Şiire başlamanızın bir anısı var mı, şiir anılar çoğaltır mı sizde?
Bir anısı yoktur. Şiirle karşılaşmak anısı çok ama. Bütün metin türlerinde ya da sözlü gelenek içinde her şeyin bu kadar net olmadığı, hayrete düşenin bir anlatısı olduğunu küçük yaşlarda dünya ile karşılaştığınızda fark ediyorsunuz ki şiirin orada, o can alıcı noktada, ağzından kan gelirken o keskin tadıyla karşınıza çıkıp size var oluşla ilgili ipuçları verdiğini hissediyorsunuz. Kişiliğinizle de buluşuyorsa yaşadıklarınızı artık bu yangın penceresinden görmekten bir tür gurur duyuyorsunuz ve çılgınca atılıp günü kurtarmaya çalışan zavallılara inat dilin bu pekmez tadına taze sıcak somun ekmeğinizi bandırıyorsunuz. Ümit işkenceyi uzatmak için var gücüyle vazifesini yaparken şiir de bunu kaçırmıyor tabi. Henüz oltaya gelmemiş ama gelecek olan balık yine de karnını doyurur. Tencerede kaynatılmaya başlayan yengeç pişerken başka balığı midesine indirmekle meşguldür. Şiir bu çizgide, bu ince kırmızı hatta büyük anılar çoğaltmakta elbette.
"Taş Beşik", "Minyatür Okuyucuları", "Türkçenin Göklerinde" ve "Dünyanın Rengine Koşu"... Şimdilik kitaplarınız. Her kitabınız için ayrı bir dönemin ürünü diyebilir miyiz? Şiirinizde neler değişti, neler aynı kaldı?
Şu an size saf şiir diye haykırmak isterdim. Bu demek değil ki şiir anlayışları içinde tek tarafım. Şiirin, ne için yazılırsa yazılsın, bir tür inkılap olduğunu düşünüyorum. Ben sanırım ara ara güncel şiirin içine düşsem de çoğunlukla saf şiir çerçevesinde yüzdüğümü söyleyebilirim. Şiir kitaplarım ya art arda vücut buldu ya uzun zaman aralıklarıyla. Bu tamamen benim kişisel meselem. Şiirle birlikte koştuğum süreler ya çok yoğun ya da çok yavaş… Dünya işleriyle şiiri bir arada tutmak benim için çok güç oluyor. Dönemlere ayırmak bu yönüyle mümkün olmaz fakat kitaplarımın çıktığı yıllar Türk şiiri kendi içinde birçok dönem veya kuşak gördü tabi. Kendi içimde yaşadığım dönemlere bakarsak da sizin sorunuzun cevabı olarak “Evet” diyebilirim. Çünkü ilk iki kitap 1. gençlik dönemimin, son iki kitabım ise 2. gençlik dönemimin ürünüdür. Çünkü ben şiirde yaşlılık dönemi olduğunu kabul etmiyorum. Yaşlılık bedenin kendini bırakması ya da salması diyebiliriz. Ruhun bırakması değil. Şiir; çünkü ruhla ilişkilidir, bedenle değil. Geriye dönüp baktığımda şiirlerimde söyleyişte değişim olsa da şiirimde hep ikinci yeni, 1980 şiiri ve günümüz şiiri etkisi gösteren bir üslup oluşturduğumu söyleyebilirim. Ne ikinci yeni etkisini ne 80 şiirini ne günümüz şiirinin etkisinde değilim diyebilirim. Ben hem Türk şiirinin bütün dönemleri etkisinde kalmaktan gurur duyarım. Benimle büyüyen metaforlarım vardı: dünya, güneş, toprak, yeryüzü, taş, sözcük, su, rüya, zaman, varlık… Bunlardan çok azı beni terk eder gibi oldu. Özellikle “pencere” beni terk etmedi çünkü hâlâ oradan ta Aprın Çor Tigin’e, Karacoğlan’a ve Yunus’a kadar bakabiliyorum. “Deniz, köpük, dalga, kaptan, yelken, gemi” beni terk etmedi. Onlarla iç içe koyun koyuna yaşıyorum. Ontolojik meseleler, hayret makamları, hiçlik makamı beni terk etmedi.
Bir söyleşide "Şiirle dünya işlerini ayırmadan şiire geçemiyorum. Şiire geçtiğimde dünya küçülüp kalıyor aşağıda ve ayaklarımın altından çekiliyor arz." diyorsunuz. Şiiri "dünya işlerinden bir iş" olmaktan ayrı tutma sebebiniz ne?
