
“İnsanlığın Bir Dünü” üçüncü romanınız. İlk romanınız “Bihaber” akademik bir sahtekârlık hakkındaydı, üçüncü romanınız ise insanlığın sona erdiği bir dünyada yapılan arkeolojik kazı hakkında. Gerçekliğin yeniden inşasının iki ayrı hikâyesi olarak görebiliriz romanları. “Gerçeklik” ve kurgu ilişkisi hakkında neler demek istersiniz?
Akademik çalışmaların, gerçeği keşfetmek veya inşa etmek gibi bir iddiası var. Bunun mümkün olmadığını bilecek kadar sosyal bilimlerle uğraştığımı söyleyebilirim. Kaldı ki pozitif bilimler bile bu noktada eleştiriye açık olmak durumunda. Düşünün, “Bilim her şeyin cevabını verebilir” hipotezini, bilimsel olarak sınayamıyoruz bile. Maksadım post-modern bir karmaşa yaratmak değil. Ama “bilim adamlarına göre” diye başlayan ifadeleri görünce gülümsüyorum yine de. Romancı gerçekliği, araçların (veri toplama, analiz etme ve benzeri) üzerinden süzülerek duyar. Belki bunları tamamen görmezden gelmez, ancak yine de sezginin ve sübjektif tecrübenin yanına yaklaştırmaz. İyi bir bilimkurgu veya fantastik metin, aynı zamanda iyi bir tarihi kitaptır da. Frank Herbet’ın hayal dünyasından taşıp gelmiş devasa çöl canavarları gerçek olmasa bile loncalar gerçektir, din savaşları gerçektir, karizmatik liderlerin tehlikeli oldukları gerçektir. Dolayısıyla kurgu metinler, gerçeği gerçek olmayanla anlatabilir. Hatta gerçeklerle anlatanlardan daha iyi anlatır. Sanatın ve sanatçının bir “gerçeklik” çizmesi gerektiğini düşünmüyorum. Ama bir eser buna kalkışmışsa, kullandığı metot dolayısıyla onu eleştirmenin yanlış olduğunu düşünüyorum.
Montesquieu, “İran Mektupları”nda yaşadığı dönemi bir yabancının gözünden anlatmayı amaçlar. “İnsanlığın Bir Dünü”nü benzer bir amaçla mı yazdınız?
Bir gün yeğenimle sohbet ediyorduk. Yaşı çok ufaktı. “Annenin babasına ne denir?” diye sordum “Dede” dedi. “Babanın kardeşine ne denir?” dedim “Amca” dedi. Böyle sorular sorarken şımarmak istedim. “Elmanın kardeşine ne denir? Kaldırımın amcasının oğluna ne denir” diye devam ederken “Arabanın babası nedir?” dedim “Kamyon” cevabını verdi. Onun babasını sordum bu defa, “tır” dedi. Çok hoşuma gitti mantığı. Çocukların bakış açısını taklit etmek bazen mümkün değil. Dünyaya bir yabancı olarak geliyorlar ve biz “yerlilerin” göremediklerini görüyorlar. İran Mektupları’nı üniversitede okumuştum. Daha sonra doktora yaparken pek çok seyahatname okuma fırsatım da oldu. Zamanla şunu fark ettim: İnsan başka bir kültüre girince çocuklaşıyor. Çocukların özgün fikirlerine yalnızca bir yabancı memleketteyken sahip olabiliyoruz. İnsanlığın Bir Dünü, benim çocuk zekâsıyla yazmaya çalıştığım bir eser oldu. Beni şahsen tanıyanlar, “Bu kitap çok sen olmuş” diye yorum yapması da bundan olsa gerek. Bizim kültürümüze has bir uygulamayı “Bir uzaylı bunu görse ne der?” diye düşündüm ama daha ziyade “Bir çocuk bunu ilk kez görse ne der?” diye düşündüm. Dolayısıyla roman, kendimize bir uzaylının gözünden bakmak çabası kadar bir çocuğun gözünden bakma gayretini de içeriyor.
