Menu
Ahmet Dağ ile  Söyleşi
Söyleşi • Ahmet Dağ ile Söyleşi

Ahmet Dağ ile Söyleşi

Öncelikle bir konu olarak "transhümanizm" nasıl gündeminize geldi? Niçin bu konuda çalışmaya gerek gördünüz?

Ben, felsefenin sadece akademik bir uzmanlaşma alanı değil aynı zamanda mizaçla ilgili bir meşguliyet olduğunu düşünüyorum. Zira felsefe tercihim de, mizacım ile ilgili bir tercih olmuştu. Gerek lisans yıllarındaki okumalarımı gerekse lisansüstü çalışmalarımı mizacım yönlendirdi diyebilirim. Lisans yıllarında aykırı fikirleri, aykırı konuları okumak benim için son derece ilgi çekici bir durumdu. Yüksek lisans tez konum Baudrillard ve doktora tez konum olan Hume, iki aykırı filozof tipiydi. Zira ikisi de çağını aşan şeyler söyleyen kişilerdi. 

Baudrillard okumalarım, transhümanizme beni yönlendiren bir etken oldu.  Peki Baudrillard, neden böyle bir konuya yönlendirdi? Öncelikle “simülasyon dünyasına girdiğimize” dair ifadeleri bununla birlikte arkasından sibernetik devrimin geleceğine dair işarette bulunması önemli etkendi. Diğer bir etken; Batı düşüncesinin ilerlemeci ruhunun burada kalmayacağını, devam edeceğini ve bunun bir kontrol mekanizmasının da olmadığını söylemesidir. Baudrillard benim için bir işaret fişeğiydi. Ayrıca bir filozof veya felsefecinin, çağının durumunu veya ruhunu kavramakla mükellef olduğunu düşünüyorum. 

İlk olarak 8 yıl önce çalışmaya başladığım transhümanizm, hem çağın hem de insanın durumuna ilişkin süreci en iyi tanımlayan bir akımdı. O yıllarda Türkiye’de bu konunun hiç çalışılmamış olmaması da bu konuyu çalışmamın diğer nedeniydi. Ayrıca ben, interdisipliner okuma ve çalışmanın önemli olduğunu düşünen bir felsefeciyim. Nano-teknoloji, Biyoteknoloji, Enformasyon Teknolojisi ve Bilişsel Bilim gibi bilim ve teknolojilere dayanan Transhümanizm, başta felsefe olmak üzere sosyal, tıp ve mühendislik bilimleriyle ilgili bir alan. Transhümanizmin diğer disiplinlerle olan ilişkisi, transhümanizm konusunu çalışmamın diğer bir nedeni diyebilirim.  

En yeni kitabınız "İnsanın Düşüşü". Kadim metinler "cenneten iniş" diye tarif eder dünyadaki var oluşu. Sizin "insanın düşüşü" derken kastınız da bambaşka ve güncel bir olay. İnsan nereden ve niçin düştü?

