Somut şiirdeki deformatif özelliklerin kazanımları, tüm edebiyata, diğer türlere yayılabilen bir zihniyet yenilenmesi sağlayabilir mi?
Somut şiir, dilin somut, yani maddesel yanını öne çıkarttığı, yani sözcükleri seslere veya harflere dağıttığı için böyle olmayan bir şiire göre daha deformatif bir görünüm arz ediyor ama bu böyle olmak zorunda değil. Heimrad Bäcker örneğine baktığımızda somut şiirin tam tersine klişeleri çözücü yanıyla daha önce gerçekleştirilmiş ve klişe halini almış deformasyonu ortadan kaldırıcı bir işlev içinde de olabildiği görülüyor. Ama daha ileri gidilerek deformatif nitelikler içermeyen modern bir şiirin zaten oluşturulamayacağı da söylenebilir. Ancak somut şiir, belli dilsel ve edebi kullanımlara karşı çıkışı ile en az tüm diğer akımlar kadar deformatif tabii ki.
Somut şiirin kazanımlarının tüm edebiyata yayılmasından önce dilin kendisine yayıldığını görülüyor. Somut kullanım içermeyen bir reklama rastlamak zor hale geldi, büyük insan kitlelerinin bulunduğu havaalanı, gar gibi yerlerde kullanılan işaret dili (gate/peron levhaları, tarifeler vs.) hep somut şiirin türevleri. Gündelik yaşamda, zaman kısıtının olduğu yerlerde bu tür kullanımlar yaygınlaşıyor. Dolayısıyla denilebilir ki, Eugen Gomringer’in, somut şiirin gittikçe rasyonelleşen bir dünyaya uygun bir kullanım olduğu öngörüsü tutmuş görünüyor. Türkiye’de ise kendi edebiyat geleneğine dair öyle “koruyucu” ve kendini dışarıdan gelecek etkilere karşı sürekli uyararak “kendi” kalmaya çabalayan bir tutum vardı ki, şiir bu gelişimleri genelde sadece seyretmekle yetinmek zorunda kaldı. Gerçeklik denen ele avuca sığmaz kurgu sürekli bir optimizasyonu gerekli kılıyor ve biz bu konudaki dilsel esnekliğimizi arttıracak her bilinçli deformasyona müteşekkir kalabiliriz.
“Deformatif nitelikler içermeyen modern bir şiirin zaten oluşturulamayacağı da söylenebilir.” dediniz. Bu tespitinize katılmakla birlikte, mevcut şiirimizin (şüphesiz belli bir entelektüel seviyedeki şairler kapsamında konuşuyorum) “koruyucu” olmaktan çok yön tayini konusunda “kararsız” olduğu yorumuma ne dersiniz? Gomringer’in öngörüsüne de atıfta bulunarak düşünürsek, sizce Türk şiirinde cesaret sorunu yaşanıyor mu?
Bilemiyorum. Koruyucu ile kast ettiğim dönem 2000 öncesi son otuz yıldı. 2000’lerle birlikte birden buzların eridiği fark ediliyor ama bu bir kucaklaşma değil tabii ki. Otuz küsur yılık bir muhafazakârlığın etkisini bir çırpıda atmak olanaksız. Eski koşullandırmalar hepimizin içinde bir yerlerde duruyor. Diğer taraftan, yapılması gecikmiş bir sürü şey de diğer yanda duruyor. Buna son dönemde birden gelişen deneysel şiirin sevindirici çeşitliliğinin yol açabileceği şaşkınlığı da eklerseniz bahsettiğiniz yön yitimi kendiliğinden anlaşılır, hatta beklenilir bir durum olur. Bunun sonucunun da bazı şairlerde kararsızlık olarak ortaya çıkması son derece muhtemel bir durum. Buna karşın Ahmet Güntan’ın otuz yıllık birikimini bir kenara atıp yepyeni bir şiire yönelmesi umutlu olmamız gerektiğini gösteriyor. Deformasyon sanıldığının aksine sanatta/edebiyatta her dönem vardı. Denilebilir ki, eşik altı bir kıpırdanma her zaman mevcuttu. Modern dönemleri geleneksel dönemlerden ayıran deformasyonun varlığı değil miktarının artmasıydı. Bu sanata bakışta yapısal bir değişikliğe yol açmak zorundaydı, öyle de oldu. Uzlaşımın (konvansiyon) yüksek dozu demek olan düzeni yansıtan ve üreten geleneksel sanatın aksine modern sanat, meşruiyetini düzeni çoğu kez can alıcı yerinden deforme ederek/ettiği için elde etti. Bunu yol açan karmaşıklaşan ve akışkanlaşan yaşamın, artan bir biçimde esnek, sürekli oluş halindeki yapıları öne çıkarmaya başlamasıydı. Denilebilir ki, İkinci Yeni’ye kadar şiir anlaşılabilir, takip edilebilir bir çizgi üzerinde ilerledi. Şiirde bütün’ü İkinci Yeni imha etmişti ama buna rağmen şairler arasında en azından bu eylem temelinde bir birlik vardı. Oysa şimdiki durumda (ki bu İkinci Yeni’den bir sonraki aşama demek oluyor) artık çok soyut bir ortak paydaya sahip bir şiirle karşı karşıya geliyoruz. Bu yeni durum: daha otonom, bireysel bir ahlaka sahip kendi içinde tutarlı bir şiir. Eh bu ise gerçekten cesaret gerektiriyor.
