Esrarnâme ve Sâhipkırân’a baktığımızda her şeyin bir an içinde olduğunu görüyoruz; durmadan kendini açan bir an. Ama biz, romanlarınızı okurken gelişen olayları farklı anlar olarak algılıyoruz. Oysa finallerde de görüldüğü gibi bütün anlar hep o anın içindedir. Bu bağlamda zaman anlayışınız nedir?
Zamanla ilgili yanıldığımızı düşünüyorum; onu düz bir çizgi gibi algılıyoruz meselâ. Geçmişin karanlığından ayaklarımızın altına uzanan dümdüz bir çizgi gibi... Bölüyoruz, diliyoruz; dakika, saat, gün, ay, yıl, yüzyıl diyoruz... Milattan sonraya, milattan önceye ayırıyoruz... Tumturaklı bilimsel cümleler kuruyoruz varoluşa ilişkin; milyonlarca yıldan söz ediyoruz. Ve o çizginin geleceğin sonsuzluğuna uzanırken; bizi de taşıdığına/taşıyacağına inanıyoruz. Ne de olsa “Bu şarda hayâllerin haddi vü şümârı yok.” Alabildiğine sınırlı olmamıza rağmen; ayağımızı koyduğumuz yer, gözümüze ilişen herşey sınırlıyken nasıl oluyor da böyle sonsuzluğa varacağımıza inanıyoruz? Aslında benden/bizden önceki akıllara durgunluk veren serüven, o serüvenin muhteşem tarihi, katredeki umman, tohumdaki orman misali hepsi bir an içinde. ‘An’ın bu çağıltısı başımızı döndürüyor da biz ‘an’ı göremiyoruz. “Anda neler oldu neler” demiş Yunus Emre.
Meşhur bir hikâye vardır, bilenler bilir; bir âlim kürsüde vaz ederken biri kürsünün dibinde onu dinlemektedir. Âlimin “Allah zaman içinde zaman yaratır” dediğini işitir de “nasıl böyle bir şey olabilir ki?” diye içinden geçirirken başı düşer, bir an dalar ve kendini rüyada bulur. Nice yıllar süren acayip hâller yaşar. O anda, düşen başı kürsünün ayağına dokunur, kendine gelir, uyanır ki; âlim cümlesini yinelemektedir: “Allah zaman içinde zaman yaratır!” Evet Allah zaman içinde zaman yaratır ve o zamanın içinde de neler neler yaratır. Yine Yunus Emre şöyle söyler:
Belî kavlin didik evvelki demde.
Henüz bir demdir ol vakt ü bu saat.
Sahipkıran’da cinler, periler, devler âlemi (Kaf Dağı) ile insanlar alemini (dünyayı) içiçe görüyoruz. Bu iki âlem karşılıklı birbirini etkileyip dönüştürüyor. Kaf Dağı sizce neye tekabül ediyor, bu anlamda gerçekliğe bakışınız nedir?
Sâhipkırân’ın Batıda yapılan Yüzüklerin Efendisi, Harry Potter gibi çalışmalarla karşılaştırılmasını tasvip etmediğimi öncelikle belirtmeliyim. Biliyorsunuz, çizgilerim konusunda da hassasiyetim aynıdır. Düşüncemin ve onun neticesi olan çalışmalarımın vahiyle, hakikatle ilintili olmasını isterim ve bunu gözetirim. Çünkü ben Müslümanım. Bu yüzden albümlerim besmeleyle başlar hep; esirgeyen ve bağışlayan Allah’ın adıyla (adına ya da)... Vahye mugayir, hakikat dışı bir takım gölgelerin ya da gizil güçlerin adına değil. Hatırlarsanız, Hee Man’ın “Gölgelerin gücü adına!..” nidası yayılmıştı gösterildiği kanallardan yıllarca... Batılı yaklaşımda, olağandışı varlıklar büyü, sihir, kehanet gibi bir takım yollar aracılığıyla güç elde ederler ve o güçle olağanüstülüklerini pekiştirirler. Kur’an, Allah’ın dışındakilere güç atfedenleri ta’zir edip, onların nasıl bir azaba uğratılacaklarını bildirirken, böyle yapmaya devam ederler. Bu ise Allah’a ve O’nun hudutlarına isyan niteliği taşır. Bilmiyor olabilirler mi? Kur’an ineli binbeşyüz yıl olmuşken ve anakitap olarak güneşin altında duruyorken, böyle bir ihtimali kabul edebilir miyiz?
