordu. Şimdi böyle sahilde uyuyabilirdi. 

Yorgunluktan sızmak üzereyken, uykuyla uyanıklık arasındaki o tanımlayamadığı arafta yapayalnız olduğunu dehşetle fark etti. Elinden kum gibi akıp giden bütün hayalleri bir anda aklına hücum etti. Kısa aralıklarla daldığı huzursuz uykusunda hep aynı rüyaları gördü. Katya’yı hep, evlerini kurdukları o tepede çite yaslanmış onu beklerken gördü. Sonra verandada bahçede koşuşturan çocuklara bakıp gülümseyerek kahve içtiler. Baharda çiçeklenmiş bir badem ağacının altında piknik yaptılar. Başını Katya’nın kucağına koymuş gökyüzünü seyrederken gördü kendisini. Ağacın yeni yeşillenen yaprakları, beyaz çiçeklerinin ve Katya’nın kızıl saçlarının arasından süzülen güneş gözlerini kamaştırdı. Baharın kokuları Katya’nın hep o başını döndüren kokusuna karışınca içinde bastıramadığı bir yaşama coşkusu kabardı her seferinde. Saçlarının arasında sevgilisinin müşfik eli dolaştı durdu. Sonra hepsini yeni baştan tekrar gördü, sonra tekrar derken, en sonunda Katya’nın suyun üstünde yüzen, dalgalarla salınan cansız bedeni girdi rüyasına. Akasya ağacının altında, uzandığı kumlarda kıpırdandı. Bütün o kâbusun içinde, bir daha asla ona sarılamayacağını, kokusunu içine çekemeyeceğini, uzun ve dalgalı saçlarını okşayamayacağını düşündü. İçinden bir türlü çıkamadığı, aşamadığı, kurtulamadığı, büyük ve simsiyah bir boşluğun içinde kalakaldı. Her şey o kadar hızla olup bitmişti ki, bütün yitirdiklerinin ayrımına ancak şimdi varabiliyordu. Birden, bir anda bu kadar çok şeyin olabileceğini asla düşünmezdi. İçinde korku, kin, nefret, sevgi hiçbir şey yoktu sanki. Öyle boş bir kovan gibi hissetti kendisini. Bu uykuyla uyanıklık arası sanki saatlerce sürmüş gibi geldi. Ne zaman ki rüyasında bir balığı, Katya’nın yanağını ısırırken görünce sıçrayarak uyandığında henüz güneşin doğmadığını hayretle gördü. Etrafa bakındı. Salih hâlâ derin derin uyuyordu.   


Aşiyan:    

Sahilden ayrılamıyor. İçinde yanıp duran o devasa alevleri olan ateşi bir türlü söndüremiyor. Azıcık soğusa yüreği belki rahatlayacak ama bir tülü olmuyor. Başaramıyor. Buradan uzaklaşsa, daha iç kesimlere gitse belki mümkün olur ama burada değil. Her gün sayısız cesedin, kemiklerin, kafataslarının sahile vurduğunu görürken bu mümkün olmuyor. Hiçbir şey yapmadan durmak istemediği için gönüllü olarak defin ekibine katıldı. Daha çok Katya’ya dair bir iz bulmak istemişti ama geçen her gün umudunu yitirdi. Her gün sahil boyunca kıyıya vuran ne varsa toplayıp gömüyorlar. Kim kimdir bilmeden, karışık koyuyorlar at arabasındaki tabutlara. Her arabada beş tabut var. Tabutlar dolunca araba mezarlığın yolunu tutuyor. Bazen o kadar çok oluyor ki, nispeten çürümemiş, dağılmamış cesetleri tabutlara, kemikleri de çuvallara doldurup öyle gönderiyorlar gömülmeye. Koku almıyor artık. O kadar çok ceset gördü ki, taş nasıl kokmazsa ceset de o kadar kokmuyor. 