Şiirin aslında yaşadığımız hayattan kopuk, hayallerden veya meçhul bir dünyadan söz ettiğini düşünmüyorum. Tam tersine hayatın temelinde olduğunu düşünüyorum. Sadece şiirin bu noktada çok insanın günlük hayatı kurtarmak bahanesiyle kaçtığı asıl meselelere cesurca daldığı fikrindeyim. Şiir, kendi dışından bir ortak kabul etmediği için, kendi mecrasında hem asıl hem usul yönüyle kurallarını özü itibarıyla oluşturduğu için hatta bu onun varlık sebebi olduğu için bu uyumsuz bu çapraşık bu noksan varlık alemi içinde, mevcudata merhamet edercesine, asıl olana, mükemmeliyete bir ses olmak için var olduğu için böyle düşünmem pek doğal olsa gerek. Çünkü kiraz toplamak dünya işi ama geçerken kirazın dalından bir tane alarak o muhteşem tada düşmek şiirdir. Çünkü ev almak ve ev tutmak dünya işiyken o evin penceresinden yağmura, sokaktan koşan bir çocuğa bakmak şiirdir. Bir peteğin havasını almak işken sımsıcak radyatör panellere sarılmak şiirdir. Dünya işleri sıradan insanların işi değildir, şiir; sıradan, dünya işlerine tamah etmeyen, makam, mal mülk, kariyer, itibar beklentisi olmayan şairlerin işidir. Estetik ruhu keşfetmenin bedelini alelade, dünyaya çivi çakma endişesi olmadan, bir makama ya da kariyere tutunmadan maddi açıdan fakir mana açısından zengin olarak öder şair. İşte o söyleşide demek istediğim buydu. Bir de şiirin içindeyken, sözcükler art arda diziliyken, şiire özgü konular perde perde inerken, su ile köpüğün arasına ipince bir tül çekilirken kalkıp markete gitmek, iki kilo domates alırken yorgun ve bitkin, asık suratlı kasiyer kızları görmek, paranın tahakkümü altına girmek korkusunu yaşamak benim için o acımasız dünya işleridir tabi.
Bir kitabınızın adı "Türkçenin Göklerinde". Köklü bir dilin içinde şair olarak yer almak nasıl bir sorumluluk sizin için?
Sorumluluk hissetmek kişiye göre değişir bence ama köklü bir dilin içinde şair olarak yer almak kaderdir. Bu kaderi en güzel şekilde yaşamaya çalışmak onur verici elbette. Köklü bir dilin içinde var olmak, daha doğmadan kulaç atmak, bir ömrü ona vermek “hayatını verip şiiri almak” zamanın sonsuzluğunu hissetmek, yaşamın her an billur billur kıpırtısını duymak, olup bitenin bilincinde olmanın olgunluğunu sezmek, güçlü bir dilin koynunda boylu boyunca uzanmak, bütün kıtalara ses ve el vermiş büyük Türk şiiri sağanağı altında muhteşem bir koşu içinde kulvarın herhangi bir yerinde nefes nefese, göz kırparak geçmişe, geleceğe ve göğe bakmanın mesut haliyle devam etmenin güzelliği ve büyüsü içinde olmak bir tür sorumluluk benim için. Bir pergelin sabit kalan ucuna rağmen insanı önceleyen diğer ucu kıtalar dolaşıyor Türk şiirinin. Ben doğar doğmaz babam sayesinde Yunus Emre şiirinin göklerindeydim. Bunu söylemeden geçmem büyük haksızlık olur benim için. Ölmeden önce ölmenin, üryan gelip üryan gitmenin, gök ekini biçmenin, dostun evi gönüllerin, kara toprağın bütün katmanlarında Alp Er Tunga’nın kılıç kalkan sesinde o büyük Türk şiiri çağlar durur, bununla uyanırız, bununla rüya görürüz, bununla koşarız, bununla soğuk sulara çarparız göğsümüzü. Bununla var oluruz.
Günümüz şiirinde bir akımın, ekolün baskınlığından ziyade çok farklı şiir anlayışlarının eş zamanlı olarak bir arada devam etmesinden söz edebiliriz. Bu bir parçalanma mı yoksa zenginlik mi? Ne dersiniz?
Asla parçalanma değil, zenginlik tabi. Zaten divan şiirinden sonra dünya daha hızlı değişirken ve kültürler, diller daha çok etkileşim halindeyken Türk şiirinde sadece belli yönelimlerin olması mümkün değil. Ben bizden sonraki kuşağın yazdığı şiirlerden fevkalade memnunum, onları zevkle okuyorum ve onlardan ilham alıyorum. Şiir yazdıran şiir, büyük şiir demektir çünkü. Sosyal medyanın bütün şiir örnekleriyle dolup taştığı, etkileşimin nerede ne zaman ne kadar olduğunun tam kestirilemediği günümüzde yazılan şiir de bu çağın şiiridir. Güçlü Türk şiiri hiçbir sebeple ne ölür ne durur ne geri gider. İstikametini sağlam köklerinden ve dilinden alan Türk şiiri parçalanmaz. Parçalanıyor gibi görünse de her parçasında yeni bir Türk şiiri filizlenir.