Roman, bir akademik tezin parodisi gibi. Siz de arkeolog olmasanız da akademik çalışmaları da olan bir yazarsınız. Bu “parodi”yi yazmak sizin için nasıl bir tecrübe oldu?
Evet. “Adama bak, uzaylının doktora tezini yazmış” diyenler oldu. Haklılar da. Benim zaman zaman bu uzaylı gibi hissettiğim zamanlar oldu. Halen de oluyor. Şimdi üzerinde çalıştığım bir makalem var. Onunla alakalı verileri çok çok çok yanlış yorumladığımı fark ettim geçenlerde mesela. Bunlar olabiliyor. İlk başta kendime çok sinirlendim ama birkaç gün sonra yaptığım hatayı gülerek anlatmaya başladım. Dolayısıyla romanın üstüne yaslandığı, yanlış anlaşılma kaynaklı parodi, bana uzak değil. Fakat romanı yazarken orijinal olmaya çalıştığım için zorlandığım yerler oldu. Herkesin aklına gelebilecek bir şey yazmamaya gayret ettim. Örneğin uzaylı, Türk lirasından bahsediyor ama paranın üstündeki Atatürk’ü bir dipnotla geçiştiriyor. Hâlbuki bir bilim insanının bunu ilginç bulmaması, sayfalar ayırmaması mümkün değil. Kâğıt para kullanan bir medeniyet ve her paranın üstünde birisinin resmi var! Ama ben bu konuda orijinal bir şey yazamayacağıma kanaat getirdiğim için yazdıklarımı sildim. Tepkiden çekindiğimi düşünen olabilir ama romanı okuyan zaten tartışmalı konulara girmekten çekinmediğimi anlamıştır. Ben parodiyi, salt bana ait parodiyi anlatmayı seçtiğim için biraz yoruldum. Paranın üstündeki Atatürk’ü işleyebilirdim. Okuru metne katmanın bir yolu da olabilirdi aslında bu. Çünkü “aa bu benim de aklıma gelmişti” demek istiyor okur. Hatta bizim işimiz biraz buna dönüyor. Okuru zeki hissettirmemiz isteniyor gibi… Benim açımdan zorluk, kendime koyduğum hedefle ilgiliydi. Bunun haricinde, zaten ben hayatı parodi olmaksızın göremiyorum; bu bakımdan zorlanmadım.
İnsanlar yokken insanlardan kalanlara verilen anlam meselesi biraz da bizim geçmişe anlam verme çabamıza benziyor sanki? Hâlâ insanız ama algılarımız ve anlam verme biçimimiz farklılıklar içeriyor ister istemez. Bir iktisat tarihçisi olarak ne dersiniz?
Biz de elimizdeki sınırlı materyalle geçmişe ve oradan hareketle bugüne anlam vermeye çalışıyoruz. Göbeklitepe’yi merkeze alan pek çok anlatı var örneğin. Bunlar ne kadar gerçek bilemiyoruz ama. Bir eşya bulunur kazılardan, sonra bir bakmışsınız bereketi temsil ediyor. Belki de adamın canı sıkıldı sadece. Kille oynadı durdu sonra sıkıldı. Hayat dışardan bakınca manasız gözüken eylemlerle dolu. Ne diye geçmiş her yönüyle manalı olsun? Neden her an bugünümüzü aydınlatsın? Antik dönemden kalma, mağara duvarına yapılmış resmi görüp bunu şimdiki insandan hareketle anlamaya çalışıyoruz. Hâlbuki birey başka birey, toplum başka toplum. Bir de tabii özellikle 19. yüzyıldan sonra iyice belirginleşen bir “geleneğin icadı” meselesi var. Geçmişi olmayanın bugünü de yoktur gibi fikirde birlik etmişiz. Dedemiz hacı olmayınca ibadetlerimiz kabul olmayacakmışçasına bir durum var. Kendi alanımda da bunu görüyorum. Birileri geçmişte namazlı abdestli Adam Smith’ler arıyor. Hâlbuki böyle bir figür olmak zorunda değil. Bizim bugün ekonomik olarak rasyonel olduğumuza kani olmamız için buna ihtiyacımız yok.