Abdullah defin ekibine Katya’ya dair bir iz bulmak için katıldığı ilk günler, sahildeki her cesede kendisi koşmaya kalkıştı. Her gördüğüne heyecanla koştu. O yüzden ilk günler çok yoruldu. Geceleri bedeninin sızısından uyuyamadı. Uyuyamadıkça eski günleri düşündü. Abdullah için geceler ıstıraba dönüştü. Sabah olmak bilmedi. Bunu gören ekibin başı, onu ceset toplama işinden alıp çalışanlar için yemek hazırlayan mutfağa vermek istedi ama o kabul etmedi. Katya’ya dair bir şey bulsa rahatlayacaktı sanki. Öyle hissediyordu. Bulsa rahatlayacak, içindeki ateş sönmese bile közlenmeye duracak ve Abdullah ona dair bulduğu şeye tutunarak yaşayabilecekti. Ömrünü ancak böyle bir şeye tutunarak geçirebileceğini düşünüyordu. Yoksa bu acıyla her gün böyle cebelleşerek yaşamaya çalışmak iş değildi. Daralan göğsü bir gün onu öldürse razıydı ama yaşadığı tecrübe göstermişti ki, gördüğü bunca ölüme rağmen ölmek o kadar da kolay değildi. Tokat taraflarında bir köye yerleşen arkadaşı Salih bir gün ziyaretine geldiğinde, “Nasılsın?” diye sormuştu Abdullah’a. Önce uzun uzun susmuştu. Nasıl olduğunu düşünmüştü önce. Sahi nasıldı? Ne diyeceğini bilemeyince de, “Ölmek de nasip işiymiş Salih!” demişti. Bu kargaşada ölüp gidebilirdi. Hatta o ilk akşam kaçmaya kalkıştığında onu yakalayan askerler o kadar insanı öldürdükten sonra onun da canına kıyabilirlerdi. Ya da limanda tekrar kaçmaya çalışırken yakalandığında infaz edilebilirdi. Yolda gemi batabilirdi. Hastalık kapabilirdi. Hepsine rağmen, her şeye rağmen hayatta kaldı. Birçok şeye direndi. Ölmedi. Onu diri tutan en büyük güç Katya’ydı. Ona duyduğu sevgi, geleceğe dair kurdukları hayallerdi. Şimdi bunu daha iyi anlıyor. Ama artık Katya yok. Yine de ölmüyor, ölemiyor. Öyle zamanlar olmuştu ki, onsuz yaşayamayacağını, nefes alamayacağını düşünmüştü. Oysa şimdi, işte böyle, her şeye rağmen, böyle işte, yaşamaksa bu işte, hâlâ nefes alıyor. 

Katya’ya dair hiçbir iz bulamadı.  Bu kadar zamandan sonra bulabileceğine de inanmıyor artık. Ama küçük, örümcek ağı inceliğindeki umut hiç kaybolmuyor içinden. Bir gece, sabaha yakın saatlerde bu umudun ölene kadar devam edeceğine kesin olarak inandı. Öyle olacaktı. Kalbinden hiç eksilmeyen bir tutunma çabası olarak ölene kadar onunla kalacaktı. Katya’nın öldüğünü bilirken bile yapabileceği başka bir şey yoktu. Elinden gelen yalnızca bu belli belirsiz umuda tutunmaktı.

Buraya geleli neredeyse bir yıla yaklaşmıştı. Uzun ve soğuk bir kışın ardından nihayet bahar yüzünü göstermişti. Defin ekibine katıldığı için işçi barakasına sığınabilmişti. Yoksa böylesi bir kışı dışarıda geçirmeye kalkışmak akıl işi değildi. İç kesimlere gitmeye çalışan bazı insanlardan yollarda donduklarına dair kötü haberler almışlardı. Nihayet cemreler düşmüş, Karadeniz’den esen sert rüzgârlar hâlâ üşütüyor olsa da hava bir parça kırılmıştı. Ağaçlar çiçeklenmeye başlamıştı.  

Zaman geçtikçe sahile daha seyrek ceset vurmaya başladı. Artık daha çok kafatası, daha çok kemik, hatta en çok kemikler vuruyordu. İşçi başının dediğine göre artık sadece kemikler gelirmiş denizden. Cesetlerin bozulmadan kalması nerdeyse imkânsızmış. Hiçbir şey olmasa balıklar yermiş. Bunu duyduğunda Abdullah’ın aklına bir balığın Katya’nın yanağını ısırırken gördüğü rüya geldi. İçi buz gibi oldu. Birden kanı çekiliverdi sanki. Bilmediği bir şey değildi. Daha önce de buna dair sözler duymuşluğu vardı ama nedense bu defa duymak çok ağır gelmişti. Katya’nın öpmeye kıyamadığı dudaklarının bir balık tarafından parçalandığını düşünmek bir anda Abdullah’ı altüst etti.   