Şiirler, şairler hakkında nesirleriniz de var. Onları kitaplaştırmayı düşünüyor musunuz? Nesirle aranız nasıl diye de sormak isterim.
Elbette. Dosya hazır gibi. Ara ara dönüp bakıyorum dosyadaki yazılarıma, düşüncelerim değişmemiş ama hep bir şeyler eklemişim onlara. Zamanın hızlı geçişi baş döndürücü ve ben çoğu zaman bölünüyorum birçok parçaya. Çok yazmak uğruna ne yazdığının fevkinde olmayanlardan kendimi tenzih ederim. Ahmet Haşim’i bilirsiniz. Az sayıda şiirleriyle büyük sesi hiç eksilmemiştir. Fransız sembolist şairlerden ve öz şiir şairlerimizden, toplumcu gerçekçilerden, milliyetçi nidalardan, ikinci yeninin özgürleşmiş şiirinden ve günümüz gençlerinin, kimileri tarafından pervasız görülse de, güncele odaklanan ve güncelin içinden cımbızla çekilen dizelerinden de eklemeler yapmayı düşündüğüm için dosyaya, biraz daha bekleyebilirim diye düşünüyorum.
Nesirle aram iyidir fakat şiirden çıkmam pek mümkün olmuyor. İçimde şiirimi yaşıyorum sanki. Nesir akıl işi biraz şiir ise hem akıl hem kalp işi. Sanırım ikisini de şiirde yakaladığım için böyleyim. Oysa kendimden beklentim öyle değildi ve hala da öyle değil. Şiirle ilgili nesirden ziyade diğer edebi türlerde de kalem oynatmak hep hayalimdir. Ama olması için yapay bir zorlama içinde olmayı doğru bulmuyorum. Doğal akışı içinde oluşsun istiyorum. Tamamıyla yazmaya ayıracağım zamanları ümit ediyorum. Hikâye, roman, senaryo türlerinde yazmak için kıskandığım bir sürü kıymetli yazar ve eser var. Olmasa da Edip Cansever gibi sadece şiirden ölmek de güzel geliyor bana.
Gündeminizde neler var; okura dönük, topluma dönük, kendinize dönük? Okurla bir bağ kurduğunuzu düşünüyor musunuz ya da okurla bir b/ağ kurmak nasıl mümkün sizce?
Gündemimde hep şiir var. Geçmişten kalan şiirlerle geleceğin yazılacak şiirleri arasında kalmış vaziyetteyim. Gençlerin yazdığı şiirlere hayret etmek var gündemimde bir de. Daha önce dediğim gibi hızlı bir değişim içindeyiz ve sizin planlarınızı değiştiren daha büyük bir plancıyla karşı karşıyasınız. Şiirle elimden geldiği kadar iç içe olmaya çalışıyorum hala okumaktan daha fazla yazma makamına geçemedim. Okurla bir bağ kurduğumu düşünüyorum. Daha doğrusu ben yazdım okur benimle bağ kurdu. Okurla bir bağ kurmak yazdıklarından emin olmakla ilişkili. Yazdıklarını yaşarken mi yazdın, yazdıklarınla örtüşen ne var hayatında, neden yazdın, çağ senin yazmanı sağlayacak nasıl bir günah işlemiş olabilir gibi deli sorular bu noktayı işaret eder.
Okunması gereken birçok esere daha kısa bakmak zorunda olmaktan üzülüyorum. Hayat çok kısaymış Türkçe büyükmüş bunu daha iyi anlıyorum.
1972 İstanbul doğumlu. İlk şiiri 1991 ekim ayında Türk Edebiyatı dergisi okur mektupları sayfasında yayınlandı. Pek çok dergide dergi ve gazetede yazı, şiir ve röportajlarıyla yer aldı. Sebepsiz Serçe, Taş Suya Değince, Heves ve Tövbe Gölgeliği isminde dört şiir kitabına, Kırk Gri Hırka ve Dünyanın Çekmeceleri isminde iki hikaye kitabına imza attı. Ayrıca Pierre Karton namı-ı müstearıyla Horkhaymır’dan Alzhaymır’a Türk Aydını isimli bir de mizah kitabı mevcut.