Doğrudan alakalı diyebilirim. Zira transhümanizm üzerine yazmış olduğum “Hümanizmin Radikalleşmesi Olarak Transhümanizm” adlı ilk makalede “İnsanoğlu, transhümanizmle bir kez daha “yasak elmayı” yiyip başını “belaya” sokma teşebbüsüne girmiş gibi görünüyor. Transhümanizmin en büyük katalizörü ise Yapay zekâ çalışmaları olacak gibi görünüyor. Şimdilerde insan, Âdem ile Havva’nın yasak meyve karşısındaki havf ve reca duygusunu transhümanizm sürecine karşı sürdürmektedir.” diye yazmıştım. Nasıl ki “yasak elma”, insanın cennetten çıkarılışına neden olup dünyaya “düşüşüne” neden olduysa başta yapay zekâ olmak üzere hiper-teknolojiler, insanın ikinci düşüşüne neden olabilir.” İlk düşüş; insanın cennetten olan kopuşuna mal olmuştu. İkinci düşüş ise semavi olandan kopuşu meydana getirmektedir. Hem kendinden hem de semavi (Tanrısal veya kutsal) olandan kopuş yaşayan insan, dijital veya sanal dünyayı yaşayarak gerçek hayattan kopuşu yaşıyor. İnsan, kendisini diğer varlıklardan ayıran benlik ve kimliğini oluşturan kendi zekasından (aklından) ümidi kesip makine zekasına ümit bağlayarak veya makineye bağlanarak (insan-makine bileşimi olan tekillik) kendinden ayrı düşmektedir. Kitap adı itibariyle insanın kültüründen, hafızasından ve manadan kopan insanın kendinden, hayatından ve semavi olandan kopuşu arza çakılışını ve nasıl arızi/eğreti hâline geldiğini ele alıyor. Bir nevi benlik, kimlik, hayat ve varoluştan koğuşun izini sürmeye çalıştım. 

 Dijital Çağda insanın konumu, Platon'un mağara istiaresinin postmodern bir versiyonu gibi. Benzetmeyi sürdürürsek Platon, mağara istiaresinde zincirlerinden kurtulan ve hakikat güneşi ile karşılaşıp geri dönen ancak cidddiye alınmayan bir kişiyi anlatır. Dijital mağara Platonik mağaradan ne kadar farklı?

Platon, televizyonun icadına şahitlik yapmadığı gibi artırılmış gerçeklik teknolojisine de şahit olunduğu çağları yaşamadı. O, böylesi teknoloji ve uygulamalarına şahit olmadan gölge, ışık, mağara, dekor ve oyuncular üzerinden bize sanalın neliğinden bahseden bir filozoftu. Gerçeğe bedensel duyular ile değil akıl ile erişebileceğini savunan Platon’a göre kalıcı, evrensel ideaların bilgisine sahip olamayıp geçip giden görüngülerle ilgilenen kişiler bilimsel bilgiden yoksun olanlar filozof olamayanlardır. Baudrillard’ın -insanların inşa ettiği sanal dünyalar- Disneyland, Beaubourg gibi mekân çözümlemeleri, Platon’un mağara benzetmesini andırır. Bu mekânlar, bir anlamda insanların gerçeklikten koparak gölgelerle yaşadıkları Platon mağarası gibidir. Sanallaşmayı oluşturan bu mekânların olduğu dünya, Platon’un mağarasının genişletilmiş bir biçimine benzeyen bir oyuk halini almıştır. 

Platon’un insanlığı çıkarmaya çalıştığı mağaraya (yanılgılar ve taklitçeler âlemine) geri davet edilmekteyiz. Platon’un mağarasında yaşanılanlar veya yapılanlar, gerçeklik değil gerçekliğin projelendirilmiş gölgeleridir. Eğer internet, platonik bir mağaraysa dijital alem bu mağaranın daha büyük bir aşamasıdır. Bu büyük mağarada, manipülasyon ve dezenformasyon kapasitesinin daha da artması söz konusu olacak. Sosyal Medya’nın veya Web 2.0’ın şu anki hâli olan “kişinin kendini benzer düşüncelere kilitleyip başkalarını reddettiği yankı odaları” olma durumu bireyler için daha çok söz konusu olacaktır. Eğer sanalın veya dijitalin dünyasına tanıklık yapan ve bu tanıklığı ifşa eden birine veya birilerine rastlarsak şanslıyız diyebiliriz. 

Aynı benzetmeden devam edersek Yapay Zekâ, dijital mağaranın zincirleri olabilir mi? 

