Hikâye kitapların yayınlandı. “Biz De Boş Adam Değiliz” ise bir novella. Bu kitabın novella olması romana giden yolda bir ara durak olmasından mı kaynaklanıyor? Yoksa anlatı ancak novella olarak mı tasarlanabilirdi ve kendini böyle mi yazdırdı?
Bundan beş sene önce kendi içimde öyküye büyük bir sadakat duyuyordum. Her ay birkaç dergide öyküler yayımlamaya devam edeceğimi sanıyor, bu hızla gidersem her sene bir öykü kitabı çıkaracağımın hayallerini kuruyordum. Tabi kazın ayağı öyle olmadı. Kimsenin Atlamadığı Balkonlar’da yer alan öyküleri yazarken ve peyderpey dergilerde yayımlarken bunun böyle olmayacağını az çok hissetmiştim diyebilirim. Çünkü öykü yazma periyodum gittikçe uzuyor, daha çok okuyor ve gittikçe daha az yazıyordum.
Şimdilerde ise yazarlık hayatımı Kimsenin Atlamadığı Balkonlar’dan önce (KABÖ) ve sonra (KABS) olarak ikiye ayırıyor, öykü türünün biraz da insanın kendi içindeki enerjiyle ve dolayısıyla yaşla da alakalı olduğunu düşünüyorum. Bütün yazarlık hayatını öykü türüne hasreden isimlere hayretle hayranlık besliyorum. O sürekli ve sık yazma enerjisini devam ettirebilmelerini takdir etmekten başka bir şey gelmiyor elimden. Maalesef sevgili okur, ben elendim. ☺
Yazarlık yolculuğumda daha önce yapabildiğimi tekrar yapmayı değil de her seferinde yeni bir şeyler yapmayı tercih ediyorum. Yapabildiklerim benim için geride kalmış bir basamak olarak yerinde duruyor ve ben her zaman yeniye, başkaya ve kendi içimde bir meydan okumaya doğru yol alıyorum. Bu, ille de böyle yapmalıyım diye çıktığım bir yol değil, sadece içimden böyle geliyor ve kendimi durduramıyorum. Sadece tür için söylemiyorum bunu, içerik, teknik ve biçim için de geçerli. Aynı türde öyküler yazmış bir yazarın yeni kitabını okumuyorum misal. Çekmiyor beni.
Biz De Boş Adam Değiliz’i en başından beri bu hacimde bir novella olarak tasarladım. Hatta yirmi-yirmi beş bin civarı bir kelime sayısına sahip olabileceğini bile düşünmüştüm.(kitap yirmi dört bin kelime oldu) Yazmaya başlamadan önce hangi bölümde ne anlatacağım en ince ayrıntısına kadar belliydi. Bu anlamda gayet analitik bir çalışma düzenine sahip olduğumu söyleyebilirim. Sağa doğru gittikçe dallanıp budaklanan bir excell dosyam vardı, bütün notlarımı oraya almıştım. Hangi karakterin nerede ne söyleyeceğine kadar santim santim planlamıştım. Bir tek son sahne tam belli değildi. Ana hatlarıyla iki hikâyeyi sahnede birleştireceğimi biliyordum ama bunun ne şekilde olacağına akışta karar verdim.
Novella benim için romana giden yolda bir ara durak mı olacak bunu ben de bilmiyorum. Bu anlamda bir yazar olarak novellayı sevdiğimi söyleyebilirim. İçinde bulunduğumuz zaman birçok şeyi değiştirdiği gibi okurluğu da değiştiriyor. Malum milyonlarca insan, belli karakter sayısında metinleri okumaya, sadece bir parmak hareketi ile değişen kısa gülünç videoları izlemeye alıştırıldık. Kimi okurlara göre öyle eskisi gibi tuğla kalınlığındaki romanları okumak artık mümkün değil. Bundan sonra yolun beni romana götürüp götürmeyeceğinden emin değilim ama öyküye götürmeyeceği kesin gibi.
“Biz De Boş Adam Değiliz” de bahsedilen ada aslında ada değil. Bir nehrin diğer kolu kaybolan deltasının bir parçası. Ada olmayan ada için kurulan dernek de aslında dernek değil. Bir kariyer basamağı. Nasıl bir gol kokusu aldın bu metni yazarken?
