Menu
FATİH KUTLUBAY İLE SÖYLEŞİ
Söyleşi • FATİH KUTLUBAY İLE SÖYLEŞİ

FATİH KUTLUBAY İLE SÖYLEŞİ

Misak’ın Aynaları” ve “Ben Denizlerden Hangisiyim?” iki öykü kitabıydı. Şimdi romanınız “Günlerin Bin Yıllık Mezarı” yayınlandı. Bunu baştan beri murat ediyor muydunuz? Yoksa yazı sizi romana mı götürdü? Roman yazmak nasıl bir tecrübe oldu sizin için?


Yazmak birilerinin bizden önce daldığı sonra da bize yol göstermek için geri döndüğü uçsuz bir ormana benzetilebilir. Tavsiye için dönenlerin uyarılarına rağmen ormana girenler bir noktada kaybolup kendi yollarını yine kendileri buluyor. Ben de anlatmanın çeşitli yollarını deniyorum. Kriterler, sınırlar hatta isimler üzerinde bile net bir mutabakat bulunmadığını düşününce bu uçsuz ormanda belirli bir edebi türe tutkuyla bağlanmak pek mantıklı gelmiyor. Vakıa bir gün tutkuyla bağlı olduğunuz türün ölüm ilânının ormanın girişine asıldığını görebilirsiniz. Bu yüzden yalnızca öyküde ilerleyeceğim ve başka türde yazmayacağım gibi bir görüşü şiar edinmiyorum. Öte yandan öyküyü basamak yahut roman yazmayı öyküden sonra ulaşılması gereken erek olarak da görmüyorum. Öykü anlatacaklarım için gerekli ve yeterliyken öykü yazıyorum daha fazla yazmam gerektiği noktada uzun türlere yöneliyorum. Günlerin Bin Yıllık Mezarı da sıkışmışlık duygusunun yokladığı, kalıbın dar geldiği, testinin taştığı bir zamanda doğdu. İlkin bir öykü fikri olarak ortaya çıktığını da itiraf edeyim hadi. Öykü için aldığım notlar arasında hâlâ “Endülüslü seyyahla haçlı şövalyesinin öyküsü” diye bir not duruyor. Kısa bir öykü yazma sürecinde yaptığım obur okumalar aklımdaki hikâyeyi fazlasıyla büyütünce hamur da genişleyip yayıldı. Öykünün veya novellanın anlatacaklarım için yetersiz kalacağını hissettim ve romana yöneldim.  


Roman yazmanın bana ne kattığına gelince de farkında olmadan etrafımda cereyan eden şeyleri, hayatıma temas eden kişileri ve olayları, okumalarımda edindiğim bilgi kırıntılarını aktarabileceğim ikinci bir hayat kapısı açtı diyebilirim. Kendiminkine paralel bu hayatla başka bir evren kurdum. Marquez romanın evlilik gibi olduğunu ve her gün tamir edilerek devam etmeye müsait olduğunu söylüyor. Gerçekten de romanla geri dönüşü olmaz sandığım yollarda koca bir kavisle başa dönülebileceğini gördüm. Yazarına ciddi konfor sağlayan bir tür. 


Romanın ismi İsmet Özel’in bir mısraına atıfta bulunuyor.  Niçin bu ismi seçtiniz?


İsmet Özel şiirlerini bazen sırf sözün büyüsünü tatmak için okurum. Sonra şiirlerden birkaç terkip aklımda günlerce dönmeye başlar. Farkında olmadan bunları tekrarlarken bulurum kendimi. Romanı yazdığım süreçte de bir enerji kaynağı olarak zaman zaman İsmet Özel şiirlerine gittim. Kitabın ortalarına doğru özellikle Kahire’deki Karafe Mezarlığı’nı anlattığım, ölüm ve bellek mevzularını irdelediğim bölümlerde dilime Evet İsyan’daki “Güllerin bin yıllık mezarı bendedir.” dizeleri takılmaya başlamıştı. Kendi kendime tekrarlayıp duruyordum bu dört kelimeyi. Sonra bu terkipten zaman vurgusunu ve arada kalmışlığı öne çıkaran bir türetme yaptım ve romanın ismine taşıdım. Fikrini önemsediğim yazar dostlarım da cesaretlendirince İsmet Özel’in Türkçeye kattığı sayısız faydadan küçük bir parça da bana nasip oldu. 