Baudrillard’ın ifade ettiği “kendi aklından ümidini kesip ümidini YZ’ya” bağlayan in-sanı, kolaylıklar yanında ciddi zorluklar da beklemektedir. İnsanın, kendi zekâsından ümidini kesmesi YZ’lı uygulamalarla örülü bir hayat inşa etmeye çalışması gözetlenen ve kapatılan insanın daha da dışlanmasına yol açabilir. Çünkü onun yerine ameliyat yapan, hukukî karar veren, randevu alan hatta bir fut- bol maçında düdük çalacak YZ’ya dayanan bir varlık türü inşa etme çabası insanı gereksizleştirme çabaları olarak okunabilir. İnsan zihni ile YZ’lı bilgi- sayarları/makineler birleştirmesi, gerçeklik dünyasında hem yeni varlık olan insansı robotların hem de bilinci makineyle birleşmiş olan adeta yeni bir varlık türü olan insanların olduğu farklı ve tuhaf bir dünya olacak görünüyor. 

Gözetleme, veri toplama vb. eylemselliklerin gerçekleştirmeyi daha hızlandıracak bir siber-teknoloji türü olan YZ uygulamalarına bel bağlamak, insanın kendini hayatın dışarısına çıkarması anlamına gelir. Hiper-modern insan, kendisinin dışında var ettiği ikinci zeki varlıkla/YZ dünyanın daha güzel olacağına dair yersiz bir inancı taşımaktadır. Ürettiği YZ’ya ümit bağlaması insanın hem epistemolojik olarak hem de ontolojik iflasını ortaya koyan en büyük göstergelerden biridir. Yani eskilerin ifadesiyle ilmel yakin ve aynel yakin olmaktan uzaktır. Düşünüşü, yüzü, sesi ve bedeniyle benlik olarak diğer varlıklardan ayrılan, YZ ile kendi zihnine benzeyen YZ’lar yapan insan varoluşu başka bir düzleme taşımıştır. Kendinin yerine kendine benzeyen bedenler/ avatar, kendine benzeyen sesler (Siri vs.) üreterek, aslında yaptığı şey, kendini hem zihnî, hem de şahsiyet olarak değersizleştirmektir. Tüm bunlar yetmediği gibi zihnini makineye bağlayarak makine esaretine girmeye cesaret edecek kadar gözünü karartmış eşiğe geldi insanlar. Yapay zekâya çok bel bağlamak, insanın kendini zincire veya zincirlere vurmasıdır bir anlamda.  

Transhümanizm, bir yeni insan projesi mi? Yeni insanın bildiğimiz "insandan" farkı ne olacak?

Transhümanizm, kendini hem yeni bir hümanizm hem yeni bir insan tasavvuru olarak tanımlıyor. Hümanizmden çok farklı olan transhümanizmin insan tasavvuru da çok farklı. Zira ilk hümanizmin ve Aydınlanma’nın, insanı hurafenin zincirlerinden kurtardığı iddia ediliyordu. Şimdilerde posthümanizmin insanı ona yüklenen gereksiz yükten (üstünlükten), transhümanizmin ise insanı biyolojik zincirlerinden kurtaracağı iddia edilmektedir. Ölümsüzlüğü aşmanın bir aracı olan tekillik dışında gen sağaltma ve epigenetik çalışmalarla güçlendirilmeye çalışılan insan tasavvuru, Tanrı tarafından sınırlandırılmış “sorumlu” insan gerçekliğine son verme amacını da taşımaktadır. Nitekim yeni teknolojilerin kadim tanrıları öldüreceğini yeni tanrıları doğuracağını iddia eden Harari’nin ifade ettiği Homo Deus’a dönecek olan insan, teknolojik imkânları kullanarak önce kendini aşıp sonra da tasarımcısı veya yaratıcısı olarak görülen Tanrı’yı aşacak insandır. Zihinsel olarak daha güçlü, daha uzun ömürlü daha sağlıklı bir insan tasavvuru söz konusu. Transhümanizm bilindik veya mevcut insana dair algımızın ve konumlandırmalarımızı unutmamız gerektiğini iddia ediyor. 

