Menu
ÜÇ TERİMLE EDEBİYAT TARİHİNE YAKLAŞIM
Deneme/İnceleme/Eleştiri • ÜÇ TERİMLE EDEBİYAT TARİHİNE YAKLAŞIM

ÜÇ TERİMLE EDEBİYAT TARİHİNE YAKLAŞIM

I. Edebiyat

Bir edebiyat tarihçisinin ironi ile “yazarlara ihtiyacı olmayan bir edebiyat” olarak nitelediği, edebiyatın tek tek eserlerden bağımsız cisimleşmiş bir varlığı olduğu yanılgısı edebiyat eleştirisini olumsuz bir şekilde etkilemektedir. Hiç mevcut olmamış hayalî bir hizaya göre ölçülmeye çalışılan herhangi bir eserin edebî değeri hiçbir zaman ölçülmüş olamaz. Eserlerden tek tek bağımsız olarak gerçekte hiç mevcut olmayan bir Edebiyat’ın çeşitli davranışları, yönelimleri ve akışı olduğu da söylenemeyecektir. Edebiyat’ın elinden bu kutsal muğlaklığı ve eserler üstülüğünü aldığımızda edebiyat eleştirisini mecburî bir kıvraklığa ve izafiyete sürüklemiş oluruz. Bu yeni izafi edebî durum, edebiyatla bağlantılarımıza zannedileceğinin aksine bir kesinlik ve açıklık getirecektir. Bu yeni durum; dikkatimizi zorunlu olarak, Edebiyat’ın en çok da mitleşmiş yazarlar etrafında harelenen göz kamaştırıcı tecellisinden koparacak ve onu somut, sınırları belirli edebiyat eserlerine teksif etmemizi sağlayacaktır. Böylece Edebiyat’ın birilerinde nuranî bir şekilde tecelli ettiği yanılsaması, onun yüceliği veya sarsılmaz adaleti, onun ne kadar engellenirse engellensin bir yeraltı kaynağı gibi kendi gücüyle fışkıracağı, zamanın tartışmasız hesap görücülüğü, tek başına edebiyatın tümüne çalım atarak kaleye koşan büyük deha kavramı vs. gibi safsatalarla oyalanmaktan vazgeçebiliriz. Bu yanılgıda dikkat edilirse Edebiyat’a bahşedilen ruh, Zaman’a da bahşedilmiştir. Zaman’ın da insanlardan bağımsız bir adaleti, davranışı, eğilimleri ve seçimleri olduğu var sayılmaktadır. Dolayısıyla Edebiyat’ı, tümüyle felsefi bir fantezi olarak icat edilmiş hayalî yerine geri gönderdiğimizde elimizde kalan soru şudur: Edebiyat, eserlerin toplamından fazla olarak bir şey ihtiva eder gibidir, bu nedir? Bunu yanıtlamadan eleştiriden ve dolayısıyla edebiyatın tarihinden de bahsetmek afakî olacaktır.
Cemil Meriç edebiyatın bir kavram olduğunu ve bunun içeriğinin sayısız nesiller boyunca biriken maddî olaylarla doldurulduğunu söyler. Bunlar “matbaanın icadı gibi teknik, kent merkezlerinde güzide bir tabakanın teşekkülü gibi sosyal, bir dil etrafında toplanan ve her birinin bir yazarlar topluluğu bulunan büyük milli camiaların doğuşu gibi siyasi olaylar” dır (Cemil Meriç, Kırk Ambar, İstanbul: Ötüken y., 1980, s. 232).

Edebiyat, sınırları sürekli olarak başka alanlar tarafından tasalluta uğrayan, aslında sınırları içten de dıştan da belirsiz olan, içeriğinin nitelikleri her devirde değişkenlik gösteren bir olgudur. Villemain için “en geniş ölçüde, tecrübî bir ilimdir. İnsan düşüncesi ile birlikte genişler, yenileşir, gençleşir.” Eagleton ise edebiyatı toplumsal iktidar sorunlarıyla sıkı sıkıya bağlı olan bir ideoloji olarak tanımlar. Onun deneyimsel doğası da ideolojik olarak işe yaramaktadır. Jacobson, sıradan konuşmaya karşı “örgütlü şiddet”i temsil eden yazı türüne edebiyat demekle oldukça sınırlandırır tanımı. Dil eğer herhangi bir kullanımında kendi maddi varlığını öne çıkarıyorsa ve insanı kendine böylelikle çekiyorsa bu edebiyattır. Diğer Rus biçimcilerin de katıldığı bu tanım aslında dildeki farklılaşmalara dayalı olduğu için şüpheli bir tanıma dönüşür ve kurumsal anlamda edebiyatın eserlerden bağımsız gözüken fetişistik doğasını açıklamaz.

