Menu
İSMAİL ÖZEN İLE SÖYLEŞİ
Söyleşi • İSMAİL ÖZEN İLE SÖYLEŞİ

İSMAİL ÖZEN İLE SÖYLEŞİ

İki öykü kitabınız var. “Günler Ne Kadar Kısaldı?” 2013’te yayınlandı. “Babamın Şarkısı” ise 2016’da okurla buluştu. Üçüncü kitabınız ve ilk romanınız “Karlı Bir Gece Vakti” ise 2022’de kitaplaştı. Aradaki zaman farkı, romanın gerektirdiği mesaiden mi kaynaklanıyor? Roman yazmak nasıl bir tecrübe oldu sizin için?

Dönüp geriye bakınca yıllar çok çabuk geçiyor, diye düşündüm şimdi. 2016’dan bu yana altı koca yılın bu kadar çabuk geçmiş olması şaşırtıcı değil mi? İki kitabımın arasında altı yılın olması belki tembelliğimle açıklanabilir ama daha çok da romancılığın ya da öykücülüğün mesleğim olmaması ile ilgili olmalı. Elli bir yaşındayım hâlâ yoğun denebilecek bir iş hayatım var. Hayatımın ilk kırk beş yılı, şimdi dönüp baktığımda insani olmadığını düşündüğüm bir çalışma temposuyla geçti, dolayısıyla bu kadar yazabilmiş olmama bile şükretmem gerekiyor. Öykü değil ama roman böyle yoğun bir iş hayatı içinde üretilebilecek bir tür değil. Roman yazmak, özellikle son aşamaya doğru yaklaşıldığında zihnin tamamını tutuklayan, aklı, duyuları, duyguları köleleştiren bir sürece dönüşüyor. Yazmaya başladığım ilk aylar hatta ilk yıl bu bilinçli köleliği kabul edebilmek ya da daha ılımlı ifade edersek odaklanmaya çalışmakla geçti. Yıllarca sadece keyif için edebiyata yönelmiş biri olarak bu da çok zor geldi bana. Bazen saatlerce bilgisayarın karşısında oturuyor, sanki eski bir radyonun düğmesini hafif hafif çevirerek doğru frekansı, doğru sesi yakalamaya, zihnimde romanla ilgili düşüncelerin aktığı kanalı bulmaya çalışıyordum. Roman yazmak aylarca, yıllarca ucunda ışık görünmeyen bir tünelde yürümeye benziyor. Bazen günlerce yazının çevresinde dolanıyor ama metni bir satır ilerletemiyordum, bazen de sel suları gibi akarak gelen kelimeleri denetlemekte zorlanıyordum. Bazen yazamamaktan, bazen de zihnimdeki akış durmak bilmediğinden ya da yazdıklarımın coşkusundan uykusuzluk çektim ve şöyle düşündüm sık sık: Bir insan durup dururken neden böyle bir şeye kalkışır?

Zaman dilimi ve mekânı net olarak tanımlanabilir bir roman “Karlı Bir Gece Vakti”. Niçin 28 Şubat, niçin Konya desek?

İyi bildiğim sorulardan başlamak istedim herhalde. Ama öte yandan anlattıklarım benim anlattığım şekliyle Türk romanında yer almamıştı, diye düşünüyorum. Bunu söylerken aşkı, 28 Şubat’ı, alzheimerı değil; romanda yer alan başka şeyleri kastediyorum. Bir de şöyle bir şey var: Kafamda geçmişe dair bazı duygu ve düşünceler belirli zamanın ve mekânın zarfı içinde oluyor genelde ve onları söz konusu zarfın içinde eşelendikçe çıkarabiliyorum. Şimdilik eşelendikçe çıkarabildiklerim bunlar oldu.

Aşk, roman için gerekli bir çatışma unsuru olarak mı yer aldı romanda. Yoksa asıl tema aşktı da diğer tüm temalar aşk teması için birer vesile miydi?

Bir kara sevda romanı yazmak istediğimi zaman zaman birilerine söylemiştim aslında. Ama bu romanda böyle bir aşka yer vermek, belki uzun saatler yazı başında oturmanın sürprizlerinden biriydi. “Karlı Bir Gece Vakti” bir dönem romanı aslında ama içinde güçlü bir aşk hikâyesi de barındırıyor. Belki şöyle söylemek de mümkün: “Karlı Bir Gece Vakti” bir aşk romanı aslında ama yazar bu aşkı irdelerken dönemi, olayların geçtiği şehri ve kahramanların çevrelerini siyasi ve sosyolojik bir derinlikle aktarmaya özen göstermiş. Belki şöyle bir soru da sorulabilir: Böyle bir dönem romanını, içine aşk ya da cinayet gibi merakı kamçılayan bir çatışma koymadan, özellikle genç okurlara okutabilmek nasıl mümkün olabilirdi?

Pişmanlıklar ve ayrılıklar romanın önemli bir bölümünü teşkil ediyor. İnsanı tanımak ve anlatmak için gerekli “krizi” sunuyor ayrılıklar ve pişmanlıklar. Ne dersiniz?

Yani şimdi düşününce, evet; belki de insana dair dünya ağrılarının önemli bir kısmının nedeni bu iki kelimeyle ilgili. Dünya hayatının hem “geliş” hem de “gidiş” anlamında ayrılıkla bir bağı var aslında. Bu yüzden hayatın hüzün verici yanı ayrılıkla ilgiymiş gibi geliyor bana. Bunu oldukça geniş bir çerçevede düşünüyorum ama. Her an bir şeyler bizi terk ediyor ve yaşananlar asla geri döndürülemiyor, hüznümüz en çok bununla ilgili değil mi? Klasik metinlerde de erginleşme yolculuğu ayrılık ve vuslat çizgileri arasında seyreder zaten. Öte yandan zaman hazinesi tükendiyse pişmanlığın anlamsızlığı. 