Kemiklerden başka bir de, sanki yosun gibi bir araya toplanmış halde kadınların saçları vardı kıyıya vuran. Kimi öylece karışık olarak, bazıları da kafa derisiyle birlikte vuruyordu karaya. Onlarla ilgili bir şey yapmaları söylenmemişti ama Abdullah’a kalsa saçları da toplayıp gömmek isterdi. Sahile vurduktan sonra rüzgârla dağılıp gitmelerine razı olmazdı ama yapılacak çok iş olduğu için kimse saçlarla ilgilenmiyordu. Kış aylarında, sert lodosla hırçın dalgaların getirdiği saçlar, yosunlar ve çerçöple birlikte karmakarışık olarak sahil boyunca yığılmıştı. Abdullah, bir sabah serçelerin bu yığınlardan telaşla bir şeyler taşıdığını fark etti. Dikkatli bakınca hemen hepsinin ayaklarından sarkan uzun saçlar olduğunu gördü. Yanındaki biri hayretle baktığını görünce, kuşların saçlardan yuva yaptığını söyledi. Kolayca şekil verebildikleri için kısa sürede yapıyorlarmış yuvalarını. Hem kuluçkaya yattıklarında yumurtalar için daha sıcak bir ortam oluşuyormuş. Bunları anlatan adamın küçük bir bıldırcın çiftliği varmış. Geçen gün bir çuval saç götürüp dükmüş bıldırcınların kümesine. Hayvanlar hemen folluklara taşımış saçları. Bu akşam iş bitince biraz daha götürmeyi düşünüyormuş. Abdullah yeniden uzun sahil boyunca gezdirdi bakışlarını. Rüzgârla dağılıp gidenlerden başka o kadar çok saç yığını vardı ki, kuşların bunlarla yıllarca yuva yapabileceğini düşündü.   

Bu konuşmadan sonra, işte o yuvayı da ertesi sabah işe gitmek için barakadan çıkarken arayıp buldu. Bahar geldiğinden beri nerdeyse bir aydır her sabah bir kuş sesiyle uyanıyordu. Sabah namazı için kalktığında değil. Namazdan sonra içi geçip de iş saati yaklaştığı için on kişilik barakada hareketlilik başlayınca duyuyordu serçenin sesini. Barakanın üçgen şeklinde geniş bir avlusu vardı. Abdullah’ın ranzası en dipte, üçgen şeklindeki avlunun en dar alanına bakan pencerenin yanındaydı. Duvar dibinde, neredeyse dalları pencereye değen bir defne ağacı vardı. Kuş her sabah onu uyandırdığına göre buraya yuva yapmış olabileceğini düşündü. Dün arkadaşının bahsettiği gibi, yuvayı, kıyıya vuran kadınların saçlarıyla yapıp yapmadığını merak etti. Önce pencereyi açıp baktı ama göremedi. Sonra avluya çıktı. Defnenin sık dalları ve gür yaprakları arasında yuvayı görmek için epey çabalaması gerekti. Serçe, yuvasını kedilerden korumak için mümkün olduğu kadar yükseğe, ama bir yandan da atmaca ve kuzgun gibi yırtıcı kuşlardan korumak için de en üste değil, biraz daha aşağıya ve gövdeden uzak ara dallara yapmıştı. Bunu görebilmek için biraz tırmanması ve gür yapraklı dalları aralaması gerekti. İşte o zaman gözlerine inanamadı. Bu imkânsızdı. Başı döndü. Baktığını göremez oldu. Eli ayağı kesildi. Küt diye gerisin geriye düştü ağaçtan. Neyse ki zemin topraktı da kafasını, gözünü yarmadı. Kolu, bacağı kırılmadı. 

Sesi duyanlar koştu. Abdullah’ı baygın buldular. Hemen barakaya, yatağına taşıdılar. Nabzını kontrol ettiler. Ölmediğini anlayınca elini yüzünü soğuk suyla ovdular. Kendine gelmesi uzun sürdü. Bir saat kadar sonra ancak araladı gözlerini. Bir arkadaşı sıcak ıhlamur içirdi. O gün işe gitmedi. Yataktan çıkacak derman bulamadı kendinde. Öylece yarı baygın yattı. Birisi yanında kalmak için ısrar etti ama o kabul etmedi. Yalnız kalmak istiyordu. Gördüklerine hâlâ inanmıyordu. Abdullah’a göre bu o kadar imkânsızdı ki, akşama doğru ancak kalkabildi. Hâlâ güçsüz olsa da, gördüğü şeyin hayal olup olmadığını anlamak için yeniden tırmandı defneye. Ağaca doğru yürürken bir kızılgerdan telaşla uçtu dalların arasından. “Demek sendin!” dedi kendi kendine. 