İkinci öykü kitabınız “Ben Denizlerden Hangisiyim?” hakkında Edebistan’da sizinle gerçekleşen söyleşide “Öykülerin çoğunda karakterlerin bir şeylerin ardında olduğu bir kitap bu.” demişsiniz. Aynı cümleyi romanınız için de tekrar etmek mümkün. Neyin peşindeler?

Roman, karakterin kendini gerçekleştirdiği, birey olarak var olduğu popüler tabirle “kendinin en iyi versiyonuna” ulaşmaya çalıştığı bir tür. Romanda seyyah ve Piyer karakterleri kendilerini gerçekleştirmek üzere iki ayrı noktadan yolculuğa çıkıyorlar. İkisi de gerçekten bir şeylerin peşinde. Ancak aralarında bazı farklar var. Mesela Piyer üyesi olduğu Tapınakçı tarikatından uzaklaşarak yalnızlaşır, tekilleşmeye, topluluğundan ayrı bir anlam kazanarak birey olmaya çalışır. Yaptığı batılı insanın bireyselleşerek kendini gerçekleştirmesini anıştırır. Öte yandan seyyah ise yalnızlığın derin bir tefekkür içerebileceği gibi vesveseye ve efkara da gark edebilen bunaltıcılığını insan içine çıkarak, topluma (doğuya) dönerek alt etmeye çalışır. Doğulu insanın cemiyete olan ihtiyacını görürüz bu defa. İki zıt anlayış köle-efendi metaforuyla dizginlenmeye çalışılsa da kitabın sonuna dek birbirlerine gerçek anlamda galebe çalamazlar. 

Romanda gerçek/kurgu dengesini nasıl kurdunuz? O tarihi ve coğrafi detaylar için nasıl bir mesai yaptınız?


Romana gerçek hayattan modeller taşımak kurmaca metin yazma konforunu bir nebze dağıtabiliyor. Otofiksiyonu baz alan yazarlar kurmaca – gerçeklik dengesindeki sorunu kendi hayat düzlemlerinde yaşarlar ve modellenen hayata da oldukça az kişi vâkıf olduğundan metne getirilecek itirazlar sınırlıdır. Ancak tarihi kurmaca kaygan bir zemin. Üstelik tarihsel ve mekânsal hakikatler kamuya açık. Gerçek- kurmaca ayrımına vâkıf olamayan hakkaniyetsiz bir tutumla karşılaşma veya postmodern tekniklerin anlaşılmakta yetersiz kalması ihtimaline binaen tarihi ve mekânsal birtakım hakikatlere riayet gerekiyor. Tarihi figürlere dair kamuoyunda belirli ön kabul olduğundan kurmacanın tüm unsurlarında geçerli olmasa da okuruyla asgari müşterek gerçeklik zemininde buluşması lazım. Daha önce verdiğim bir örnek var: Tarantino’nun Soysuzlar Çetesi filmi, İkinci Dünya Savaşı sürerken Hitler’in Paris’teki bir sinema salonunda suikastle öldürülmesi ile sonuçlanıyor. Tarihi gerçeklikte Hitler Almanya’nın düşmesi üzerine sığınağında intihar ederek öldü, biliyoruz. Fakat Tarantino, gerçeği bükerek filmle başka bir tarih yazıyor. Buraya kadarı kurmaca eserin tarihe yaklaşımı açısından kabul edilebilir. Tarantino, Hitler için arzuladığı sonu hayalinden eserine taşımıştır nihayetinde. Fakat yönetmenin aynı gerçeği bükme eğilimi ile Hitler’i kötü bir insan değil de insancıl ve tonton bir politikacı olarak gösterdiğini düşünelim. Akla pek yatmaz. Kurmaca eser karşısında bazı inançlarımızı ve kabullerimizi askıya alabilirken bazılarını alamayız. 