Dilin hem akustik hem de optik işaretler kullandığını, somut şairin ise bu işaretleri "işaretlerin kendilerini ifade aracı" olarak da kullandığını biliyoruz. Sizin deyişinizle bu, "şiirin görsel ve işitsel sınırlarına doğru genişletilmesi“ni sağlayacaktır. Peki, size göre, bunun şiirde anlamın geliştirilmesi için ne gibi bir yararı olacaktır. Veya "anlamın geliştirilmesi" bir sorunsal olmaktan tamamen çıkarılmalı mıdır?
Yeri gelmişken söyleyeyim: Somut şiir başka, görsel ve işitsel şiirler başka şeyler. Her somut şiir görsel (veya işitsel) şiir olmak zorunda değil ve her görsel şiir de somut şiir olmak zorunda değil. Somut şiirin malzeme olarak bazen metnin kağıt üzerindeki görüntüsünü kullanıyor olması yanlışlıkla görsel şiir olarak anlaşılmasına yol açıyor. Temsil sözcüğü görsel/işitsel şiir ile somut şiiri birbirlerinden ayıran çizgiyi çiziyor. Buna veya “somut” olan ve olmayan görsel şiirleri birbirinden ayırıyor da diyebiliriz. Görsel, işitsel veya kalıpsal olabilen somut şiir, dilsel malzemeyi kullanır ancak bunu dilin içinde kalarak, dikkati dilin kendisine veya düşünme süreçlerine yönlendirerek yapar. Somut şiir temsil etmez, referanstan (gönderge) uzaklaşır. Dolayısıyla gönderge, görsel ve somut şiiri birbirinden ayıran ölçütü oluşturur. Örnek vermek gerekirse, Gerhard Rühm’ün yasakmeyve’deki söylesisinde belirttiği gibi, Reinhard Döhl’ün elma sözcüklerini elma görüntüsü verecek şekilde dizdiği şiiri, görsel şiirdir ama somut şiir değildir, çünkü eser elmanın temsil edilmesine yöneliktir, bundan bağımsız metinsel bir varlık içermemektedir. Anlam deyince ne anlıyoruz? Anlamayı mı, gerçekliğe göndermeyi mi, mesajı mı, kolay anlaşılırlığı mı? Bana herkes başka bir şeyi kastediyor ama sanki aynı şeyi anladığımızı zannederek konuşuyormuşuz gibi geliyor. Somut şiir her şeyden önce şiiri üretmeye ve alımlamaya yönelik elimizdeki teknik araçların artışı, yeni projeksiyon alanlarının doğuşu, dilsel ve şiirsel tazelenme olanağı ve anlamın ortaya çıkış koşularının da incelenmesi demek (Bu arada söylemek lazım: bu teknik araçlar aslında hep vardı, ama ara sıra bunu unutup tekrar anımsıyoruz). Böyle bakınca somut şiir anlam üretiminin ta kendisi gibi geliyor bana. Bu sınır ötelemesi, Heinz Gappmayr ve S.J. Schmidt’e göre poetik bir aydınlanma işlevi görür ancak böylesi bir aydınlanmanın sonuçlarının diğer şairlere nasıl etkidiği kolayca gösterilip kanıtlanacak bir olgu değil. Ama gittikçe hızlanan, akışkanlaşan, sivilleşen bir dünyanın yeni yapılara, yeni anlamlara gereksinim duyduğu aşikâr ve somut şiir de bu gereksinime verilmiş kocaman bir yanıt.
Rühm, sözünü ettiğiniz söyleşisinde kendi yöntemlerinden söz ederken "ilk yapılması gereken duyarlı bir biçimde malzemeye yönelmektir" der. Ayrıca "kişilik öne çıkarılmamalıdır" der. Ardından da "somut şiir politiktir" diyor. Bunları açmanızı, özellikle "politik oluş"un çerçevesini kısaca belirlemenizi rica etsek.