Elleri titreyerek, heyecanla ağaca tırmanınca gözlerine inanamadı. Bunlar Katya’nın saçlarıydı. Bu ufuk gibi, bu kan rengi kızıl saçları çok iyi tanıyordu ama sadece renginden bilmedi. Çünkü aralarda az da sarı ya da siyah saçlarda vardı. Katya, hep yüzünün sağ tarafına incecik bir belik örerdi. O kadar ince olurdu ki, örmeyi bitirdiğinde beliğin ucuna taktığı dört küçük boncuğun deliklerinden geçerdi. Ve bu boncukları hep aynı sırayla takardı; kırmızı, beyaz, yeşil, mor. Abdullah kızıl saçları görünce değil, yuvanın en üstüne kızılgerdan tarafından bir set gibi yerleştirilmiş ince beliği görünce değil, yuvanın dışına doğru sarkan örgünün ucundaki boncukları görünce düşmüştü ağaçtan. Buradaydı işte. Gözlerinin önünde. Her buluştuklarında işaret parmağına dolayarak oynamaya bayıldığı, bazen de ucundaki saçları Katya’nın yüzüne incecik değdirince onun gıdıklanarak, ürpererek kıkırdamasına sebep olan belik buradaydı. Avuçlayıp yüzüne bastırdığı, uzun uzun kokladığı, o köz kızılı alev gibi saçlar buradaydı. Elleri titreyerek, heyecanla dokundu. Kalbi öyle atıyordu ki, ağzından çıkacak zannetti. Parmaklarının arasında yuvarlamayı sevdiği, saç örgüsünün ucuna hep aynı sırayla dizili boncuklar buradaydı işte. Gözlerinin önündeydi işte. En son bunları yaptığı günle şimdi arasına binlerce kilometre mesafe, yüz binlerce ölüm, acı, gözyaşı, telafisi olmayan kayıplar girmişti. Dahası araya, hiçbir zaman kapanmayacak gereksiz yere açılan uçurumlar, iyileşmeyecek yaralar, yarım kalan aşklar, öfkeler, yine aşklar, yine sevdalar, hayaller ve en çok hayaller girmişti. Daha neler neler girmemişti ki araya? Hep büyüyüp duran bir yarımlık, hep bir eksiklikle öylece, yersiz, yurtsuz, kalakalmışlık hissiyle, ama en çok “Neden?” diye soran bir öfkeyle, geride kalan her şeye duyulan o asla geçmeyecek, yeri asla doldurulamayacak olan hasretle, özlemle yaşamaya çalışmanın ağırlığı, yangını, ateşi girmişti. İnsanın insana dünyayı dar eden, cana kıyan o kini, anlamsız öfkesi girmişti. Kıyamete kadar kapanmayacak büyük bir boşluk girmişti. 

Parmak uçlarıyla okşar gibi önce saçlara dokundu. Sonra beliğin üzerinde gezindirdi parmağını. En son ucundaki boncukları hep yapmayı sevdiği gibi parmaklarının arasında yuvarladı. Önce yuvayı söküp almayı düşündü. Kızılgerdan yeniden yapardı nasıl olsa. Ama az sonra yuvada iki yumurta olduğunu gördü. Zaten kuşlar da gelmiş yumurtaları korumak için başının üstünde feryat ederek telaşla dönüp duruyordu. Kuşlara ve yumurtalara kıyamadı. Nasılsa yerini biliyordu. Arada ağaca tırmanıp bakardı. Belki kuşlar yavrularını yuvadan uçurduktan sonra alabilirdi. Bunun en doğrusu olacağına karar verdi.   

