İşte bir oyun daha sona eriyor…
Işık sızdırmayan kalın kadife perde kapanacak az sonra; böylece bir sezon daha bitecek…
Başrol oyuncusu seyirciyi selamlıyor ürkek, tedirgin…
Bir türlü emin olamıyor oyunundan; yönetmeni arıyor gözleri; sadece bu oyun için değil, oynadığı bütün oyunlar için bir onaylama, beğenme arayacak bakışlarında… Ama yönetmen görünürde yok, seyirci yok, ışıkçılar yok.. diğer oyunculara bakınıyor selamlamaya gelirler mi diye… Kimse yok… Sahne küçülüyor, küçülüyor… Bütün dekor sıkıyor bedenini; şaşırıyor. Alışık olduğu alkışları duymak istiyor.
Karanlık… Ürperti… Korku…
Boşluk!
“Olmuyor! Olmuyor!” diye bağırıyor yönetmen.
“Sen ne biçim aktörsün kardeşim, oyna, biraz ruh katarak oyna!” diyor sahnenin ortasında, tabuttaymış taklidi yapmaya çalışan oyuncuya. Anlatıcı da payını alıyor azardan.
Bu arada sahneye imam geliyor. Cemaat saf tutuyor. “Canlanın, hakkını verin şu oyunun” diye yeniden müdahale ediyor yönetmen. “Ama efendim ölüm bu, daha nasıl anlatılır, hiç ölmedik ki” demeyi aklından geçiriyor başrol oyuncusu. Yönetmenin sert bakışları izin vermiyor konuşmasına.
Devam ediyorlar provaya.
“Allah için namaza, Resulallah için salâvata, meyyit için duaya…”
***
“Rahmetli kim?”
“Ünlü bir tiyatro oyuncusuydu. Emekliliğine doğru yönetmenlik de yapmıştı.”
Hemen yanında bir genç hıçkırıklarını tutamıyor. Mevtayı tanımıyordu bile; öğlen namazından çıkarken, müezzinin “cenaze var” uyarısını duyunca, katılıverdi safa.
Cemaat kalabalık, büyük avlu almıyor. Caddeye taşıyorlar.
Hava sıcak, terliyor. Bir ara pişman oluyor. Tanımadığı biri için girdiği zahmete üzülüyor. Kırk yılda bir cenaze namazı kılayım demişti…
Neyse ki cenaze namazı kısa oluyor. Avluda betonların arasına sıkışıp kalmış birkaç genç ıhlamurun gölgesine denk gelemeyişine hayıflanıyor.
Oh nihayet…
“Es-selâmü aleyküm ve rahmetullah.”
Öğlen namazına girmeyip sadece cenaze namazına katılanları fark ediyor. Çoğu siyah giyimli, güneş gözlüklü… Tabut cenaze arabasına konuluyor. Bir alkış tufanı kopuyor.
Cenaze namazından önce, yıllarca sahneye çıktığı tiyatroda tören yapıldığını öğreniyor. Konuşmalar, konuşmalar… Dostları tarafından sahnede son kez uzun uzun alkışlanmış…
Mezarlığa gitmeye karar veriyor. Bunca yıldır hiç ünlü birinin cenazesine katılmamıştı. Cenaze namazına bile katılmayıp töreni de bir oyuna çeviriyorlardı. Sadece alkışlarla merasime katılan, çoğu siyah giyimli ve güneş gözlüklü insanların mezarlıktaki hallerini merak etti; cenaze için tutulmuş otobüse atlayıverdi. İnsanların arasındaki konuşmalar hep rahmetliyle ilgili… Ne kadar iyi bir insan olduğundan bahsediyorlar, oyunculuğunu övüyorlar… Rol aldığı unutulmaz oyunlardan bahsediyorlar. Ve biri “kader” diyor; “böylesi büyük bir oyuncuya yakışır bir kader. Son provasında bir ölüyü canlandırırken…”
Birisi bir oyun karakterini canlandırıyor otobüsün dar koridorunda… Kulaklarından silinmeyen replikleri yüksek sesle tekrar ediyor bir başkası… Bir romandan pasaj okur gibi ama canlı, gür…
Mezarlığa varıyorlar.
