Yerlilik fikirleri, modernitenin hegemonik saldırıları karşısında yereli, ulusalı, gelenekseli savunmak üzere bir tepki olarak doğmuştur. Batıda meydana gelen bilimsel ve teknolojik gelişmelere uzun süre bigâne kalan toplumlar, yaşadıkları durgunluğu, sıkışmışlığı aşabilmek için sonunda teknoloji transferine karar vermişlerdir. Ancak kısa zamanda teknolojiyle birlikte, Batıdaki bilimsel ve teknolojik devrimi hazırlayan zihin dünyası da, bu toplumlara kaçınılmaz olarak sızmaya başlamıştır. Bir yanda bilimsel ve teknolojik gelişmeleri devşirme zarureti, diğer yandaysa söz konusu zihniyetin iktisadi, sosyal, siyasi, sanatsal yansımaları arasında sıkışan toplumlarda, yerli değerlere dönme fikirleri kaçınılmaz olarak doğmaya başlamıştır.
Aslında yaşanan sıkışmışlık hali bir kimlik kriziydi ve bu bağlamda yerlilik fikirleri; krizi, geleneksel değerlere bağlı kalarak aşmayı vaat ediyordu. İlk bakışta kimsenin itiraz edemeyeceği bu fikirler zamanla toplumsalyapılarda ciddi yarılmalara yol açmıştır.
1864: Reayadan Vatandaşa
Ülkemiz açısından bakıldığında yaşanan krizi, III. Selim (1761-1808) dönemiyle başlatmak mümkündür. Ancak yaşanan krizlerin Sultanı harekete geçirmeye mecbur etmesi II. Mahmut (1808-1839) dönemine denk gelir. O tarihe kadar herhangi bir soyu, dili hatta toprağı siyasal kimliğin, sadakatin temeli olarak görmeyen Osmanlılar, 'millet sistemi' esasına göre bir arada yaşıyordu. Elbette Müslüman milleti, dini değerlerle örülmüş bir inanç sistemi (saltanat ve devlet) etrafında bir aradaydılar. Ancak 19. yy. başından itibaren bu farklı milletleri bir arada tutma problemi doğmuştu. Çünkü dışarıda baş gösteren milliyetçi uyanışlarla birlikte, gayrimüslimler İmparatorluk içindeki konumlarını sorgulamaya başlamışlardı. Reformlar, söz konusu mecburiyeti aşmanın bir yolu olarak yürürlüğe konmuştu.
Osmanlılık bu tarihlerde ortaya atılan bir kavramdı ve II. Mahmut tarafından kabaca şu şekilde tarif edilmişti: "Bir kişi kilisede Hıristiyan, camide Müslümandır ama bunların dışında herkes benim uyruğumdur." Sultanın amacı öncelikle devleti belli bir toprakla ilişkilendirip milleti de bir kimlik etrafında devlete bağlamaktı. Buradaki kimlik modern anlamda siyasi bir içeriğe sahip değildi; daha çok inanç, dil ve etnik kökenden bağımsız olarak sultana ve devlete sadakati sağlamaya yönelikti. 1864 yılında vatandaşlık kanununun kabulüyle birlikte, halk sultanın uyruğu olmaktan çıkarak Osmanlı Devleti'nin vatandaşı haline geldi ve bu statü değişikliğiyle birlikte Osmanlılık somutluk kazanmış oldu. (Kemal Karpat, Osmanlı'dan Günümüze Kimlik ve İdeoloji, Timaş Yay.,2. Basım, İstanbul 2009, s. 22-23.)
Yaşanan krizi çözmek üzere atılan bu adımla birlikte yepyeni sonuçlar doğmuş ve bu sonuçlar beraberinde yeni krizleri getirmişti. Artık devlet klasik anlamda, topraklarında yaşayan milletlerin hakemi olmaktan çıkmıştı; nizam-ül âlemin koruyucusu ve taşıyıcısı değildi. Hanedanlıkla devlet arasındaki özdeşlik kopmuştu. Millet esaslı uyruk, yerini belli sınırlar içinde, yani sınırları çizilmiş bir toprak parçası üzerinde bir arada yaşayan vatandaşlara bırakmıştı.
