Menu
ERTAN ÖRGEN İLE SÖYLEŞİ
Söyleşi • ERTAN ÖRGEN İLE SÖYLEŞİ

ERTAN ÖRGEN İLE SÖYLEŞİ


"Türk öyküsü bir atılım çizgisinde ilerliyor" diyorsunuz. Nasıl bir atılım çizgisi bu biraz açar mısınız?

Bu tespit, zamanın baskın tercihinin artık öykü türünü dikkate almak durumunda kalışı ve romanın merkez kaybıyla ilişkilidir. Çünkü roman daha da dikkat çekmek için kendisini zorlayıp insan hikâyesini –âmiyâne tabirle- çok numaracı bir biçime soktu. Bunu elbette genel manada söylüyorum, tüm romanlar böyle olmak zorunda değil. Öykü ise kurguyla oynamasına rağmen insanı net bir sahneye bağlıyor. Söz ekonomisi öyküyü öne çıkartıyor edebi açıdan. “Atılım” kelimesi, kendini tekrarlamadığı manasında bir dikkat. Önceki birikim, yenilenme ve arayışlarla bir ilerleyiş. Türk öyküsü 80 sonrası ideolojik ve edebi hesaplaşmasını bir kültürel lehim olarak 2000 sonrasına devretmiştir. Öykü bu grafikte ilerleyişini sürdürüyor ve kalıcılık bahsinde gerek konu gerekse anlatım özelliğiyle dikkati çekiyor. Hatta geriye dönüp usta öykücüler yeniden yeniden okunuyor. 

"Yüzyılın Eşiğinde Öykümüz"de öykülerini esas aldığınız yazarlar, haklarında henüz genel bir kanaat oluşmamış, kanona dahil olmamış yazarlar. Niçin böyle bir riski göze aldınız?

Peşin cevap: eleştirinin vazifesi budur. Niteliği bulunan yazar ve eserlere bir yer açmaktır. Sonrası yazar tarafından geliştirilir veya geliştirilmez. Kanon kavramı ise tekrar tartışılmalı. Bugün kavram, belli dönem siyaseten desteklenmiş eser listesi manasından uzaklaşıp yeni bir algıya doğru gidiyor. Çünkü onun kendi alanında bir etiği, tezi var. Sizin de genellediğiniz üzere ismi bilinenler içeriği öne çıkıyor. O nedenle bugün kanona melez desek olur herhalde. Buradaki eleştirilerimin riski her şeyden önce “güvenli alan”ın dışına çıkmasıdır. Hakkında literatür oluşmamış isim ve eserleri görmek ve göstermek aslında Türk edebiyatının çok canlı ve zengin oluşunu işlemek adına bizim vazifemiz. Eleştiri, birbirini teyit makamından öteye geçmeyen metin analizleri değildir. Ele alınmaya değmeyecek konuları ya da bilineni iri laflarla söylemek de değildir. Ben bugün de güçlü ve geleceğe söz bırakan bir edebiyatımız olduğunu söylemeye çalıştım, geçmişle bağlarını işaret ederek. Korku üzerine yazdığım yazıda tespit ettiğim üzere bunun üzerine acaba yeni kurgular neden gelememiştir gibi sorular da yönelttim.  Bir genel açıklama kabilinden şu notu da düşmek isterim. Kitapta yer alan on bir yazıda yirmi yedi öykücü ve elli beş öykü üzerine tespit ve analizler yer almaktadır. Bunların büyük çoğunluğu 2000 sonrası eser veren yazarlardır.

Parçalanmış görsellik günümüz öyküsü için bir imkân mı bir mecburiyet mi sizce?

Burada artık okur zihninin hazır oluşuna yaslanarak çok belli olan olay halkalarının efektler biçiminde sunulması söz konusudur. Elbette bilgi ve insan ilişkisinin geldiği yer bunu sağlıyor. Artık birçok bilgi ve görüntü okur tarafından daha hızlı alımlanıyor. Görme hızımız arttığı gibi düşünce sıçramalarımız da artmıştır. Parçalanmış görsellik, kopuk ve yarım sahnelerle teknik bir imkân ve aynı zamanda yazarın bilgi ve duygu bahsinde yoğunluğu vermesi için bir mecburiyet. Modernist bilincin sunumundaki aracısız aktarma tekniğinden farkı ise yazarın okurla bir mesafe kurma endişesi bulunmayışıdır. Bu elbette kompozisyonu değiştiren ama bütünlüğü elden bırakmayan bir yaklaşımdır.

21. yüzyıl öyküsünde taşra bir tema olarak sadece bir "nostalji" nesnesi mi sizce?