Somut şair sayısı kadar farklı yönelim nedeni var belki. Franz Mon ve Helmut Heißenbüttel için somut hedef, kalıplaşmış dilsel kullanımı kırmaktı. Heißenbüttel, II. Dünya Savaşı sonrasının Nazilerce kirletilmiş dilinden kurtulmak istiyordu ve bu olanağı eğretileme (metafor) içermeyen somut şiirde buldu. Onun için bir arınma olanağıydı bu ve malzemeye yönelim kuşkusuz temiz bir başlangıç sözü veriyordu. Ernst Jandl, somutlarca eleştirilmesine karşın somut şiiri, dış gerçekliği anlatmada kullanmış, bu anlamda tamamen saf olmayan bir somut kullanım da geliştirmiştir. Bu girişimin başarısı somut şiirin sunduğu deformasyonun, dönemin II. Dünya Savaşı’yla yüzleşemeyen ve Holokaust konusunda ifadesini bulamayan bakışındaki yabancılaşmayla örtüşmesindedir. Bäcker ise bambaşka bir yerden gelir. Bilgi taşısa da artık duyarlık, kavrayış taşımayan klişeleri, dilsel kalıpları kendine bir somutluk alanı olarak seçer. Bu klişeler ki, Holokaust vahşetini uygulayıcılarına hissedilmez kılmış, onların, mekanizmanın uslu birer dişlisi olarak işlemelerini olanaklı kılmıştır. Vahşet de, iktidar da dille kurulur, Bäcker’in somut şiiri bu mekanizmanın nasıl işlediğini, klişeleri deşifre ederken sadece somut şiirin politik olabileceğini değil, politik şiirin nasıl yazılacağını da ulaşılması zor bir emsalle gösterir.
Okuyucudaki zihinsel klişelerin yıkılması açısından somut şiirin işlevlerine dair neler söylersiniz?
Birçok büyük klişe de dâhil olmak üzere, klişelerin ve uzlaşımların (konvansiyon) neler olduklarını bulmak, tanımlamak dilde ve sanatta hiç de kolay değil. Birçok pratik iletişim bunlar üzerinden işliyor, binlercesinin, milyonlarcasının içinde yaşıyoruz. Ancak uzlaşım, çoğu kez deformasyonla fark edilebilen bir olgudur, deformasyona uğrayana kadar doğallık zannedilir. Diğer yandan deformasyon ise sadece uzlaşımla tanımlanabilir, ancak onu bozarken görülebilir. Yaşamı sürekli bir hareket hali olarak tanımlarsak uzlaşmak ve bozmak birbirlerinin ikiz kardeşleri olmak zorundalar. Bu bakışın şiire ilk izdüşümü, şiirin ne olduğu konusundaki uzlaşım ve bunun deformasyonu olur ki, somut şiirin ilk işlevi burada, beraberinde getirdiği konstelasyon, tipogram, ideogram, liste vs. gibi metin türleri ile kafamızda kemikleşmiş mısra düzeni dışındaki metinlerin de şiir olabileceğini göstermesi olarak ortaya çıkar. Bu anlamda hem şiire alan açtığı hem de şiirle gündelik hayatta karşımıza çıkan metinler arasındaki keskin ayrımı yumuşattığı söylenebilir. İkinci izdüşümü şiirin kendine konu edindiği dilsel kullanımlar ve bunların gerçekliğe yaptıkları göndergeler hakkında olabilir. Somut şiir, dili bir bütün olarak değil de neredeyse yapı taşları halinde ele aldığı için klişe gibi kompleks yapıların şiire girişini zorlaştırır, ya klişe dışı kurgulara yönelir ya da klişenin kendisini saldırı alanı seçer. Diğer yandan, dil-gerçeklik bağını kopardığı, dil-içi bir konumda seyrettiği için dikkati hem dilin kullanılışına hem de im-gönderge ilişkisi üzerine yöneltir. Edebiyat türleri içinde dilin kendisiyle en haşir neşir olanı olan şiir, dil-gerçeklik ilişkisi üzerine ister istemez en çok kafa patlatmak zorunda olanı. Somut şiir ise, kendisine dilin maddesel yanını ve dilin kendisini konu edinmesi nedeniyle dil üzerine, dil-gerçeklik ilişkisi üzerine düşünmemizin, gerçekliğe dair zihinsel klişelerimizden ve yanılsamalarımızdan kaçınma mücadelemizin hiç bitmeyecek sisyphus çalışmasına uygun olanaklar sağlıyor.
(Hece Aylık Edebiyat dergisi, Aralık 2007)