Romanda marşlar ve ezgiler de özel bir yer tutuyor. Roman için mi döndünüz onlara yoksa hiç kopmamış mıydınız?

Çok olmasa da ara ara hep dinledim. 90’lı yılların marşlarını çok severim ve çok kıymetli bulurum, bu yüzden son derece bilinçli bir seçimle onları romanıma aldım ve bir anlamda onlara olan borcumu da ödemiş oldum. 

Romanın yan karakterleri arasında pek çok tanıdık var. Hatta bir karakter de sizsiniz. Biraz da romanın otobiyografik olarak algılanmasını önlemek için mi tercih ettiniz bunu? 

Birçok neden sıralanabilir aslında. Roman türünün ne kadar geniş imkânlara sahip ve akışkan bir yapı olduğunu göstermek istedim diyelim mesela. Bizzat kendim sahne aldım ve dramatik yapıya uygun biçimde söylemek istediklerimi söyledim diyelim. Bunların ötesinde “Karlı Bir Gece Vakti” bir dönem romanı. Dolayısıyla en çok göstermek istediğim şey, 28 Şubat’a maruz kalan Müslümanların nasıl insanlar olduğu, o dönemde neler okuyup neleri tartıştıkları, neler konuştukları; tek tip bir fikri yapıya sahip olup olmadıkları gibi şeylerdi. Gerçek isimlerin olduğu sahneler de böyle bir sosyolojik zemin oluşturma fikrinin neticesiydi. Dolayısıyla bunları uzaklarda aramaktansa içime eğilip kendi geçmişimden çekip çıkarmak ve hiç değiştirmeden aktarmak daha kolay geldi bana. Bir romanın sayfaları arasından dostlara selam göndermek de sıra dışı bir deneyimdi bu arada. 

Romanda “gündelik hayat tarihine” ilişkin çok zengin detaylar var. Bu detaylar elbette yaşadığımız günlere de dair. Ancak hafıza ile de bu kadar detay hatırlanmaz sanki. Nasıl bir çalışma yaptınız detaylarla ilgili olarak?

Seçtiğim her sahneye dair uzun uzun düşündüm diyebilirim. Mesela kahraman minibüse biniyor diyelim, kendi minibüse binme deneyimlerim üzerine düşündüm ve yazılmaya değer olan bir  şeyler bulmaya çalıştım. Flaubert’den beri nitelikli romancılar, okurda bir gerçeklik yanılsaması oluşturabilmek için gündelik hayata dair bu tür ayrıntıları metne özenle yerleştirme konusunda oldukça titiz davranmıştır. Roman ne anlatırsa anlatsın okuru bu psişeden koparmadığında onunla duygusal bağ kurabiliyor.

Hafızam oldukça iyidir bu arada, yoğunlaştığımda geçmişteki belirli anın içindeki engrama varabiliyorum çoğunlukla. Bellek araştırmalarında bir şeyi deneyimlerken zihnimizde yaşadığımız çoklu etkiye “engram” adı veriliyormuş. Mesela ilk kez denizi gördüğümüzde kendilik bilgimiz ne durumdaydı, o günlerde zihin dünyamızda neler vardı, bedenimiz ne yapıyor, duygularımız ne hissediyordu, neleri algılıyorduk? (söz gelimi kokular) vb. Bu anlamda romandaki sahnelerle ilgili herkesin hayatında benzer pek çok deneyim vardır diye düşünüyorum, söz gelimi evde aileyle yenen bir yemek ya da bir bayram günü büyük ailenin toplanmasıyla ilgili tecrübeler. Mesele biraz bunları derinliğine düşünmekle ilgili galiba.

Romanın her bölüm başında yer alan epigraflar dikkat çekici. Siz nasıl konumlandırdınız ve seçtiniz o epigrafları?

Bölümleri yazarken kafamda gezinip duran pek çok mısradan bazılarını seçtim aslında. Hatta bazen birden fazla mısra vardı zihnimde, bu yüzden seçim yapmakta zorlandım. Romanı üç yılda  yazdım, dolayısıyla bu üç yıl boyunca okuduğum şiirlere bir de böyle bir gözle baktım öte yandan. İlk epigraf hariç diğerleri, ilgili bölümlerle mutlaka bir yönüyle ilişkili hatta o bölümü tamamlayıcı bir nitelik taşıyor.

Bundan sonrası için gündeminizde roman mı var, yoksa öykü mü? Neler yazıyorsunuz?

Şimdiden dört beş bin kelime yazdığım bir roman var elimde ama şu sıralar başka işlerin yoğunluğundan pek vakit ayıramıyorum yazmaya. Öykünün bana göre bir tür olmadığını belki biraz geç de olsa keşfettim sanırım. Ama bunlar şu anki düşüncelerim elbette. 

SUAVİ

1972 İstanbul doğumlu. İlk şiiri 1991 ekim ayında Türk Edebiyatı dergisi okur mektupları sayfasında yayınlandı. Pek çok dergide dergi ve gazetede yazı, şiir ve röportajlarıyla yer aldı. Sebepsiz Serçe, Taş Suya Değince, Heves ve Tövbe Gölgeliği isminde dört şiir kitabına, Kırk Gri Hırka ve Dünyanın Çekmeceleri isminde iki hikaye kitabına imza attı. Ayrıca Pierre Karton namı-ı müstearıyla Horkhaymır’dan Alzhaymır’a Türk Aydını isimli bir de mizah kitabı mevcut.

Daha fazla görüntüle
Diğer Yazıları