Maalesef. Sadelik ve saflığı arayış etrafında kuruluyor taşra. Sesler, ağaçlar, güneş aydınlığı metafor düzeyinde sadeliği arayıştır. Bir çeşit çocukluğa dönüş özlemidir. Daha da fazlası, büyük ideallerin merkezde tuzla buz oluşuyla kaybolan hayaletleri aramadır. İşin fantastik boyutuna bakılınca da durum değişmiyor. Taşra yine aynı merkez karşısında doğal olan metafiziği, çirkinliğe bulaşmış şehrin karşısında güzeli, güzçsüzleştirilmiş insan karşısında dayanışmayı ve hatta onun, efsanevi olanla yenilenmesini vb. temsil ediyor. Oysa Cemal Şakar’ın lavanta tarlalarını anlattığı “Köyün Mutlu Hayatı”nda olduğu gibi taşra artık yersiz yurtsuzdur. Şöyle bir soruyla burayı bağlayayım: Taşra nostaljisi bir ahlak arayışıdır ama hayaletlerle mi?

90'larda öykü başta olmak üzere bir kadın yazar patlaması tartışılırdı. Şimdi bir normalleşme gerçekleşti mi sizce? 

Sözünü ettiğiniz yıllarda kadın öykücülerin oranının yüzde otuz civarında olduğu tespit edilmişti. Hatta örneklem daraltıldığında bunun yüzde elliye ulaştığı söyleniyordu. Günümüzde dediğiniz üzere bir normalleşme var. Önceki kitabımda “Kadın Öykücülerin Dili” adında bir yazı yazmıştım. Onların artık kendi üsluplarını bulduğu, kendi konuları üzerinde derinleştiği üzerinde durmuştum. Bugün daha cesur ve üretkenler. Bu kitaptaki “Şiddetin Birikiminde Kadın Öykücü” yazısı bir açıdan bunu gösterir. Yazıda sorduğum sorudan yola çıkarak söylersem önerilerinin dış dünyayı özgürleştirdiği açıktır. Ancak içeride örtük bir isyan var ve bu durum sosyolojik manada normal. 

Korku, fantastik gibi daha ikinci planda görülen, ana akımda varlıkları yeni yeni fark edilmeye başlanan türler hakkında yazılarınız var. Daha çok tercüme bir literatür var bu türlerde. Yerli korku ve fantastik öyküler için neler söylemek istersiniz?

Fantastik, Aykut Ertuğrul’un yazdığı öykülerde orijinal bir yere sahip. Yani yabancı dizilerden fırlayıp gelen bir şey değil. Yerli bir içerik ve güncel dünya içerisinde başarılı. Özellikle rüya, sufizm bunu net biçimde sağlıyor. Başka bir örnekle söylersem yabancı gerilim filmlerindeki fantastiğin, örneğin cadı veya şeytani olanın yazılması doğrudan taklit gibi duruyor. Burası çağın yönlendirmesi itibarıyla sevimsiz. Çünkü dayatılan kültürel görüntüye doğrudan teslim olmak gibi. Benzer durum korku türü için de geçerli. Bizde henüz derinleşmiş ve yenilenmiş esaslı korku metinleri az. Onun yürüyeceği yolun hizası, ortaya çıkacak metinlerin tartışılması ile daha anlamlı olacaktır. Mevcut metinler ürküntü duygusunu başarıyla veriyor ve arkasındaki alternatif dünyayı bir ahlak sorgulamasına sokuyor. En azından kalkış noktasına, zemine bakarak bir tahmin olması açısından bu türün politik bir yön yakalayacağını düşünüyorum. Bizde bu kurguların literatürü dediğiniz gibi tercüme. Ancak benim ilgili yazıda vurguladığım üzere incelenen öykülerin arka planlarındaki masal ve efsane atmosferi, en başta değindiğim Türk öyküsünün arayış ve ilerlemesi bakımından değerli.  

Bugünlerde neler yazıyorsunuz? Gündeminizde neler var?

Daha önceki söyleşimizde sözünü ettiğim iki çalışma umduğumdan daha yavaş yürüyor. Bunun ötesinde bir şiir kitabı çıkabilir. Bir de edebiyat uyarlaması filmler üzerine -çokça yazılmasına karşın- kendi gördüğüm kadarını yazmayı hedefliyorum. Aylak Okumalar yazılarına devam ediyoruz. Şimdilik böyle. 


SUAVİ

1972 İstanbul doğumlu. İlk şiiri 1991 ekim ayında Türk Edebiyatı dergisi okur mektupları sayfasında yayınlandı. Pek çok dergide dergi ve gazetede yazı, şiir ve röportajlarıyla yer aldı. Sebepsiz Serçe, Taş Suya Değince, Heves ve Tövbe Gölgeliği isminde dört şiir kitabına, Kırk Gri Hırka ve Dünyanın Çekmeceleri isminde iki hikaye kitabına imza attı. Ayrıca Pierre Karton namı-ı müstearıyla Horkhaymır’dan Alzhaymır’a Türk Aydını isimli bir de mizah kitabı mevcut.

Daha fazla görüntüle