Kur’an-ı Kerîm’in son kelimeleri cinler ve insanlardır; cin ve nâs... Bizim peygamberimiz Resûlü’s-sekaleyn’dir, yani cinlerin ve insanların peygamberi... İslâm dîni cinlere ve insanlara gelmiştir. Hâkezâ Kur’an da öyle. Peygamber Efendimiz Kur’an’ı insanlara okuduğu gibi cinlere de okumuştur. Hattâ Medîne’de, O’nun cinlerden bir gruba Kur’an okuduğu yerde mescit inşa edilmiştir ki adına “Cin Mescidi” denir ve hâlen milyonlarca insan tarafından ziyaret edilerek namaz kılınır. Kur’an’da “Cin Sûresi” adını taşıyan bir sûre de vardır. Cinlerin müslüman olanları bizim din kardeşlerimizdir. Biz onları göremeyiz, ama onların bizimle olduğunu/olabileceğini biliriz. Bu yüzden yeryüzündeki bütün mescitlerde imamlar, cemaatlerinin arasında cinlerin olabileceğine inanarak namaza niyetlenirler ve onlara da imam olurlar.
Evet, cinler vardır, gerçektir; müslümanları kâfirleri vardır. Geleneksel hikâyelerimizde geçen perîler, ifritler, devler bu tâifeden kabul edilirler. Ve yine işbu hikâyelerimizde geçen Kaf Dağı’nın onların âlemi olduğuna inanılır. Kaf Dağı ayrıca bugün sanal dünya dediğimiz âleme de karşılık düşer ki müslüman muhayyilesinin günümüzden yüzyıllarca önce o âleme ilişkin olayları kurgulayıp hikâyeleştirmesi açısından son derece câlib-i dikkattir.
Bu bağlamda gerçekliğe bakışımı soruyorsunuz. Ben, insanların ve cinlerin olağanüstü güçlerinin ancak Allah’ın dilemesi ve yaratmasıyla olduğuna inanırım. Cinler görünmez varlıklardır; bizse görünür âlemin varlıklarıyız. Kendimizden ve görünür âlemden çıkarak, görünürün ardındaki anlamı kavramaya, daha doğrusu gaybı idrak etmeye çalışırız. Bir vasfımız da gayba inanmak değil mi? Görünür âlem dediğimiz, Allah’ın âyetlerini izhar ettiği âlem, müşahede âlemi değil mi? Ama yine de vurgulamakta fayda var: Molla Câmî’nin dediği gibi, Mûsâ’nın mûcizesiyle Sâmirî’nin sihrini birbirine karıştırmamalı.
Esrarnâme ve Sâhipkırân’a roman denilmekle beraber, modern romanın unsurlarını taşımıyorlar. Bu türü edebiyat içinde nasıl bir yere oturtmalıyız?
Modern roman unsurlarını taşımıyorlarsa bu benim onları tür kaygısı taşımaksızın yazdığım anlamına da gelir ki öyledir. Tabii bu durum, edebiyatın dışına itilebilecekleri anlamına gelmemeli. Esrarnâme henüz dosya konumundayken masal mıdır yoksa roman mı, tartışmaları olmuştu. Sonuçta roman olarak takdim edildi. Masal denilseydi de itirazım olmazdı. Sâhipkırân da öyle, henüz dosya aşamasındayken masal, roman, uzun hikâye, mesel.. tartışmaları oldu dostlar arasında. Sonra roman olarak sunuldu. Bizim bir anlatı geleneğimiz var malum, hikâyât geleneğimiz var ve ben onlardan yeterince beslenmişim. Çalışmalarıma yer ararken bu hususun gözden uzak tutulmaması gerekir.
Sâhipkırân’da İslâm öncesi bir dönemi anlatmanıza rağmen İslâmî kavramları, simgeleri, imgeleri kullanıyorsunuz. Bu durumu nasıl anlamalıyız?