Eskiden "ütopyalar" vardı. Post modern zamanların genel eğilimi ise distopik eserler oldu. Bütün bu endişe verici tablo mutlak bir kaçınılmazlık mı? Gerçeklik tamamen yitti mi? Matrix'ten çıkış yok mu?

Yeni teknolojiler, hem makine çağından hem de modern dönemin siyaset ve toplum nazariyelerinden daha çok disütopyaya açık ve müsait. Zira yeni teknolojiler, pandoranın kutusu gibi içinden her an her şey çıkabilir. Söz konusu ortaya çıkacak olan şeylerin hayata ve insana dair tehdit ve tehlike oluşturacak şeyler olması daha muhtemel. Ayrıca öncesinde yazılan bilim kurgu romanları ve bilim kurgu filmleri oldukça fazla ve disütopik içeriğe sahipti. Ben korkulacak çok şey olduğunu düşünmüyorum. Yapay zeka gibi yeni teknolojilere ve transhümanizm gibi akımlara karşı “korkunç”, “şeytani”, “deccalist” edasında yaklaşmayı doğru bulmuyorum. Endişeli ve tedirgin olmak doğal ve olunması gereken bir yaklaşım. Zira tedirgin ve endişe sahibi olmak, bizi ölçüsüzlükten koruyacak bit tutumdur. 

Gerçekliğin buharlaştığına şahitlik ettiğimiz bir çağı yaşıyoruz. Algının olgu hâline getirildiği sanal âlemde taklitçelerin sayısı arttıkça “hakikat-lerin” alanı da daralmaktadır. Oysa hakikatin yitimi, insanın yitimine yol açmaktadır.  Kendini dinleme ve sükûnete bürünme halini gerçekleştiremeyecek hâle getirilen insanın dramını hızlandıran sanallık, insanı hem kendinden hem de “hakikatten” uzaklaştırmaktadır. Sanallığın yol açtığı hakikatten uzaklaşılması neticesinde tutulma yaşamış insan duygusu da aklı da “hakikatin” nasıl bir şey olduğunu unutabilir. Bu unutma birinci unutuştan daha telafisi olmayan daha yıkıcı bir durumu getirebilir. “İlk unutuş” alternatif bir dünyada onu var kılarken “ikinci unutuş” neticesinde alternatif olan dünyasını da tahrip eden neticeler doğurabilir.

Matrix’ten tabii ki bir çıkış veya kurtuluş var. Arkada bıraktığımız en kalıcı mirasımızın yaptığımız paylaşımlarımız ve yorumlarımız olduğunun farkında olarak düşünmeden uzak klavye reflekslerine kendimizi kaptırmamalıyız. Nihayetinde gözleyen olma durumundan daha çok gözlenen veya gözetime tabi tutulan bir dijital mahkûm olma potansiyeli taşıdığımızı aklımızdan çıkarmamalıyız. Sanal düzlemde yaşamak veya kendi yankı odamızda gürültülere boğulmak yerine gerçek hayatı ve dünyayı ıskalamadan kır, dağ, bayır, bağ, bahçe içinde olmalıyız ki arz ve semayla dolayısıyla fanilik ve ebedilik düzlemde seyreden bir varlık olduğumuzu unutmayalım yeter.

SUAVİ

1972 İstanbul doğumlu. İlk şiiri 1991 ekim ayında Türk Edebiyatı dergisi okur mektupları sayfasında yayınlandı. Pek çok dergide dergi ve gazetede yazı, şiir ve röportajlarıyla yer aldı. Sebepsiz Serçe, Taş Suya Değince, Heves ve Tövbe Gölgeliği isminde dört şiir kitabına, Kırk Gri Hırka ve Dünyanın Çekmeceleri isminde iki hikaye kitabına imza attı. Ayrıca Pierre Karton namı-ı müstearıyla Horkhaymır’dan Alzhaymır’a Türk Aydını isimli bir de mizah kitabı mevcut.

Daha fazla görüntüle