Romandaki arkeologların insanlarla ilgili anlam vermeye çalıştıkları kaynaklardan biri de duvar yazıları. Yeraltı edebiyatı adeta asli edebiyata dönüşmüş gibi. Bu perspektif değişikliği için neler demek istersiniz?
Evet. Romanım duvar yazılarını çok önemli birer veri kabul ediyor. Uzaylı sosyal bilimci bunlara büyük bir anlam izafe ediyor. Fakat benim zihnimde sizin ifade ettiğiniz gibi bir yeraltı edebiyatını gün yüzüne çıkarmak amacı yoktu. Uzaylı, belli bir amaç ve uyum içerisinde yazılmış metinlere ulaşsın istemedim. Bağlamdan kopuk, havada asılı duran aforizmalarla insanlığı anlamaya çalışsın istedim. Çünkü bizim “yazı” dediğimiz iletişimin esası bunlardan oluşuyor. Gün içinde gördüğümüz çoğu yazı bağlamını bizim kurduğumuz türden. Vitrinde “Kıymalı” yazısını görünce içeride börek ya da pide satıldığını biz anlıyoruz. Bir uzaylı ise farklı düşünür. Mesela dikkat edin, bilimkurgu filmlerinde bazen uzak bir galaksideki kentlere gideriz. Ve orada hemen hemen hiç yazı olmaz. Çıplak bir mimari, uçan kaçan araçlar vs. Neden hiçbir uzaylı kentinden ““acele kaşe yapılır” gibi bir yazı gömüyoruz? Bence biz, gündelik hayatta bağlamdan kopuk yazıların bizde ne kadar büyük bir yer kapladığını bilmiyoruz. Daha doğrusu farkında değiliz. Etrafınıza biraz dikkat ederek şöyle bir yürüyün. Tek başlarına hiçbir manası olmayan ama yaşadığımız toplumdan hareketle bir bağlama oturan binlerce kelime hücum edecek. Romanda böyle bir pasaj da yazdım zaten. Uzaylı, beş dakikalık bir mesafeyi yürürken gördüğü kelimelerin bir kısmını yazıyor. Orayı okurken hep gülüyorum. Çünkü insan, yan yana görünce fark ediyor: Bizim okuma tecrübemiz, uzayda süzülen kelimelerden ibaret neredeyse. Bağlamı biz veriyoruz. Duvar yazıları da bu tecrübenin bir parçası. Bu tuhaf durum ilgimi çektiği için dâhil ettim.
Romanda insanlığın yok oluş sebebini insanlığın anlamla bağının kopmasına bağlıyorsunuz. Günümüz insanlığına eleştirel bir metin olarak görebiliriz bu açıklamayı. Ne dersiniz?
İnsan inandığı değerlere uygun bir hayat yaşamazsa, yaşadığı hayata uygun değerler edinir. Hepimizde bir “olmak istenen” prototipi var. Fakat olan ve olması gereken arasında bir uçurum varsa, bu sürdürülemez oluyor. Benim romanda kastettiğim kopukluk böylesi bir şey. “Bizde aile çok önemlidir” deriz mesela. Peki, tamam. Buna inanan bir toplumda aile kurmanın kolay olmasını bekleriz öyle değil mi? Peki ev ve araba almanın imkânsızlığını, düğün masraflarının uzaya çıkmasını nasıl açıklayacağız? Yarattığımız maddi medeniyet, aile dostu bir medeniyete benziyor mu? Ben romanda, Türk toplumunun söylemleri ile yaşayışını karşılaştırmaya çalıştım. Biz medeniyetimizi tarif edebiliyoruz. Peki ya bir uzaylı gelse, bizden geriye kalan eşyalara bakarak ne düşünürdü? Aile kurmak kolay der miydi? Ben insanlığı eleştirdim gibi gözüküyor. Ama aslında bizi eleştirdim. Çünkü uzaylının “insan” verisi, 21. yüzyılda İstanbul’da yaşamış bizleriz. Dolayısıyla bu eleştiri daha çok bize vuruyor.
