ADALET AĞAOĞLU’YLA ROMANLARI, ÖYKÜLERİ VE TİYATROLARI ÜZERİNE: “HİÇBİR ŞEYDEN ÖĞRENMEDİM YAZARAK ÖĞRENDİĞİM KADAR.”
— Yazarlığa tiyatro eleştirisi ve şiir yazarak başladınız. Sonra oyun yazdınız. Oyunlarınızda toplumun sorunlarını, güncel gelişmeleri ve bireyin dramını toplumsal bağlamda işlediniz. Oyunlarınız tiyatrolarda oynandı. Radyo oyunlarınızdan bazıları yabancı radyolarda seslendirildi. Daha sonra romanlar ve öyküler yazdınız. Bir Düğün Gecesi önemli ödüller aldı. Çalışmalarınız üzerine birçok yazı ve kitap yazıldı. Bugünden geriye baktığınızda; “yapmak istediklerimi yapabildim, tatmin oldum” diyebilir misiniz?
— Yazarlık serüvenimi özetlemeniz beni edebiyat türleri alanında ucu sonu belirsiz arayışlarıma aldı götürdü. Aradıklarımı bulabildim mi, yapmak istediklerimi yapabildim mi? Bu sorunuz karşısında düşünüp kalmaktayım. “Evet, buldum” ya da “hayır, hiç” diye kestirip atmakta dara düşmekteyim. Çünkü, önünde sonunda her yeni adımımı bir öncekini yeterli bulmadığım için atmış bir yazarım. Tiyatro oyunlarından romana, romandan hikâyeye geçişlerimde de denemeler, değiniler derken yıllar sonra bir sahne oyunu daha yazışımda aynı yetmezlik duygum baskın olmuştur. Hayatın somutlukla akışı çerçevesinde daha farklı kışkırtılar da var tabii. Örnekse ruhsal bunalım, daralma, kaygı ya da ânî bir aydınlanmaya uğramışlık hali gibi... Özellikle, bir trafik saldısına uğramam nedeniyle tanışmak zorunda kaldığım çaresizlik, bunun yanısıra mahcubiyet halleriyle yatıp kalkmaya başlamam gibi.
Aslolan bütün bunların nasıl kurgulanması gerektiğinin peşini kovalamak. Bu arayışlarım hâlâ daha sürmekte. Onun için: “Evet tamam, yapmak istediklerimi yaptım bitti,” demem epey güç. Ancak şöyle bir doygunluğum olduğunu hissedebiliyorum: “Benim yazarlığa başladığım sıralarda, şiirlerim arada bir şurda burda çıkarken olduğu gibi oyunlarım oynanırken, romanlarım, hikâyelerim yayınlanırken de hem yazılı hem görsel planda geniş bir tanıtım ağı sözkonusu değildi. Bir iki ‘külyutmaz’ edebiyat eleştirmeni vardı ama onlar da kalemi ellerine; ‘ben sevdim, herkes sevsin, bu eser yaygınlaşsın, satışı artsın, yazarı da daha iyiye doğru cesaret bulsun,’ diye değil, sanki hemen hemen yazarda bir kusur ‘yakalamak’ için alırlar; araya taraya bulurlardı da... Fakaaat, buna karşılık ‘okur’ denilebilecek, okudukları üstüne tartışmaya açık bir okur ‘kabilesi’ de vardı. Artık bu kabile üyelerinin kulaktan kulağa fısıldanışlarının etkisine göre ya vardınız, ya yoktunuz. İşte ben, belki de yeri ve zamanına uygun düştüğünden bu okurun benimsediği, hattâ giderek sahiplendiği yazarlardan biriyim sanki.”
Zamanın akışıyla okur sayısı, kalitesi, tutumu değişmiş olsa da, nihayetinde ben onunla hep elele yürümüş, değişip dönüşmüşüm duygusu içindeyim. Kısacası galiba kendi okurumun yazarıyım. Bunun böyle altını çiziyorum, çünkü herhalde biliyorsunuz, ilkinden sonuna kadar bütün eserlerimin içlerinden parçalar eşliğinde ele alındığı Seçmeler kitabımın yeni basımı İş Kültür Yayınları tarafından Okurunun Yazarı diye yapılmıştır. Bir bakıma aynı okur edebiyat incelemelerini, eleştirmenlerini de kendine kattığına göre, ona olan borcumu çeşitli engellemelere rağmen sabrım ve enerjim oranında ödemiş bulunduğumu düşünüyorum. Bu anlamda içim oldukça rahat.
— “Kırılma ânı” dediğiniz bilinçlilik durumlarını önemsiyorsunuz. Bütün romanlarınızda böyle toplumsal kırılma anlarına yönelik bir zaman çerçevesi kurdunuz. Kırılma anları bireyler üzerinde de köktenci değişikliklere yol açıyor. Romanlardaki bireylerin özellikle bu değişiklikleri üzerinde izlememizi sağlayan göstergeler olduğu söylenebilir mi? Eğer böyleyse bireylere nisbeten edilgen bir kimlik de yüklenmiş olmaz mı?