Bir yandan mevta, kabrine indirilirken, diğer yanda hafızın içli sesi duyuluyor; inişli çıkışlı, ahenkli… Ses: İçinde duran kadim bir hançeri kınından sıyırıyor; diri olanları uyarmak için gönderilmiş kitap.. inkârcılar için tahakkuk edecek azap… Çürümüş kemiklerin yeniden, ilk yaratan tarafından diriltilmesi…
Uzakta, yorgun bir kabrin yanı başına çöküp seyre dalıyor. Çoğu siyah giyimli ve güneş güzlüklüler kabirden alabildiğine uzak duruyorlardı; sanki hafızın okuduklarına kulaklarını tıkamışlardı. Defin işlemleriyle uğraşanların kılık kıyafeti hiç de bu kalabalıkla uyumlu değildi; belediye işçileri miydi!
Dişlerinin arasında kurumuş bir saman çöpü. Güneş servilerin sık dalları arasından sızarak, koyu gölgelerde ipil ipil oynuyor. Ayetler mermer taşlara çarpıyor, oradan bir bilinmeze doğru…
Ve rüzgâr; uzaklardan kokular getiren ve yüklendiklerini uzaklara götüren…
Bir sızı.. incecik bir ağrı.. fanilik! Bütün yükü bir can emaneti…
İşte bir oyun daha sona eriyor; final sahnesi de bitmek üzere…
Işık sızdırmayan, kalın kadife perde kapanacak az sonra; böylece bir sezon daha bitecek…
Başrol oyuncusu seyirciyi selamlıyor ürkek; gözlerinde tedirginlik…
Bir türlü emin olamıyor oyunundan; yönetmeni arıyor gözleri; sadece bu oyun için değil, oynadığı bütün oyunlar için bir onaylama, beğenme arayacak bakışlarında… Ama yönetmen görünürde yok, seyirci yok, ışıkçılar yok.. diğer oyunculara bakınıyor selamlamaya gelirler mi diye… Kimse yok… Sahne küçülüyor, küçülüyor… Bütün dekor sıkıyor bedenini; şaşırıyor. Alışık olduğu alkışları duymak istiyor.
Karanlık… Ürperti… Korku…
Boşluk!
Işıklar sönmüştü.
Canlandırmaya çalıştığı karakterler; ölümü düşünmek, oynamak…
Yıllarca kılıktan kılığa girmiş bir oyuncuydu. Kendisiyle içselleştirmeye çabaladığı roller; sonra kendi rolü... Şimdi hangisiydi; canlandırdıklarından biri mi; yoksa kendisi mi! Kabrinde ne haldeydi? Provada tabuta girmeden son repliği: “Öleceğim! Bedenim çürüyecek; topraktan çıkan bitkilere hayat vereceğim, baharda ilk açan çiğdemlerle hayata ve sizlere yeniden merhaba diyeceğim…”
Perde kapanınca, alkışlar kesilince, dekor devrilince, ışıklar sönünce…
Ya defter; kimi yaşayarak doldurmuş olmalıydı, kimi de oynayarak, rol yaparak…
Kimine sağından, kimine solundan verilecek bir defter!
Ve sahne; kızıl kıyamet bir mahşer…
Soluna baktı; uçurum; korku, kasvet…
Sağına baktı…
(Haziran 2010)
Akif Hasan KAYA: 1977 Balıkesir doğumludur. Öykü ve denemeleri Aşkar, Post Öykü, Muhayyel, İtibar, Yediiklim, Ğ, Hece Öykü dergilerinde yayımlandı. İlk kitabı Islak Kibritler ile 2012’de Türkiye Yazarlar Birliği tarafından Yılın Hikâyecisi ödülüne layık görüldü. Bazı kitapları Arnavutça’ya çevrildi. Kitapları: Islak Kibritler (Öykü, Okur Kitaplığı, 2012, İz Yayıncılık, 2017)Ölmüş Oyuncaklar müzesi (Öykü, İz Yayıncılık, 2014)Uzun ve Lacivert Günler (Öykü, İz Yayıncılık, 2015)Bu Bir Aşk Hikayesi Değildir (Öykü, İz Yayıncılık, 2017)