II. Edebiyat cumhuriyeti

Ancak edebiyatın üç ana yönünü tavsif etmiş olduk: Tecrübî, ideolojik ve de dil içinde örgütlü şiddet. Fakat pekâlâ bu üç yön edebiyatın imtiyazlarını açıklamaktan mahrumdur. Üstünde bilinçli bir şekilde anlaşılmamış bile olsa edebiyatı imtiyazlı kılan, onu bir şahs-ı manevi olarak algılamamıza yol açan şey aynı zamanda eserleri bu imtiyazlı alana dahil eden aygıttır da. Bu aygıt tabii ki yukarıda sözünü ettiğim ve sık sık bu kisveyle görünen sözde saygın Edebiyat ruhu (Bizatihi bir inanca dönüşmüş sayılabilen, addedilen. Bu varsayımda bu inancın kutsal elçisi de edebiyatçı olmalı. Artık dikkat ister istemez eserden yazana yoğunlaşır. Bu yeni inancın en büyük hurafesi ise edebî eserin dokunulmazlığıdır) değil, Samuel Johnson’un, 1779’da literature kelimesini açıklarken ilk kez kullandığı “edebiyat cumhuriyeti”dir (Marc Fumaroli’nin respublica litteraria’sının (Edebiyat Cumhuriyeti, Dost, 2004) tercümesi ile farklı bir kullanım bu. Fumaroli’nin terimi, batı kültürünün bütün işleyiş sürecine dairdir. Öyle görünüyor ki artık batı için tinsel bir yükselme yaşamış olan Edebiyat, edebiyat cumhuriyetinden daha nüfuzlu bir rejimdir. Aynının bizde de geçerli olmadığını kim söyleyebilir? Edebiyatın “tarihsel bakımdan belirlenmişliğini” (Bernard Cerquiglini, Eloge de la variante, 1989) ve böylelikle derinden ideolojik oluşunu göz ardı etmeksizin bu konu Türk edebiyatı açısından hâlâ incelenmemiştir). Burada konuya uzun boylu girişecek değiliz. Ancak şu kadarını söylemek gerekir ki, bu, eserler etrafında ve arasında örülen bir ağ, tabir caizse bir elektir. Hem edebî eser olup hem de başka eserler için bir hiza bir üst ve yan sınır olan bu eserler topluluğu, yazarlarının pek de kasıtlı sayılmayan bir sözleşmeye girmiş olduklarını gösterir. Bu sözleşme, edebiyat kurumunun yazar ve okuru arasında ihdas ettiği toplumsal bir sözleşmedir. “Bu sözleşme metnin içinde yer alır ve okunan metni, herhangi birisinin herhangi birisine gönderdiği ileti durumuna düşmekten alıkor. Edebi bir metnin retoriği, aslında edebiyat kurumu sayesinde daha önceden var olan ve sözceye ancak onun yaşam kazandıracağı son derece özel bir sözcelem türünü kabul ettirir. Metin, edebiyatın bir parçası olduğuna, okunduktan sonra yeniden okunmak üzere saklanmaya değer olduğuna okuru inandırır.” (Florence Dupont, Edebiyatın Yaratılışı, İstanbul: Ayrıntı y., 2001, s. 22). Şu halde, edebiyatın tümüyle özsel değil, tümüyle bağlamsal bir değer olduğu sanırım artık itiraz edilebilir değildir. Bu değeri ihtiyaçlar da belirleyebilir, bireysel veya topluluksal deneyimler de. Dolayısıyla edebiyat, bir ucu özlere bir ucu da bağlamlara doğru giden yatay bir düzlemde kendi değişken değerlerini uygulamaya koyup durur ve çeşitli devirlerde siyasi olayların da etkisiyle bu bileşimdeki oranlar sürekli değişir. Edebiyat cumhuriyeti katı bir rejim değildir; ama üyelerinden beklediği en önemli ödev ihmal edilirse -ki bu anakronizm yasağıdır- sözleşme fesholur.

Edebî eleştirinin işi ve önemi de burada ortaya çıkmaktadır. Edebiyat tarihinin en önemli malzemesi eleştirel dokümanlardır. Hatta bazen edebiyat tarihi diye nitelenen bir yapıt, eleştirel denemeler toplamıdır. Mevcutlar, bağlamları ve eserleri değerlendirebilme yetkinliğinden yoksunsa -ki eleştirmen de cumhuriyetin kabul görmüş bir üyesidir- tarihçinin diyelim ki eserleri derecelendirme konusunda hataya düşmekten korkmaması mümkündür. Oysa bir edebiyat tarihinden beklenen tam da bu pedagojik yönü (yani edebî değere dair gerçeği başka nesillere doğru biçimde aktarabilmesi) ihmal etmemesidir. Edebiyat tarihi; edebiyat cumhuriyetinin (Yeniden anımsatmakta yarar var; bunu tabirin alaycı bir anlam da içeren ve okuru da kapsayan “çevre” veya “muhit” anlamında almıyoruz) önemli figürlerinin, önemli olaylarının ve değişikliğe neden olan kırılma noktalarının, nedenleri ile birlikte, siyasi bir yan tutma yanlışsa da, siyasi bir perspektif de gözetilerek kayıtlara geçirilmesidir. Siyasi perspektif şarttır; zira edebiyatta hareketlilik ve devirler, her zaman siyasi hareketlilik ve devirlerle iç içe geçmiştir. Öyle ki, bazı edebî akımlar adlarını bir siyasi dönemden alabilirler. Zaten edebiyat tarihi, zorlama sayılmazsa bir ulusun dilinin de tarihi anlamına gelmektedir. Köprülü’nün yerinde tanımıyla “Bir milletin geçmişteki fikrî ve hissî hayatını göstermek itibariyle medeniyet tarihinin, yani bir milletin umumi tarihinin parçalarındandır.” (Mehmet Fuad Köprülü, “Türk Edebiyatı Tarihinde Usul”, Edebiyat Araştırmaları I, 1986, TTK basım).