Modernizm her şeyi temsil etme iddiasıyla ortaya çıkarken herkesi peşine takmış fakat bir zaman sonra bir temsil krizi ile karşı karşıya kalmıştı. Her şeyi temsil ettiğini iddia eden kısa sürede her şeye tahakküm etmeye çalışan bir heyulaya dönüşebiliyordu çünkü. Bir şeye adını koyanın onun hakkında her türlü tasarruf yetkisini elinde bulundurması düşüncesi hala günümüzde de geçerliliğini koruyan bir vehim olmaktan öte ad koyanın elinde bir maşa olarak her zaman kullanılıyor.
Dediğiniz gibi Biz De Boş Adam Değiliz’de herkes bir temsiliyetin ardına saklanmış karakter portresi çiziyor. Temsil iddiası modernizmde krize sebep olduğu gibi bireyler arasında da bir maşaya dönüşüyor. Kimse gerçekten birileri için, birilerinin adına bir yerlerde bulunmuyor da toplum içindeki katmanlar arasında o kimselerin kalabalığından kendine güç devşiriyor.
Kitapta oyun içinde oyun ve hatta onun içinde de başka bir oyun kuruluyor. Bu katmanları nasıl tasarladın? Niçin Don Kişot uyarlaması bir de?
Daha yazacağım hiçbir şey belli değilken bile birden fazla katmanı olan bir metin yazmak istediğimi biliyordum. Katmanlı metinleri okumayı, bu tür filmleri izlemeyi ve okurken/izlerken o katmanların arasında dolaşmayı seviyorum. Beşir Ayvazoğlu’nun Ateş Denizi ile Murat Gülsoy’ın Gölgeler ve Hayaller Şehri’ni okurken büyük bir keyif aldığımı hatırlıyorum. Biz De Boş Adam Değiliz’de de istedim ki okur birkaç katman arasında gidip gelsin, her birinden bir başka anlam bulsun.
Don Kişot meselesine gelince.. Malum Don Kişot modern anlamda ilk bireysel roman olarak kabul edilirken bünyesinde birçok postmodernist özellikler de taşıyan bir roman. İnsanlığın zihin dünyasına “izm”lerle hatlar çizmeye çalışanları bir anlamda çelişkiye düşüren birtakım özelliklere sahip bir kitabın, Biz De Boş Adam Değiliz’in dünyasında kendisini sanatın temsilcisi olarak gören bir karakter tarafından ele alınıp ona, “kendince” bir takım “yeni” parodik dokunuşlar yapılmasının metnin ruhuna çok uygun düşeceğini kurgulayarak kimi noktalarda ana hikayedeki iki karakterle paralellik oluşturup novellaya ayrı bir katman teşkil etmesini planladığımı söyleyebilirim.
Lagos Egri Piyes Yazma Sanatı’nda “Ciddi bir yazarın nişanelerinden biri hem okuru ikna eden hem de ilginç bir şekilde kendisine özgü bir dünya yaratabilme yeteneğidir.” diyor. Biz De Boş Adam Değiliz’de böyle bir dünya kurmak istedim. Okurun bu dünyada/oyunda bana eşlik etmesini bekliyorum.
“Taşra” kitabın önemli temalarından biri. Taşradaki iktidar ilişkileri kitabın omurgasını oluşturuyor. Kitabın adındaki iddia bile bu temanın bir parçası. Nasıl ve niçin seçtin bu temayı?
Günümüz dünyası içinde bir birey olarak var olma savaşı verirken birçok bireysel ve toplumsal sorunla karşılaşıyoruz. Birey olarak bundan kurtulmak mümkün olmadığı gibi hayatta kalabilmek için bunlarla yaşamanın bir türlü yolunu bulabilmek gerektiğini, yine hayat bizlere zamanla öğretiyor. Bireyin bir yazar olarak bundan nasibini almamasının mümkün olmadığını düşünüyorum.
Taşra ve merkez ayrımının gittikçe kaybolduğunun konuşulduğu zamanımızda bireylerin içlerindeki taşra ve merkez ayrımının dış dünyadaki ayrımlardan daha keskin olduğunu yaşayarak görüyoruz. Dışımızdaki hayat her ne kadar hızlanıyor ve keskinliklerimizi bir bir yuvarlatıyorsa da içimizdeki saat aynı hızla akmıyor ve keskinliklerimizi muhafaza etmeye devam ediyoruz. Kişi, varlığını merkezde bile kursa içinde büyük bir taşra taşıması söz konusu olabiliyor. Hal böyle olunca “Biz de boş adam değiliz!” ünlemesini sadece taşrada değil kendini tam olarak var edememiş her ağızdan duyabiliyorsunuz. Modern ve sonrasında ne taşranın ne merkezin ne kendini yetiştirmenin ne de bir şeye talip olmanın bir önemi vardır; hayatı şekillendiren, sadece ilişki, ilişkinin her türlüsü ve yalnızca “network”tür.