Roman için yaptığım mesaiye gelince bilhassa sosyal tarih ve coğrafi detaylar için bulunmaz bir nimet olarak dönemin seyahatnameleriyle coğrafya kitaplarını yol gösterici bir rehber olarak kullandım. Orta çağ bu anlamda önceki dönemlere nazaran zengin bir külliyata sahip. Doğu’dan Batı’ya az ama Batı’dan Doğu’ya gerek Endülüs’ten gerek Avrupa içlerinden birçok seyyah gelmiş, gündelik ve siyasi tarihe dair notlar düşmüşler. Kitabın da bir seyyah romanı olduğu düşünüldüğünde uzun süre seyahatnamelerle hemhal olduğum söylenebilir. Malum tarihle coğrafyanın tam kesişiminde yer alan bir tür. Diğer yandan romanın eksenindeki mekanların kurulumunda Mısır’a ve Beyt’ül Cin Adası’nın kurgusal inşasında Maldivler’deki sakin bir adaya yaptığım seyahatler kendini gösterdi. Özellikle atmosferi güçlendirme noktasında imkanlar dâhilinde mekânın bizzat deneyimlenmesini önemsiyorum. 


Yolculuk sadece bu romanda değil öykülerinizde de çok başvurduğunuz bir tema. Biraz roman bağlamındaki “yolculuktan” bahseder misiniz?


Roman bağlamında yolculuk bağımsızlaşmayı, birey olmayı ve kaygılardan arınmayı temsil ediyor. Yolda olduğunuz müddetçe ne mukimsinizdir ne misafir. Bu da bir yere bağlı olmanın getirdiği yükü kaldırır insanın sırtından. Yola çıkan, durağan şimdinin kafesinden kaçar, yük olan geçmişin zincirinden kurtulur. Romanda seyyah ve zaman zaman Piyer için yolda olmak umutla ileri bakmak anlamına geliyor. Yazar olarak karakterlerin yolda olduğu bölümlerde onlar gibi geleceği tahayyül etmeye çalıştım. Düz yolda yürürken biraz sonra içlerinde olacakları mekânı ve zamanı aynı anda görmeye çalıştık. Kızaran ufka birlikte baktık. Birkaç saat sonrasının orada belirmesini bekledik. Çünkü romandaki anlatıcının dediği gibi gibi yol insanın geleceğinden halleri taşır. Her adım an be an geleceğin kucağına atılır insan yürürken. Bunlar yolculuğa çıkanlar olarak hepimizin deneyimlediği bir durum aslında. Raymond Williams söylüyordu “On sekizinci yüzyıla kadar bir insanla özdeşlik kurma güdüsü kaynağını o insanla aynı toplumda yaşama bilincinden alırdı, şimdi her iki insanın da seyahat etmesinden almaya başladı.”


Günlerin Bin Yıllık Mezarı”, dil tutumuyla ve üslubuyla da dikkat çekici bir roman.  Romanın dili ve üslubu da adeta bir roman kahramanı gibi. Ne dersiniz?

Bunu duymak sevindirdi, sağ olun. Yazarken en çok gözettiğim konulardan biri dil tutumuydu zira. Romanın dile yüklediği misyon bıçak sırtı bir yerde. Durulukla yoğunluk arasındaki sınırın hangisi lehine genişleyeceğine yeri geldiğinde metni yazarken karar verebiliyorsunuz. Anlattığınız hikâye zaten girift bir yapıdaysa dilsel denemeler okurda afallama yaratabiliyor. Öykünün birkaç sayfada rafine olarak vereceğini romanda koca bir bölümde tıkanmadan anlatmanız gerek. Bunu yaparken de metnin tamamına yayılan akışın kırılmaması ve okuru hikâyenin bağlamından koparmamanız gerekiyor. Az evvel bahsettiğim gibi kurmaca yazarken dilsel çıkmazlara girmemek ve dahi kamçılanmak için muhakkak şiir okurum. Onun dilde açtığı özgürlük alanının sonucu sanırım romanın bu tutumu. Dilin kıyılarında gezinmek her zaman keyif veriyor. 

“Unutmak ve hatırlamak” romanı anlamak için iki anahtar kavram gibi. Sizin için anlamı ne?