Osmanlı kimliği esasen siyasi bir kimlik olmadığı için kişileri devlete bağlayacak köklü bir neden oluşturamamıştır. Özellikle milliyetçiliğin ateşlendiği bir dönemde, gayrimüslimleri yaşadıkları toprağa ve devlete bağlayacak herhangi bir bağ kuramayan bu Osmanlılık fikri daha çok Müslümanlıkla özdeşleştirilmiştir. Zaten Osmanlılık fikri tarihsel ve kültürel değerlere atıf yapan meşruiyetini bu değerler üzerinden kurmayı deneyen bir cereyandı.
1873: Vatan Yahut Silistre
Tanzimat, Fransız Devriminin de etkisiyle oldukça 'modern sorunlarla' karşılaşılan bir dönemdir. Hürriyet, ulus, kardeşlik gibi oldukça 'yüksek ateşli' kavramlar dünyayı sarıp sarmalamıştı. Osmanlı'nın zihin dünyasında karşılığı olmayan bu 'laik kavramlar', üzerinde taşıdıkları ateş nedeniyle hemen taraftar bulabiliyordu.
Bu laik kavramların Osmanlı aydınlarında bunca makes bulmasının başlıca nedeni, Osmanlılık fikrinin, vatandaşları devlete ve toprağa bağlayacak esaslı bir neden oluşturamamasıdır. Yukarıda değindiğimiz gibi özellikle gayrimüslimler; Müslüman bir devlete bağlanmak ve bu devletin sınırladığı toprak parçasında bir arada yaşamak hususunda hangi nedenlerle ikna edileceklerdi. Çünkü belli bir toprak parçası üzerinde, farklı dini cemaatlerin, din esaslı bir millet sisteminde bir arada yaşadıkları yapı çökmeye başlamıştı. Osmanlılık fikri, din esasının yerine belli bir toprak parçasında bir arada yaşamayı vatandaşlık bağıyla sağlamayı ummuştu. Ancak bu girişim, daha önce düşünülmeyen, milliyetçilikten mülhem sorunlar doğurunca, Namık Kemal başta olmak üzere Tanzimat aydını çare olarak, Fransız Devriminin bayraktarlığını yaptığı kavramlara sarıldı. Kişiyle toprak arasındaki ilişkiyi vatan kavramı üzerinden kurmayı denediler.
Aşk, bağlılık, fedakarlık gibi öznel değer yargıları vatanla özdeşleştirilerek, vatan, uğruna ölünesi bir değere dönüştürüldü. Böylelikle geleneksel değerler terk edildi; artık i'lâ-i Kelimetullah'ın temsilcisi ve taşıyıcısı, bu nedenden dolayı da dinle özdeşleşen devlet-hanedanlık fikri buharlaşmaya başladı. Kimlikler devlete bağlılıktan çıkarak vatana bağlılıkla tanımlandı. Ayrıca kimlik tanımlarına öznel değer yargıları girmeye başladığı için kimlikler siyasalaştı. Çünkü değer yargıları sosyo-politik çevrelerce üretiliyordu. Bunun bir sonucu olarak da Osmanlılık fikri, Osmanlıcılık ideolojisine dönüşmeye başladı.