Novellada bir egolar karnavalı var adeta. İçinde yaşadığımız hayatta da bu karnavalın benzerlerini görüyoruz. Bu karnavalı nasıl inşa ettin?
Gün içinde hayatın akışındayken yazar alıcılarımın her zaman açık olduğunu söyleyebilirim. Özellikle zihnimde çerçevesini kurduğum bir metin varsa yaşadığım, duyduğum, şahit olduğum her şeyi bu metnin eleğinden geçiririm. Metnin dilini üslup ve teknik oluşturuyorsa da metni okunur kılanın hayatın kendisine yakınlık olduğunu düşünüyorum. Bunu yakalamanın yolu alıcıların her an açık olmasıyla beraber yakaladıklarını-bilerek belli etmeyi tercih etmiyorsam- dikiş izlerinin belli olmayacak şekilde metne eklemleyebilmekten geçiyor. Dolayısıyla novelladaki egolar karnavalı sizin de dediğiniz gibi hayatın içinde bizzat zaten var. Bana da onu yakalamak ve inşanın bir parçası yapmak düşüyor.
Gerçek hayatta da karşılığı olan Oğuz Atay’ın “Tahta At” öyküsünü, Refik Halit Karay’ın “Şeftali Bahçeleri”ni uzaktan uzağa çağrıştıran tarafları olan bir hikâyesi var novellanın. Bu uzak akrabalıklar için ne demek istersin?
Refik Halid’i, en az Oğuz Atay kadar sever ve hem bir okur hem de bir yazar olarak çok önemserim. Ne yazık ki günümüzde belli başlı “instayazar” ve “yazarfluencer”ların dışında kalan isimler biraz unutulmaya yüz tutuyor. Hâlbuki her zaman söylerim, bir yazar adayını pekala terbiye edebilecek her şey mevcuttur Refik Halid’te.
Şeftali Bahçeleri, okuduğum günlerde beni epey etkileyen bir hikâye olmuştu. Dili ve atmosferinin dışında taşrayı ve kurumların içinde bulunduğu durumu başarıyla yansıtan ve okuru içine alabilen bir yanı olduğunu hatırlıyorum. Bu anlamda Biz De Boş Adam Değiliz’in sadece bu metinlerle değil başkaca metinlerle uzak/yakın akrabalıklara açık bir kitap olduğunu düşünüyorum. Kitabın girişine birer paragraflarını epigraf aldığım üç kitabı da bu akrabalığa dâhil edebilirim.
Kitap çok yeni. Yine de soralım. Tezgâhta neler var?
Biz De Boş Adam Değiliz’den önce “kendi evini inşa eden bir karakter”in hikayesini anlatma niyetim vardı. Bunun için gerek mimari gerekse felsefi alt yapı oluşturması açısından birçok okuma da yapmıştım, hala da devam ediyorum fakat öncelik nasibi, Biz De Boş Adam Değiliz’inmiş. Bundan sonra niyetim yine bu “kendi evini inşa eden karakter”in hikâyesini yazmak ama nasip olacak nedir, onu bilmiyorum tabii ki. Araya girip ön alan başka bir şey olmazsa böyle bir şey yazmak istiyorum.
1972 İstanbul doğumlu. İlk şiiri 1991 ekim ayında Türk Edebiyatı dergisi okur mektupları sayfasında yayınlandı. Pek çok dergide dergi ve gazetede yazı, şiir ve röportajlarıyla yer aldı. Sebepsiz Serçe, Taş Suya Değince, Heves ve Tövbe Gölgeliği isminde dört şiir kitabına, Kırk Gri Hırka ve Dünyanın Çekmeceleri isminde iki hikaye kitabına imza attı. Ayrıca Pierre Karton namı-ı müstearıyla Horkhaymır’dan Alzhaymır’a Türk Aydını isimli bir de mizah kitabı mevcut.