O günden sonra işe gittiği günler her sabah ve her akşam, izinli olduğu günlerde de saat başı ağaca tırmanıp baktı. İzin günlerinde arkadaşları şehre gezmeye gitse bile o avludan çıkmadı. Bulduğu her fırsatta Katya’nın saçlarına dokundu. Uzun uzun seyretti. En azından ona dair bir şey bulduğuna seviniyordu. Hayata tutunmasını sağlayacak şeyin incecik saçlar olmasına hayret etse de bu böyleydi. Bu arada yuvanın her haline şahitlik etti. Yumurtaların çatladığını gördü mesela. Daha gözleri bile açılmayan yavruların ilk anlarını izledi. Bir süre sonra kızılgerdan çifti de Abdullah’a alıştı. İlk günlerdeki gibi telaş yapmadılar. Yuvanın etrafında feveran ederek telaşla uçmadılar. Bir dala konup sabırla Abdullah’ın gitmesini beklediler. Çünkü her seferinden yuvalarına döndüklerinde önce yumurtaların, daha sonra da yavrularının zarar görmediğini görmelerinin güveniyle beklediler. 

Bir sabah hiç beklemediği bir şeyle karşılaştı. İşe gitmeden önce yine yuvayı seyretmek için defne ağacına tırmanacağı sırada gördü. Kızılgerdan çifti hiç durmadan ötüyor ve ağacın etrafında pervane olmuş telaşla dönüyordu. Uyandığında onları duymadığına hayret etti. Tam merakla tırmanacağı sırada, önce irkilip geriye çekildi. Yanlış görmüş olabileceğini düşündü ama az sonra öfkeyle atıldı ileriye. Doğru görmüştü. İri bir engerek yılanı çöreklenmişti yuvaya. O anda yavruları kurtarabileceğini düşündü ama biraz dikkatli bakınca yılanın karnındaki şişlikleri fark etti. Geç kalmıştı. Engerek, yavruları çoktan mideye indirmişti. En yakındaki tırmığı kaptığı gibi öfkeyle atıldı. Yavruları zaten yutmuştu ama yılanın soğuk bedenin Katya’nın saçlarına dolanmasına dayanamadı. Tırmığı var gücüyle vurdu. Başka dallara da takılan tırmık hedefini bulmadı. Yuvanın kurulu olduğu dalı gövdeden kopardı. Dal, yılan, yuva hep birlikte düştü ağaçtan. Abdullah ağaçtan inene kadar, engerek duvar dibindeki bir deliğe akıp gitmişti bile. Yetişemedi. Yoksa kafasını ezmek istiyordu. Yuvayı şefkatle kaldırdı yerden. Kuşlar saçları öyle incelikle ve sağlam örmüştü ki, yuvayı bu dallardan kurtarsa ve yeniden ağaca bıraksa bile en küçük bir rüzgârda uçup giderdi. Zaten yavrular da ölmüştü. Artık onların işine yaramazdı. Seneye kendilerine yeniden örerlerdi. 

Abdullah o gün akşama kadar yuvanın üzerinde titiz ve sabırlı bir şekilde çalıştı. İlk önce, ucunda boncuklar olan örgüyü ayırdı. Sonra dalları, kuş tüylerini ve gereksiz olan her şeyi ayıkladı. Daha sonra büyük bir ustalıkla, Katya’nın olması imkânsız olan sarı, siyah ve diğer renklerdeki saçları seçti. İncelikle tel tel seçip ayırdı. Akşama doğru işi bittiğinde önünde büyük kızıl bir yumak vardı. Küçük bir keseye, geriye tek tel saç kalmayacak şekilde hepsini özenle koydu. En üste de saç örgüsünü yerleştirdi. Keseyi tam kalbinin üzerine denk gelecek şekilde cebine koydu. 

Abdullah o günden sonra sol tarafında cebi olmayan hiçbir elbise giymedi. Geçmişinden, yurdundan, sevdasından kalan bu tek hatırayı ömür boyu kalbinin üzerinde gezdirdi.          


AKİF

Akif Hasan KAYA: 1977 Balıkesir doğumludur. Öykü ve denemeleri Aşkar, Post Öykü, Muhayyel, İtibar, Yediiklim, Ğ, Hece Öykü dergilerinde yayımlandı. İlk kitabı Islak Kibritler ile 2012’de Türkiye Yazarlar Birliği tarafından Yılın Hikâyecisi ödülüne layık görüldü. Bazı kitapları Arnavutça’ya çevrildi.  Kitapları: Islak Kibritler (Öykü, Okur Kitaplığı, 2012, İz Yayıncılık, 2017)Ölmüş Oyuncaklar müzesi (Öykü, İz Yayıncılık, 2014)Uzun ve Lacivert Günler (Öykü, İz Yayıncılık, 2015)Bu Bir Aşk Hikayesi Değildir (Öykü, İz Yayıncılık, 2017)  

Daha fazla görüntüle
Diğer Yazıları