Baskın, belirleyici, bir anlamda egemen olmaya başlayan ideolojilerin ürettiği siyasal kimlikler, doğal olarak beslendiği sosyo-politik çevreyi meşrulaştırırken, diğer çevreleri, siyasi kimlikleri dışlıyor ve hatta zemmediyordu. Bir ideolojinin egemenleşmeye başlaması aslında üniter devlete doğru yola çıkıldığının da önemli göstergelerinden biriydi. II. Abdülhamit (1876-1909) kavmiyet ve vatan etrafında oluşturulan bu sevgi selini İslam'a ve Osmanlı Devleti'ne yönelmiş en büyük tehdit olarak görüp reddetti. Halifeye göre kavmiyet fikri ve ülkesel vatan anlayışı, Müslümanların inancını zayıflatmak için İngilizler tarafından yayılmaktaydı. Abdülhamit, Müslümanların bölünmesini hedef alan bu tehditleri bertaraf etmek için Emir-ül Müslimin unvanını öne çıkarıp gençleri 'inanca ve halife sevgisine öncelik verip vatan sevgisini ikinci plana atmaya' teşvik etti (Age., s. 27.)
Osmanlıcılık fikri, yaşanan krizleri geleneksel değerlere bağlı kalarak aşmaya yönelik bir arayıştı ve Tanzimat Fermanındaki Kanun-u Kadim'e dönme vaadi de bunun bir uzantısıydı. Ancak Osmanlı'nın yaşadığı sıkışmışlık, donukluk zaten kendi ürettiği geleneksel değerlerin bir sonucuydu. Bu sıkışmışlığı, donukluğu atlatmak; gavurlar karşısında durmadan tadılan mağlubiyetten kurtulmak için, Osmanlıcık ideolojisi yeni bir çıkış yolu gibiydi; ama atılan her adım Osmanlı'yı yeni bir yapılanmaya zorluyor, her deneme beraberinde yepyeni sorunlar doğuruyordu.
1908: Sultanlığın Meşruluğu
Hüseyin Cahit siyasî hatıralarında, Mebuslar Meclisinde imparatorluğu kuran etnik unsurlara, sayıları oranında mebus çıkarma hakkı tanınacağından; böylesi bir durumda da Türklerin azınlıkta kalacağından söz eder. Bu durum bir tehlike doğurmaktadır. “Memleketi benimsemiş biricik unsur, memleket için içtenlikle bir fedakârlığa katlanacak, her zorluğu çekecek unsur Türklerdi. Memleket, yalnız Türkler için ‘yurt’tu. ‘Yurt’ (vatan) kelimesi ağızdan çıktığı zaman buna yalnız Türk’ün yüreği cevap veriyordu. (…) Şu halde memleketin yazgısına egemen olmak ve en temelli kararı almak hakkı, Türk’ün elinde bulunmalıydı.” (H. Cahit Yalçın, Siyasal Anılar, (Haz. Rauf Mutluay), T. İş Bankası Kültür Yay., 2. basım, İstanbul 2000, s. 73. ) Sultanın, halifelik sıfatını öne çıkarma, insanların ülkülerini inanca ve halifeye yöneltme çabaları sonuçsuz kalmıştı. Dahası yaşanan bu gerilim Sultanla aydınlar arasında da kapanmaz bir uçuruma dönüşmüştü. Osmanlı toprakları da milliyetçilikten payına düşeni almış ve Türklük yeni yeni dillendirilmeye başlanmıştı. Hatta devletin ve vatanın da meşruiyet kaynağını oluşturmaya adaydı.