O çalışmayı en önemli klasik hikâyelerimizden sayılan Hamzanâme’den kalkarak yaptım. Hamzanâme’nin bildiğim kadarıyla matbu nüshası yok, hiç basılmamış; yüzyıllar boyu sohbet ortamlarında, yeniçeri ocaklarında anlatılagelmiş ve birbirinden pek de farklı olmadığını zannettiğim birkaç defterde kayıt altına alınmış. Bendeki de onlardan biri. Konusu İslâmdan önce geçmesine rağmen müslüman kültürünün, müslüman muhayyilesinin ürünü. Müslümanca duygularla, müslümanca öfkelerle, müslümanca umutlarla kurgulanmış. Bu yüzden İslâmî kavramlarla, imgelerle, simgelerle anlatılmış olması gayet doğal. Doğrusu Hamzanâme’nin bu özelliği işimi oldukça kolaylaştırdı, hattâ teşvik etti diyebilirim.
Pekâlâ! Bizden öncekiler Hamzanâme’yi anlatırlarken sizce niçin İslâm öncesi dönemi seçmiş olabilirler? Üstelik Hamza imgesi açıkça Hz. Hamza’ya göndermeler yapıp dururken, niçin Hamza üstünden anlatmış olabilirler?
İslâm’dan önceki insanlık tarihine bigâne kalmadıklarını göstermek ve onu da sahiplenmek için öyle yapmış olabilirler. Çünkü Müslümanların bakışında İslâm’dan önceki tarihin adı da İslâm tarihidir. Tarihi peygamberler izleğinde düşünürler. Bu izleğin adı da İslâm’dır. İlk insan ilk peygamberdir. İlk peygamberin adı Âdem’dir. Âdemin anlamı insan demektir. İnsanlık benîâdem, yani Âdem’in çocuklarıdır. Genel tarih denilen, insanlık tarihi denilen tarih; Âdem’in çocuklarının tarihidir, yani bizim tarihimizdir.
Hamza üstünden anlatmalarına gelince, bu gayet normal. Çünkü, Müslümanlar adına meydana ilk çıkan, çöllerin şanlı aslan avcısı Hamza’dır. Yandaşlarıyla birlikte Kâbe önünde, Müslümanlara meydan okuyan müşrik otoritenin en güçlü ismi Ebucehil’i, bir muştayla yere serer ve alayına meydan okur. Öyle ilan eder Müslümanlığını. Müslümanların ilk kahramanıdır o.
Ayrıca ben, tahkiye geleneğimizde müşterek bir bilinç olduğunu düşünüyorum; örneğin Hamzanâme ile konu bakımından, ondan üçyüzyılı aşkın bir zaman sonrasına tekabül eden Battalnâme’yi doğuran aynı bilinçtir. Biliyoruz ki İslâm geldiğinde yeryüzü iki kutupludur ve bir kutbunu Rumlar, diğerini Acemler oluşturur. Acemler ateşperest, Rumlar ise ehl-i kitap. Aralarında sık sık savaşıyorlar ve bu durum Hicaz’lıları ilgilendiriyor. Hicaz’lı müşrikler ateşperestleri tutarlarken, sayıları az da olsa Hanîf olanlar ehl-i kitaba taraf oluyorlar. Öyle ki aralarında iddialaştıkları bile oluyor. Rum sûresinde ehl-i kitap yanlılarına bu konuda müjdeler vardır. Hamzanâme Hanîf bir yaklaşımla kurgulanmıştır; mü’minler Allah’ın birliğine inananlar, kâfirlerse ateşperestlerdir. Sözünü ettiğim müşterek bilinç, Acem diyarını ve ateşperestliği merkeze alarak zulmün karşısına Hazreti Hamza’dan mülhem bir kahraman çıkartırken, üçyüz küsur yıl sonra Rum diyarını ve gayri İslâmî inanışı merkeze alarak, zulmün karşısına evlâd-ı Resûlden mülhem bir kahraman çıkartmıştır.
Sâhipkırân’da özellikle Osmanlıca terkipler ve kelimeler dikkat çekici. Niçin böyle bir tercihte bulundunuz?
Yazılış aşamasında yakın dostlarımdan bu konuda uyarılar aldığım olmadı değil. Uyarılarını önemsememe rağmen sözkonusu terkip ve kelimelerden bir türlü vazgeçemedim. Bu durum tercih meselesinden öte, benim günlük hayatta da yakın bir dil kullanmamla ilgili olabilir, yani bu dile yatkın olduğumu söyleyebilirim. Ayrıca nerden baksanız yüzyıllar öncesinden kalma bir hikâye var ortada, o zaten baştan ayağa Osmanlıca. Özel isimler, yer isimleri.. çoğunu zaten olduğu gibi almak zorundaydım. Ayrıca Osmanlıca’nın âhengi, şiiriyeti, anlam zenginliği su götürmez bir gerçek. Konu da müsait olunca...