Dünyaya gönderildiği ilk andan beri insanın değişmeyen hakikatleri var. Edebiyat da diğer sanat dalları gibi binlerce yıldır o hakikatler etrafında geziniyor: Yaşam, ölüm, ayrılık, aşk, yoksulluk vesaire. Tabi bakış açısı yıllara göre değişiyor bu gezintide. Ele aldığı dönemde bunama diye geçiştirilecek bir hastalığa bin yıl sonra içinde olduğumuz çağın insanının nazarından bakınca ardında yatanları daha kolay idrak edebiliyorsunuz. Alzheimer hastalığını bilinmediği bir dönemde kadim bir hikâyeye yerleştirme amacım tam da buydu. Ailemde çok fazla Alzheimer öyküsü var maalesef. İki dedem de vefatlarından önce onunla boğuşarak yıllarını geçirdi. Yaşadıkları hayatı unuta unuta, formatlanmış zihinleriyle göçtüler dünyadan. Ölüm korkusunu bir an bile duymadılar hastalık yüzünden. Ölmek mefhumunu dahi unutmuşlardır belki. Bilmiyorum. Gözlerine baktığımda derin suskunluklar içinde buluyordum onları. Kader, vaktiyle dağ gibi başımızda duran o iki adamı, mürşidi bir olan o iki dervişi unutmak paydasında yoldaş kılmıştı son perdede. İki taraftan gelen kanımda bu musibetten bir damla taşıma ihtimali bile ürpertiyor insanı. Günlerin Bin Yıllık Mezarı biraz da o kaygıların ve korkuların itirafı. Roman bu yönüyle de garip bir tür. İnsana birkaç dakika konuşmaktan hatta dile getirmekten dahi korktuğu şeyler üzerine üç yüz otuz altı sayfa yazdırabiliyor. 


Siz aynı zamanda dijital sanatlarla da ilgileniyorsunuz. Zamanımızın ruhunu yansıtan görselliğin diliyle ilgilenmek “yazma” mesainizi nasıl etkiliyor/besliyor?


İlk soruya cevabımda da söylediğim üzere aslında temelde tür fark etmeksizin anlatılacak olanın, hikâye edilecek olanın peşindeyim. Elimde olsa anlatmanın bütün biçimlerinde hikâye etmek isterim. Bunu yapmaya çalıştığım dallardan bir tanesi de dijital sanat. Kolajlar, afişler, kitap kapakları veya kişiye özel davetiyeler hikâye etme işimin uzantısı. Tarz, dönem veya akım anlamında birbiriyle alakası olmayan görsel ögelerle yaptığım kolajları görenler onlarda öykülerimi çağrıştıran bir yan olduğunu ifade ediyorlar. Buna mutlu oluyorum, zira üslubum sayılacak bir stil oluşuyor demek ki. Öte yandan aynılaşmanın, tekrara düşmenin ve üretilen eserin gördüğü ilginin konforunda gevşemenin tehlikeleri de malum. Bu yüzden bir yandan üslubu muhafaza ederken diğer yandan ondan çok ayrışmadan yenilenmenin yollarına bakmak gerek. 


Roman henüz yeni. Yine de soralım. Yazı gündeminizde neler var? 


Romanın evreninden anca kopabiliyorum. Şimdilerde bir novella dosyası çalışmaya başladım. Onun hazırlıklarını bir süre daha sürdüreceğim gibi duruyor. Öykü yazmaya ve yayımlamaya da devam ediyorum, diğer yandan edebiyat ve sanat üzerine yazmayı sürdürüyorum. Onlar da kendi dosyalarını oluşturuyorlar. 

SUAVİ

1972 İstanbul doğumlu. İlk şiiri 1991 ekim ayında Türk Edebiyatı dergisi okur mektupları sayfasında yayınlandı. Pek çok dergide dergi ve gazetede yazı, şiir ve röportajlarıyla yer aldı. Sebepsiz Serçe, Taş Suya Değince, Heves ve Tövbe Gölgeliği isminde dört şiir kitabına, Kırk Gri Hırka ve Dünyanın Çekmeceleri isminde iki hikaye kitabına imza attı. Ayrıca Pierre Karton namı-ı müstearıyla Horkhaymır’dan Alzhaymır’a Türk Aydını isimli bir de mizah kitabı mevcut.

Daha fazla görüntüle