İttihat ve Terakki'nin resmi görüşü Türklük etrafında oluşuyordu. Çünkü kaybedilen Balkan toprakları Türk yurdu olarak görülüyor ve ivedilikle geri alınmaya çalışılıyordu. Ayrıca Türklük devletin 'kurucu ruhu' olarak görülüyordu. Tanzimatçıların aşkla bağlandıkları vatan duygusu yerine yavaş yavaş Türklük etrafında örülen devlete bağlılığa dönüşüyordu. Tanzimat'la siyasallaşan kimlik tanımları yeniden yapılıyor; kişinin devletle bağı, etnik bir içerikle kuruluyordu. Bu dönemde etnik ve kültürel Türklük olmak üzere iki temel yönelimden söz etmek mümkündür. Etnik Türklüğü Yusuf Akçura, Kültürel Türklüğüyse Ziya Gökalp temsil ediyordu. İster etnik, isterse kültürel Türklük olsun bu fikirler karşısında İslamcılık da yeni bir fikri akım olarak doğmaya başlamıştı. Bu dönemde önemli olan bütün bu fikri akımların Sultanın meşruiyetini tartışmaya başlamalarıdır. Çünkü bu aydınlar meşruiyetin kaynağını din ve dolayısıyla halife olarak görmüyorlardı; yukarıda da değindiğimiz gibi meşruiyetin kaynağı artık halka doğru kaymıştı. Hatta İslamcıların eleştirisi sadece Batılılaşmaya yönelik değildi, belki de daha temelde, geleneksel bir nitelik kazanmış klasik Osmanlı İslam'ına da bir tepki olarak doğmuştu. Bu yüzden de yenileşmeci (modernist) bir nitelik taşımaktaydı (A. Yaşar Ocak, Türkler, Türkiye ve İslâm, İletişim Yay., 6. Baskı, İstanbul 2003, s. 73.)
Bu döneme kadar Sultanların saltanatı meşru olarak görülmüştü; sorun bir yıkıma doğru sürüklenen İmparatorluğu, kendi değerlerine de yabancılaşmadan salimen bir kıyıya ulaştırmaktı. Ancak bir devrin sonuna gelindiği o zamanlar görülmese bile atılan her adımla birlikte doğan yeni, çağdaş, modern problemler İmparatorluğu her seferinde yeniden yapılanmaya zorluyordu. Dini değerlerle tanımlanan millet sistemi çökmüş, vatandaşlık tanımı hiç umulmadık sorunlar doğurmuştu. Bu nedenlerden dolayı da çok-dinli, çok-kavimli birlikte yaşama gittikçe sürdürülemez olmuştu. Artık, bu vatanda kültürel Türklük tanımı gereği kendini hâlâ Türk hissedemeyenlere ayrılan yer gittikçe daralıyordu. Jön-Türkler geleneksel Osmanlı toplumsal modelini bu şekilde paramparça ederken, hürriyet her derde deva olarak takdim ediliyordu. Çünkü Osmanlıcılık, İslamcılık, kavmiyetçilik, meşrutiyet ve modernleşme gibi üzerinde tartışılan problemlerin hepsi bir arada hürriyet kavramının içine boca edilmişti. Dolayısıyla bu harmandan doğan hürriyet fikri, geleneksel değerlere de sırt dönmeyen bir kurtuluş reçetesiydi.
1923: Kral Öldü Yaşasın Cumhuriyet
Yeniden yapılanma arayışlarının 1908'lerde Türklük etrafında aranması fikri Cumhuriyetin de 'kurucu ruhu'na temel teşkil etti. Esasen devlet geleneği devam etmekle birlikte meşruiyetin kaynağının halkta aranması neticesinde Türklük fikri Cumhuriyetin de referansları arasına girdi. İlk kez 1913'te Ziya Gökalp tarafında formüle edilen Üç Cereyan yeniden yapılandırılan devletin felsefesini oluşturdu. Türkleşmek, İslamlaşmak, Muasırlaşmak Türkçülüğün esaslarını oluştururken, aynı zamanda ulusal bir karaktere bürünen Türkiye Cumhuriyeti Devleti'nin de hareket noktasıydı.