Elinizde orjinal bir Hamzanâme olduğunu biliyoruz. Orjinali ile Sâhipkırân arasında nasıl bir ilişki söz konusu olabilir? Sizi, Hamzanâmeyi Sâhipkırân adı altında yeniden yazmaya iten saikler nelerdir?
Öncelikle belirteyim ki ben Hamzanâme’yi şifahî olarak hiç dinlemedim. Çok masal, kıssa, menkıbe dinledim. Fakat onun ve diğer hikâyelerimizin anlatılageldiği sohbet demlerine ermedim. Haftalarca, aylarca süren bir hikâyeyi anlatıcısının ağzından, hem de ortamında, hiç dinlemedim. Sâhipkırân daha dün yazıldı, Hamzanâme’nin ise kaç yüzyıl önce ve ilk ne zaman anlatıldığını kim bilebilir? Ve kaç türlü anlatıldığını?.. Ayrıca kişisel hassasiyetlerim de yeniden yazmak üzere beni harekete geçirdi; ki bu konuda özellikle birkaç saik sıralayabilirim. Birincisi, hikâyeyi tekrarlardan arındırmak istedim. İkincisi, anlatıcının işret ve kadınlarla muaşeret konusundaki hassasiyetini yeterli bulmadığımı söyleyebilirim. Üçüncüsü ki bu bence çok önemli, hikâye muhayyel de olsa kahramanların bir kısmı tarihte yerini almış gerçek isimlerden seçilmiş. Bu yüzden o isimlerin çoğunu gizledim. Hızır aleyhisselâm’a Tenhâsüvâr Yiğit, Hazreti Hamza’ya Sâhipkırân dedim meselâ. Şöyle düşündüm bir an: Zaman dürülüp mahşerde toplandığımızda onlardan biri, yapmadığım ve söylemediğim şeyleri bana nasıl isnat ettin, derse cevabım ne olur? Bu sebepten mümkün olduğunca özel isimleri gizleme, değiştirme ve hattâ olayları onlardan arındırarak anlatma ihtiyacı hissettim.
Sâhipkırân’da konudan bağımsızmış gibi duran ilk bölümleri niçin yazma ihtiyacı duydunuz?
Çünkü o benim hikâyem, yani bizim hikâyemiz ordan başlıyor; yaratılış öncesinden... Ordan başlamayı uygun buldum.
Odada Üstâd ile çocuğun başbaşa kalmasıyla başlayan romanda; odaya ancak son bölüm ‘Temmet’te dönülüyor. İlk bakışta bu kurgunun esere pek bir şey katmadığı düşünülebilir. Ancak çalışma boyunca sık sık yinelenen “Ey oğul!” hitabıyla Üstâd’ın konuşmaya devam ettiğini görüyoruz. Bu diyaloğun orjinal metinde olmadığını biliyoruz. Öyleyse romanı niçin bu mükâleme üzerinden kurdunuz?
Gelenek diyelim. Bizim ‘pendnâme’ geleneğimiz var, ‘eyyühelveled’ geleneğimiz var malum. Eyyühelveled, yani ‘ey oğul’... İslâm’ın büyük âlimi İmam-ı Gazalî’nin “Eyyühelveled”i meşhurdur örneğin. Bir babanın oğluna nasihatlerini sıralarken her sözünün başında ‘ey oğlum’ demesi gibi; bir âlim de ilmî nasihatlerini bir baba şefkatiyle mü’minlere sıralar ve “ey oğul, bil ve âgâh ol!” der, her sözünün başında. Ne kadar müşfik ve içten bir üslup değil mi? Doğrusu romanı bu mükâleme üzerinden kurmam biraz da kendiliğinden oldu. Çünkü ortada böyle bir geleneğimiz var ve ben ondan beslenmişim. Ne kadar beslenmişim, ayrı konu; ama, durum bu.
Geleneksel hikâyelerimizden özellikle Leyla ile Mecnun’da olduğu gibi Sâhipkırân’da da sevgililer kavuşamıyorlar. Bir farkla ki, Leylâ ile Mecnun’da Kays ilâhî aşka ererken, sizin çalışmanızda Mihrî Nigâr için böyle bir kapı açılıyor. Bilinçli bir tercih midir bu?