III. Edebiyat tarihi tasavvuru

Edebiyat tarihi konusunda Paul de Man’in sorusu, bir milletin edebiyatının gelişmişliğini de tartacak mahiyettedir: “Bizi yanıltıcı bir şekilde onun içine ya da dışına koyarak edebiyatı budamayacak, edebi açmazı tüm süreç boyunca muhafaza edebilecek, edebiyatın kendisi hakkında aktardığı bilginin aynı anda hem doğruluğunu hem de yanlışlığını izah edebilecek, metaforik ve tarihsel dil arasında ince bir ayrım yapmayı bilecek ve de hem edebi modernliği hem de onun tarihselliğini açıklayabilecek bir edebiyat tarihi tasavvur edebilir miyiz?” (Paul de Man, Körlük ve İçgörü, İstanbul: Metis y., 2008, s. 193).

Bunu açalım. Demek ki bir edebiyat tarihi en başta aldıkları ve dışta bıraktıkları ile karakteristiğini bulur. Tarihçi, malzemesini sorgulayabilecek eleştirel bir tutum belirleyebilmelidir. Çünkü malzeme büyük bir yüzdeyle yanlı olan eleştiri koleksiyonu, büyük bir yüzdeyle saptırılmış olan antoloji ve seçkiler, çok iyileri de olmakla birlikte akademik anlamda sağlıklı olmayabilen monografik çalışmalar ve edebî eserlerdir. Dergiler de mahfil ve klik sistemini, ayrıca akım ve ekolleri anlayabilmek için iyi bir malzemedir. Bibliyografik çalışmalar, biyografik ansiklopediler de daha nesnel malzemelerdir. Bu malzemenin üstesinden gelebilmenin ve önemli olanı önemsizden ayırt etmenin birinci şartı edebî değere dair bir fikre ve sezgiye sahip olmaktır.
Tarihçinin ikinci önemli vasfı, olgular arasındaki ilişkiyi anlama kapasitesidir. Edebiyatta parlak dönemler ve sönük dönemler vardır. Tarih yazımında bu kültürel doku değişimleri, görenek değişmeleri ile edebiyatçılar arasındaki ilişkiyi doğru kavramak, nedensel bağları iyi analiz etmek, diyalektik bir şekilde akıl yürütmek önemlidir.

Tarihçi bundan başka birkaç önemli sorunsalla da yüzleşir:
1. Edebî ilerlemeyi, gelişmeyi kanunlara bağlamak, genellemeler yapmak diğer bilimlerdeki kadar basit değildir.
2. Her ne kadar son çağda özgünlük bir sorunsal olmaktan çıkmış gibi görünse de tarih yazımı söz konusu olduğunda özgünlük ciddi bir sorun olarak boy gösterir. Burada özgünlük, eserdeki intihal tespitlerine indirgenemez. Daha çok bütünsel olarak etkileşimlerin yönünü doğru saptama meselesidir. Keza başka milletlerin edebiyatlarıyla olan etkileşim de ciddi bir araştırma alanıdır.
3. Türlerin geçirgenliği ve türlerin gelişiminin siyasi devirlerle olan irtibatını ve sürekliliğin niteliğini saptamak ciddi bir ön hazırlık gerektirir.
4. Hakkında eleştiri veya çözümlenmiş malzeme olmayan eserler hakkında yüzeysel kalmak olasıdır.
5. Edebî kanonların keskin seçimlerini ve baskısını alt etmek kolay değildir.
6. Özellikle günümüze yaklaştıkça zamandaş yargıların ve yaşayanlar hakkında tarihsel yargıda bulunmanın riskleri vardır.

Son söz olarak; mükemmel bir edebiyat tarihi tasavvur edemeyiz; ancak bu bir tolerans mevcudiyeti demek değildir. Türk edebiyatı açısından özetlersek, edebiyat tarihçilerinin önünde dünya çapında bir modernliği -hatta postmodernliği- ıskalamamak ve özgünlük/taklit/türler ayrımı bağlamında son derece güçlük çıkaracak -neredeyse- kavramsal bir önemi haiz edebiyatı tasniflemek gibi iki büyük problem durmaktadır.

(HECE EDEBİYAT DERGİSİ, 2008)