Yeni kurulan ulus devlet, yeni bir ulus yaratmak için Türkleşmek ile Muasırlaşmayı önceleyip İslamlaşmayı bile isteye devre dışı bıraktı. Geleneksel ve dini değerlerin devre dışı kalmasıyla birlikte; vatan mevhumuyla üzerinde yaşanılan topraklar kutsallaştırarak, yeni maneviyat biçimleri yaratılmaya başlandı. Bağımsız bir vatanın simgesi olarak bayrak, bağımsızlığın sağlayıcısı ve koruyucusu olarak devlet, bu yeni maneviyat biçimleriydi. Bir dönem dini argümanlara yaslanarak kendini kutsallaştıran siyaset ve hükümet etme biçimi; geleneksel, tarihsel olana sırt dönülmesiyle birlikte kendini millilikle kutsallaştırmaya çalıştı. Elbette bu bir zorunluluğun sonucuydu; milliyetçiliğin laik bir ideoloji olduğu ve bu nedenle dinle araçsal bir ilişki kurduğu düşünülürse; ilham verdiği siyaset ve hükümet etme biçimi de laik ve seküler olacaktı (Cemal Şakar, Milliyetçiliğin İnşası olarak: Millilik, Hece Dergisi, Haziran 2008.)
Türklerin hiçbir zaman devletsiz ve elbette vatansız kalmadıkları gibi sloganlar bir yandan Türkleri, diğer yandan da devlet-vatanı kutsuyordu. Dil, tarih ve coğrafya fakülteleri; dil ve tarih kurumları gibi yeni kuruluşlar, sözünü ettiğimiz kutsallıkların üretildiği yerlerdi. Bu bağlamda yeni devlete uygun yurttaşlar yetiştirmek için yoğun çabalara girişilmişti. Yurttaş öncelikle Batılı değerlerle yetiştirilecekti; devlet eliyle baleden operaya, senfoni orkestralarından ulusal edebiyata kadar birçok kurum devreye sokuldu. Zira Cumhuriyet, vatandaşlık tecrübesi ve 'performansı' ile kolektif olarak/toplumca inşa edilecek bir 'durum' değil, eksiklikler tamamlanıp vatandaşlık liyakati kuşanılarak lâyık olunacak bir armağandı (Tanıl Bora, Medeniyet Kaybı, Birikim Yay., İstanbul 2006, s. 31.) Böylece ulusal devletin ulusal bir kültür yaratması hesaplanıyordu.
Ulusal kültür sayesinde Osmanlı mirası rahatlıkla görmezden gelinebilecekti. Hatta bunu gerçekleştirebilmek için Osmanlı'nın uzun tarihsel geçmişi atlanarak, Türk tarihi Orta Asya merkezli olarak yeniden yazılmaya başlandı; medeniyetin beşiği olarak Orta Asya gösterildi. Aslında bu durum devlet otoritesini elinde tutan seçkinler için neredeyse bir zorunluluktu. Zira laik bir milliyetçiliği topluma aktarmayı düşünüyorlardı; bunu temin etmenin yolu da Orta Asya'dan geçiyordu. Laik bir milliyetçilik için gerekli imajlar, İslam öncesinden seçildi. Cengiz, Oktay, Mete gibi 'putperest' isimleri seçkinlerin çocuklarında moda oldu. Daha genel anlamda Orta Asya kökeni miti Cumhuriyetçi rejimin üst sınıftan unsurları arasında önemli bir rol oynadı. Latin alfabesinin kabulü, dilin Arapça ve Farsça sözcüklerden arındırılması, Türk kültürünün odağını İslamiyetten uzaklaştırma girişiminin bir diğer yüzüydü (Şerif Mardin, Türkiye'de Din ve Siyaset, İletişim Yay., 2. Baskı, 1992, İstanbul, s. 232.)