Leylâ ile Mecnun bir aşk hikâyesidir. Kur’an-ı Kerîm’de kıssaların en güzeli olarak takdim edilen Yusuf ile Züleyhâ hikâyesini bir yana koyarsak, türünün baş hikâyesi sayılır. Sâhipkırân’sa hâzâ kahramanlık hikâyesi... Orjinali Hamzanâme’dir ve o da kendi türünün baş hikâyesi sayılır. Kültürümüzde öylesine köklü bir yere sahiptir ki, hâlâ güreş meydanlarımız “Pîrimiz Hazreti Hamza!..” nidalarıyla açılır, bu bir. İkincisi, Leylâ ile Kays aynı kültürün çocuğu, hattâ aynı hocanın talebeleri. Mihrî Nigâr ile Shahipkırân ise apayrı diyarların ve dünyaların insanlarıdır.
Kabilesi Leylâ’yı uzaklaştırmak için başka bir yere göçünce, Kays da ordan ayrılır; ama Leylâ’nın ardına düşmez. Yitirdiğinin değil, aradığının peşindedir çünkü... Hem önce şunu kabul edelim ki, sözünü ettiğimiz yaşanmış bir olayın hikâyesi değil, muhayyeldir; bir görüşün, bir inanışın kurgulanmış hikâyesidir.
Kays’ın aradığı güzelliktir; ama, sıradan bir güzellik değil; mutlak güzellik, yani Allah’ın güzelliğidir. Cümle yaratılmışların güzellikleri, Allah’ın güzelliğine nispetle nispîdirler. Fakat nispî olmalarına rağmen de özeldirler. Sanıldığının aksine, yaratılmışların güzelliklerinin özellikleri, taşıyanlar için değil, arayanlar içindir. Nitekim Leylâ, karaca kuruca, öylesine bir kızdır, taşıdığı güzelliğin farkında bile değildir. İşin garibi başkaları da farkında değildir. Farkında olan sadece Kays’dır. Öyle ki kendisine Leylâ’nın pek de güzel olmadığı, hattâ karaca kuruca bir şey olduğu söylendiğinde “siz bir de benim gözlerimle baksanıza” der. O ona özeldir çünkü, onun için bulunmaz bir iz, bir işarettir. Leylâ onun mecnunluk sahrâsına açılan biricik kapısıdır. Ondan geçer, Mecnun olur ve aradığını bulur.
Sâhipkırân, Mekke’li Hanîf bir ailenin oğludur. Dört yaşındayken hocaya verilir ve henüz mektepteyken at biner, kılıç kuşanır. Bir üstâdın taliminden geçerek silâhları kullanmayı ve dövüş sanatlarını öğrenir. Ardından, râvîlerin Hızır aleyhisselâm’dır dediği tenhâsüvâr bir yiğitten bütün hünerleri öğrenir. Tenhâsüvâr Yiğit, zâlim her kimse; zulüm nasıl ve nerede olursa bertaraf etmedikçe boynuna vebaldir, der ona. Kadınlar konusunda da uyarır ve ahit alır. Sâhipkırân meydana böyle çıkar, yani o bir hak ve adalet savaşçısıdır. Mazlumları sever, kendisini sevenleri sever, kadınları da... Kadınlar arasında en çok, Kaf’ta Süleyman aleyhisselâm’la Belkıs’ın neslinden gelen Esmâ Perî’yi sever; yerde ise Mihrî Nigâr’ı. Mihrî Nigâr’dan önce Esmâ Perî âşık olur ona. O da Esmâ Perî’ye âşık olur; ama, Tenhâsüvâr Yiğit’le olan ahd-i peymânını hiç ihlâl etmez. Mihrî Nigâr’a gelince, ateşperestler pâdişâhının kızı olarak dünyaya gelir. Ondört yaşındayken görür Sâhipkırân’ı ve usanmaz, iflah olmaz âşığı olur. Sâhipkırân Kaf Dağı’na dek zulümlerin izini sürerken o yeryüzünde, onun aşkına yanar; kaçma, korunma ve sığınma kaygılarıyla sonu gelmez maceralara sürüklenir. Tâkatının tak olduğu bir anda şöyle yakaracaktır çölün tenhasında: “Ey sâhipsizlerin sâhibi ey / ey kimsesizlerin kimsesi ey / ey çâresizlerin çâresi ey / ey Sâhipkırân sevdâsıyla garîbesini koruyan / ondan alıkoyup / iş bu hâle koyan / Allah’ım ey / ey Allah’ım ey„
Son olarak, evet, Leylâ ile Mecnun’da sırr-ı ilâhîye eren Kays’tır. Sâhipkırân’da ise Mihrî Nigâr’dır o sırda nihân olan.