Bugünlerde yazı gündeminizde neler var?
Bugünlerde akademik çalışmalara dönmüş vaziyetteyim. Fakat akşamları ufak öyküler yazıyorum bazen. Çocukluğuma dair öyküler. Hepsi de ABD’de geçiyor. İlkokula ABD’de başladım ve bir süre hiç İngilizce bilmeden okula gittim. “Derdini anlatamama” yahut “anlaşılmama” temalı öyküler çıkıyor. Neredeyse otuz yıl öncesinde olmasına rağmen, dün gibi hatırlıyorum bazı tezatları. Bir şey demek istiyorum ama diyemiyorum… Bunun gibi konular etrafında döndüğümü fark ettim. Bir kitap çıkar mı emin değilim. Belki kendim seslendirip bedava paylaşacağım.
Bir insanın sanatçı olabilmesi için kendi değer yargıları olmalı. Çünkü piyasanın değer yargılarına göre yaptığımız iş oldukça irrasyonel. İnsanlığın Bir Dünü için iki yıl harcadım örneğin… Bu emeği niye verdiğimi kendi kendime açıklayabiliyorum iyi kötü. Yazmaya ilk başladığımda, kendi değer yargım daha temiz ve saftı. Fakat yaş ilerledikçe, “değer” ile “fiyat” arasındaki fark git gide muğlaklaştıkça, piyasanın değer yargıları sizi daha çok etkiliyor. Kalenin surlarını döven büyük toplar var ve siz o gürültü içerisinde “ben kendimce böyle bir şey yaptım” demeye çalışıyorsunuz. Belki de bu röportaj, ümitsiz bir devire tesadüf etti; bilemiyorum. Ama durum böyle. Okur için, okuru hiç düşünmeden yazmam gerektiğine inanıyorum. Sanat o zaman topluma faydalı oluyor; bir talebe karşılık üretilmediğinde. Kendi değer tanımıma sıkı sıkıya bağlanmak ve gözü kara şekilde üretmek gerekiyor. Fakat iş bitip kaleden çıktığınızda hayatla karşılaşıyorsunuz. Paranın önemsiz olduğunu iddia edecek biri değilim; iktisat tarihçisiyim. Ama fiyatına, satış adedine, takipçi sayısına bakılmaksızın da bazı şeylerin kıymetli olabileceğine inanıyorum. Ne var ki, ne zaman “tezgâhıma” baksam, dışarıyı düşünmeden edemiyorum. Çünkü benim tezgâhım artık benim değilmiş gibi geliyor. Bin bir emekle - iyi ya da kötü- bir şeyler yazacağım ve o şey bir edebiyat “piyasasına” girecek. Ve orada kıyaslanacağım. Daha çok satanla, daha aykırı konular işleyenle, okura her istediğini verenle… Tekrar başa döneyim. Tezgâhta öyküler var, romanlar var. Ama “bu işin tadı kaçtı” düşüncesi de var.
1972 İstanbul doğumlu. İlk şiiri 1991 ekim ayında Türk Edebiyatı dergisi okur mektupları sayfasında yayınlandı. Pek çok dergide dergi ve gazetede yazı, şiir ve röportajlarıyla yer aldı. Sebepsiz Serçe, Taş Suya Değince, Heves ve Tövbe Gölgeliği isminde dört şiir kitabına, Kırk Gri Hırka ve Dünyanın Çekmeceleri isminde iki hikaye kitabına imza attı. Ayrıca Pierre Karton namı-ı müstearıyla Horkhaymır’dan Alzhaymır’a Türk Aydını isimli bir de mizah kitabı mevcut.