'Türkiye Türklerindir', 'Ne mutlu Türküm diyene' ‘biz bize benzeriz’ gibi sloganlar, yaratılmaya çalışılan ulusal kimliğin veciz ifadeleriydi. Homojen bir etnisiteye sahip olmayan Türkiye'de, daha çok Ziya Gökalp'in kültürel Türklüğü öne çıkarılıp farklı etnik kimliklerin bu kültürel yurttaş kimliği altında erimesi umuldu. Ancak Cumhuriyeti kuran ve otoriteyi elinde tutan seçkinler, etnik ve dinsel çeşitliliği görmezden gelerek, ya da en azından yeni yurttaşlık ülküsü etrafında onları da toparlayabileceklerini umarak, milliyetçi duyguları Türklük lehine durmadan beslediler. Fakat bu mayanın tutmadığı, hemen 1924-25'lerde baş gösteren Kürt ayaklanmalarıyla belli oldu. Seçkinler farklı etnik ve dinsel yapıları 'ulusal vatanda' bir arada tutmak için yurttaşlık ortak paydasını genişletmek ya da yeni bir ortak payda üretmek yerine, kendi kimliklerini devlete ve dolayısıyla yurttaşlara da dayattılar. Çünkü onlara göre; milliyetçilik insanlara ortak bir kimlik sunarken, onları toplumsal bir deneyim içerisinde bir araya getirecek ve ulusallıkla dolayımlanan dil, tarih, kültür birliği temelinde bilinçlendirerek onları yurttaş seviyesine çıkaracak bir formülasyondu.
Yurttaşlık bağına dayanan ve siyasal bir kimlik yaratarak kendi içindeki her nevi farklılıkları bu kimlik etrafında toplamayı hedefleyen ulus devlet, seçkinlerin elinde tehlikeli bir güce, otoriteye dönüşmüştür. Oysa en azından teoride devlet, yönetici gücün baskı aracı değil; kültürel ve dini değerlere, farklı etnisitelere yaşama imkanı sunan bir hizmet aracı olmalıydı. Devleti kendi malları olarak gören seçkinlerle halk arasındaki uçurum, yer yer çatışmalara da dönüşerek 1950’lere kadar devam etti. 1950’lerde halkın, varlığını hissettirmesi yepyeni bir merkez-taşra çatışmasına dönüştü. Ve bu çatışma darbelerle günümüze kadar sürerek geldi.
1962 yılında Gönen/Balıkesir'de doğdu. İlk ve orta öğrenimini aynı ilde tamamladı (1979). Gazi Üniversitesinde işletme okudu (1983). Beyaz Gömlek isimli ilk öyküsü 1982 yılında Güldeste Dergisinde yayımlandı. Bir grup arkadaşıyla birlikte Kayıtlar, Hece, Hece Öykü ve Muhayyel’in çıkışında yer aldı. Portakal Bahçeleri ve Pencere Arnavutçaya, Pencere ve Utanç Farsçaya; bazı öyküleri Korece ve Azericeye çevrildi. Esenlik Zamanları 1999 yılında TYB; Mürekkep 2012 yılında ESKADER ve Ömer Seyfettin öykü ödülünü aldı. Cemal Şakar 2016 yılında Dede Korkut Edebiyat; 2019 yılında da Necip Fazıl Hikaye-Roman ödülüne layık görüldü. Eserleri: Öyküler: Gidenler Gidenler, 1990; Yol Düşleri, 1996; Esenlik Zamanları, 1999; Pencere, 2003; Hayalperdesi, 2008; Hikâyât, 2010; Sular Tutuştuğunda, 2010; Mürekkep, 2012; Portakal Bahçeleri, 2014; Kara, 2016; Adı Leyla Olsun, 2018; Utanç, 2020; Bir Avuç Dünya, (toplu öyküler) 2022. Deneme-İnceleme: Yazı Bilinci, 2006; Yazının Gizledikleri, 2010; Edebiyatın Sırça Kulesi, 2011; İmge, Gerçeklik ve Kültür, 2012; Edebiyat Ne Söyler, 2014; Hasan Aycın’ın Çizgi’si, 2016; Edebiyatın Doğası, 2019; Satır Arasındaki Anlam, 2020; Fragmanlar-Gerçeklikten Koparılmış İmge, 2022; Sanatın Kendiliği, 2024.Söyleşi: Dile Kolay, 2017.Edisyonlar: Sessiz Harfler, 2013; 40 Soruda Türk Öyküsü, 2018; Dilsiz’in Dile Gelişi, 2021; Kurmacanın Grameri (Ed.), 2021.