Mecnun’un kalbinde, en içli ünleyişlerle çağrıla çağrıla ince bir çağrıya dönüşen Leylâ, bir gün bir gölge gibi sessiz çıkageldiğinde, iltifata mazhar olamaz. Çünkü o değildir aranan ve ünlenen.
Sâhipkırân Kaf Dağı’ndan geldiğindeyse Mihrî Nigâr, bembeyaz libaslar içinde ak kuğular gibi duruyordur endam aynasının önünde... Elleri kınalı ve iki yanağında iki gamze... Öyle güzeldir ki... Omuz üstünden bakar ve şöyle der:
- Geldin mi?
- Ancak gelebildim.
- Tam da giderken.
- Nereye Mihrî’m?
- Gideceğimiz yere, deyip kapıyı açık bırakarak dışarı süzülür. Bu Sâhipkırân’ın Mihrî Nigâr’ı son görüşü ve Mihrî Nigâr’ın dünyada son görülüşüdür.
Sâhipkırân’ı, insanlık tarihini iyilik kötülük arasında bir mücadele üzerinden anlatan roman olarak düşünebiliriz. İnsanlık tarihini neden bu iki zıtlıkla anlatmayı seçtiniz?
Seçmekten ziyade hazır bulduğumu söyleyeyim. Hikâyenin aslı bu iki zıtlık üzerine kurulmuş zaten. Dünya hayatı da bu iki zıtlık üzerinde akıp gitmiyor mu? Bu zıtlık Kabil’in Habil’i öldürmesiyle başlamış ve insanlığın serüveniyle sürmüş; sevap-günah, iyi-kötü, mazlum-zalim, güzel-çirkin.. bize kadar gelmiş. Düsturumuz şu olmalı: Güzellerin haberleri de güzeldir, çirkinlerinse haberleri de çirkindir... Anlayış olarak hangilerinin yanında isek onları önceleriz ve onların haberlerinin muhabirleri oluruz. Yâsin sûresinde şehrin kenarından koşup gelen ve habercileri doğrulayan adam ne güzeldir; onun heyecanı, telâşı, kaygısı ne güzel... Ve sonu ne güzel... Cennette gördüğü izzet ve ikrama karşılık “ah halkım bunu bileydi” deyişi... Dünyadaki heyecanı, telâşı, kaygısı bunun içindi işte... Özetle, ben insanlık tarihini iki zıtlık üzerinden anlatmayı seçmedim, o zaten vardı; ben sadece kendi yerimi seçerek anlattım onu.
Sâhipkırân’da düşüncenin ve duyarlılıkların doruğa çıktığı anlar oluyor ve sanki o anlarda kelimeler kifayetsiz kalıyor, dilin kalıpları dar geliyor. Buralarda şiirimsi ifadelere başvuruyorsunuz. Öyle mi?
Tabii ki öyle. Herkesin bildiğini ayân-beyân ben de biliyorum ki; şair değilim. Şair olsaydım Sâhipkırân’ı, hattâ Esrarnâme’yi şiir olarak yazmaz mıydım. Hepsini rahmetle andığım Mevlânâ, Yûnus, Fuzulî, Şeyh Gâlip.. daha doğrusu hepsini anamadığım şuarânın açtığı yol önümde hazır dururken... Ama o yol şairlerin yolu, şair olanların yolu.
Belirttiğiniz gibi meramımı düz cümlelerle ifade etmekten acze düştüğümde başvurdum onlara daha çok. Esrarnâme’de de öyle yapmıştım. Kısmet olursa bundan sonraki çalışmalarımda da farklı olacağını sanmıyorum. Mevlânâ, kelimeler kaptan ibarettir der; kap, yani sınır. Kelimeler ve anlamlar sınırlıdır. Dahası insan sınırlıdır ve sınırlı olduğunun da bilincindedir. Üstüne üstlük yaşadığı ruh hallerini, coşkunluklarını aktarırken çoğu zaman doğru kelimeleri bile bulamayabilir. Ya da bulduğu kelimelerin kifayetsiz kaldığını görebilir. Benim, sizin tabirinizle söyleyeyim, şiirimsi ifadelere başvurmam daha çok, işbu yetersizlikleri aşmak, sınırlardan kurtulmak için kalkıştığım, bir anlamda çaresiz denemelerdir; ki hikâyât geleneğimizde bunun da yeri vardır.
Romanın “Ben, kendi hikâyemi anlattım; sen, kendi hikâyeni dinledin. İşbu hikâyede, dinleyen anlatandan, anlatan dinleyenden gayri değildi.” diye bitmesi bir anlamda anlatı boyunca kurulan, kurgulanan her şeyin imha edilmesi gibi geliyor bana. Yani roman okura bir nevi ayna tutmuş oluyor; gördüğün, okuduğun, anladığın aslında sensin, sende olanlar, diyor bize. Tıpkı simurg gibi. Bu alegori insana kendine ve kendinden çıkarak dışındaki âleme bakmayı ve akletmeyi öğütleyen İslâmî ilkeyi hatırlatıyor; yanılıyor muyum?
Ben hitabın muhataba özel olduğuna inanırım ve herkes kendi hitabının muhatabıdır. Yani insan kendinin muhatabıdır. Aslolan, yükümlü olan, emaneti yüklenmiş olan insandır çünkü. Dağların taşların yüklenmekten kaçındığı emaneti yüklenmiştir ve türünün en bildik numunesi kendisidir. İnsan, kendi numunesine bakarak kendini kavrar ve böylece kendisinin de içinde yer aldığı âlemi kavrar ki; bu onun, âlemdeki konumunu ve yükümlülüğünü kavrayabileceği yegâne yoldur. “Hoşça bak zâtına kim zübde-i âlemsin sen” demiyor mu Şeyh Gâlip. Ve tabii insan olmaklık değeri yükümlülüğünü müdrik olmasıyla doğru orantılı. İdrak gücü kendisindedir, onu yitirirse yükümlülüğünü de yitirmiş olur.
Sâhipkırân’ı elli yaşında yazdım. Yani gençlik rüzgarlarından başımı almıştım. Çocukluğumun fırtınasız günlerine giderek kurgulamayı daha münasip buldum. Klavuzum Hamzanâme’ydi. Elime alıp sayfaları arasında her gezindiğimde kendimi ve kendimde olanları görmüştüm onda. Dile gelenler kendimde olanlardı, dinlediklerim onlardı. Hikâyeyi ben anlattım, ben dinledim; hikâye benim hikâyemdi. Etraf-ı âleme hikâyemin içinden baktım. Baktım ve dedim ki: “Ben kendi hikâyemi anlattım, sen (yani ben ve benden başka herkes) kendi hikâyeni dinledin. İşbu hikâyede dinleyen anlatandan, anlatan dinleyenden gayri değildi. (...) Ekuulü kavlî hâzâ / Ben sözümü böyle söylerim. Ve âhirü da’vânâ / Son davamız (duamız). Eni’l-hamdü lillâh / Övgü Allahadır. Eûzübillâh / Allaha sığınırım. Bismillâh / Allahın adıyla.”
Ama vurgulamaya çalıştığım gibi, bu hikâye herkesin kendisindeki karşılığı kadar mâkes bulur ancak.
Sâhipkırân’da üstâd kimdir, çocuk kim?
İlkokul üçten sonraki yazı Balıkesir’de geçirmiştim. Yıl bindokuzyüzaltmışdört, yaşım dokuz; dedemden Kur’an okumayı öğreniyorum. Benimle beraber iki amcaoğlum da var, bir de esnaftan birkaç kişi... Boşluklarda soluğu sokakta alıyoruz tabii; çocukluk işte... O zamanlar çocukların en yaygın eğlencesi misket ve Amerikan işi resimli romanlar... Misket, köyde bilez derdik. Her neyse, ben sevmezdim; ama diğer çocuklar misketten artan bütün boş zamanlarında resimli roman okurlardı. Tom Miks, Texas, Zagor, Red Kid, Ten Ten vs... Umurbey Camii’ne yakın münhal bir arsada yere özenle serilir ve orda alınıp satılırdı söz konusu kitaplar. Bir gün farklı bir kitap görüp almıştım ben de; bu benim ordan aldığım tek kitaptır: Tahir ile Zühre. Saklı saklı okumuştum onu. Sonra Orhanlar çeşmesinin sırasında küçük bir dükkânın tezgâhındaki elif cüzleri arasından Ferhat ile Şirin’i almıştım. Mahallede akranlarım resimli roman okurlarken ben, özellikle Ferhat ile Şirin’i okumuştum defalarca. Tabii saklı saklı.
Bindokuzyüzseksenaltı yılının ramazan bayramında rahmetli büyük amcamı ziyarete gittiğimde dedemden yadigâr kitapların önemli bir kısmını bana vermişti. Hamzanâme de aralarındaydı; samanî yapraklarında elyazısının su gibi aktığı kahverengi ciltli, görkemli bir defter... Tıpkı çocukluktan ilk gençliğe evrilirken, Tahir ile Zühre’yi, Ferhat ile Şirin’i okurkenki hâlet-i rûhiye ile okumuştum onu. Dahası dinlemiştim. Kendi hissiyatımı da anlattıklarına katarak dinlemiştim. Üstâd odur. Çocuksa kendimim ya da okuyucudur.
Son olarak, romanlarınızdan başka “Gözgü” isimli albümünüz yayınlandı. Albüm ve tahkiye olarak yeni hazırlıklarınız var mı?
Bu arada ‘Kırk Hadis Kırk Çizgi’ isimli bir albüm daha oldu. Birdirbir dergisi yayınları arasında çıktı, fakat daha çok dergi okuyucuları ve aboneler arasında tüketildi. İnşallah önümüzdeki günlerde yeni baskısı yapılacak. Dosyası yayınevine teslim edilmiş yeni bir albüm var, adı “Ahzan”, kısmetse önümüzdeki günlerde “Gece Yürüyüşü”nün ikinci baskısıyla beraber yayımlanacak. Ön çalışması yapılmış, Battalnâme’den mülhem uzun soluklu bir roman çalışması da var, şu anda elimde; ne kadar zaman alır bilemiyorum.
(BU SÖYLEŞİ, HECE EDEBİYAT DERGİSİ, ARALIK 2007, SAYI: 132'DE VE EDEBİSTAN'DA EŞ-ZAMANLI OLARAK YAYINLANMIŞTIR)
1962 yılında Gönen/Balıkesir'de doğdu. İlk ve orta öğrenimini aynı ilde tamamladı (1979). Gazi Üniversitesinde işletme okudu (1983). Beyaz Gömlek isimli ilk öyküsü 1982 yılında Güldeste Dergisinde yayımlandı. Bir grup arkadaşıyla birlikte Kayıtlar, Hece, Hece Öykü ve Muhayyel’in çıkışında yer aldı. Portakal Bahçeleri ve Pencere Arnavutçaya, Pencere ve Utanç Farsçaya; bazı öyküleri Korece ve Azericeye çevrildi. Esenlik Zamanları 1999 yılında TYB; Mürekkep 2012 yılında ESKADER ve Ömer Seyfettin öykü ödülünü aldı. Cemal Şakar 2016 yılında Dede Korkut Edebiyat; 2019 yılında da Necip Fazıl Hikaye-Roman ödülüne layık görüldü. Eserleri: Öyküler: Gidenler Gidenler, 1990; Yol Düşleri, 1996; Esenlik Zamanları, 1999; Pencere, 2003; Hayalperdesi, 2008; Hikâyât, 2010; Sular Tutuştuğunda, 2010; Mürekkep, 2012; Portakal Bahçeleri, 2014; Kara, 2016; Adı Leyla Olsun, 2018; Utanç, 2020; Bir Avuç Dünya, (toplu öyküler) 2022. Deneme-İnceleme: Yazı Bilinci, 2006; Yazının Gizledikleri, 2010; Edebiyatın Sırça Kulesi, 2011; İmge, Gerçeklik ve Kültür, 2012; Edebiyat Ne Söyler, 2014; Hasan Aycın’ın Çizgi’si, 2016; Edebiyatın Doğası, 2019; Satır Arasındaki Anlam, 2020; Fragmanlar-Gerçeklikten Koparılmış İmge, 2022; Sanatın Kendiliği, 2024.Söyleşi: Dile Kolay, 2017.Edisyonlar: Sessiz Harfler, 2013; 40 Soruda Türk Öyküsü, 2018; Dilsiz’in Dile Gelişi, 2021; Kurmacanın Grameri (Ed.), 2021.