— ‘Kırılma ânı’nı ‘Aydınlanma ânı’ ile eşdeğerde tutmuşumdur. Sorunuz da zaten bunu böyle içermekte. Hani bir şey için elimizi alnımıza vurarak: “Hay Allah yahu!.” dediğimiz bilince çıkma ânı... ‘Kırılma’ ise yükselip gelen bir dalganın tepe noktasından kırılarak parça parça dağılması ânı olduğu kadar, insanın ânî bir düşkırıklığına uğrayarak yıkıma uğrama hali...
Söylemek fazla ama, toplumları bireyler yaptığı gibi bireyleri de tarihsel, siyasal ve ekonomik koşullarıyla toplumlar yapar. Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin ana sloganlarından biri de: “Tarihi yapan el seni de yapar” gibi bir şeydi. Ben bu sloganı Ölmeye Yatmak romanımda bir hayli deforme ederek açıkcası tersinden bakarak kullandım. ‘Kırılma ânları’ aynı zamanda da bilinci harekete geçirme ânlarıdır. Romanlarımın kişilerinde böyle sarsılışları, sarsılarak uyanışları âniden olup bitmiş sanılan ayrıntılarla verdiğimi sanıyorum. Kırılmalar, düş kırıklığına uğramalar kararmaya, umutsuzluğa mı yolaçar? Hayır, tam tersine! Yabancı yazarlardan Rollo May’ın dediği gibi: “İnsanoğlunun en hayırlı lâneti kırılma, daralma, çaresizlik duygusudur. Üstünüze dar gelen gömleği yırtmak, düğmelerini koparıp koparıp atmak istemez misiniz? İşte tam böyle bir şey. Kırılma ve daralmanın temel kışkırtısı ne olabilir? Özgürlük arayışı! Bağımsızlaşmak, tam kendisi olmak özlemi, hırsı... Kurtulmaya, hareketlenmeye ne kadar esaslı bir çağrıdır bu. Öyle değil mi?
Amerikalı psikiyatr ve felsefeci yazar Rollo May’ın Yaratma Cesareti kitabını okurken bakın işte şu satırlarının da altını çizmişim: “Sanatçı için ‘başkaldıran’ sözünü kullandığımda ‘ihtilalcilik’ ya da dekanın, rektörün bürosunu ele geçirmek gibi şeylerden bahsetmiyorum. Bu bambaşka bir mesele. Sanatçılar (yazarlar) genellikle kendi iç imgeleri ve hülyalarına dalmış yumuşak huylu insanlardır. Ama tam da işte bu onları baskıcı bir toplum için korkulu kılar. (Kaygıya sokar.) Çünkü sanatçılar (yazarlar) insanoğlunun kafa tutma gücünün taşıyıcılarıdır. Kendilerini ‘Tanrının Yaradılış’ sırasındaki kaostan biçimi, (kargaşadan düzeni) yaratması gibi kaosun içine ona biçim vermek için gömülmeyi severler. Gündelik, duygusuz, alışılageldik olandan hiçbir zaman hazzetmeyerek devamlı yeni dünyalara doğru ileri atılırlar. Böylece ‘soyun yaratılmamış vicdanının’ yaratıcıları olurlar.”
R. May’ın “insanın en hayırlı lâneti daralmadır,” dediği şeyi açıklaması işte böyle: Kaos’un içinden insanın insan gibi yaşama hakkını çıkarmak. Bir yerde de: “Geçiş ve değişim dönemleri psikolojisinin bütün olumsuzlukları daha iyi, daha güzel bir geleceğin göstergeleridir” demekte. Ben de buna karşı: “Çok iyi, ama teşhise dikkat!” uyarısı yapmadan geçemiyeceğim.
— Başka romanlardan parça parça toplayabileceğimiz, yani bir etkisini veya izini gördüğümüz, yakın tarihi de kapsayan günün gerçekliği romanlarınızda özellikle “Dar Zamanlar” üçlemesinde somut bir zemin olarak beliriyor. İnsan, yaşamadığı bir zamanın psikolojisini bu roman aracılığıyla yaşamış gibi içselleştirebilir. Bir romanın toplumsal ve siyasi koşullarla âdeta zamanla bağımlı diyebileceğimiz şekilde biçimlenmesi etkileyici olmakla birlikte, zaman ilerledikçe romanın bazı yönlerden eskimesine yol açabilir mi? Okur yakın tarih bilgisinden uzaklaştıkça romandaki bazı alegorileri anlamlandırmakta zorlanabilir mi? Sizin ifadenizle “tarihle oynamak” bir edebiyatçı için “ateşle oynamak”a dönüşebilir mi?
— Zaman aşımı ya da anakronizm bağlamındaki endişelerinizde bir haklılık payı var. Ancak, –hayli gülesim gelmekte ama– özellikle içinde bulunduğumuz bu zaman parçasında şuna da dikkat edelim: Haliyle tavrıyla günümüzde nerdeyse her şeyi işgal etmiş bulunan postmodern etiketli edebiyat, roman ‘her zaman her şey olabilir, tarih de, toplumsal yapılar da değişebilir; değerler sistemi görecelidir, yapılan yapılmış, yazılan yazılmıştır, anlatılacak olan çoktan anlatılmıştır; yani artık zaman zamansızdır; yerkürenin dışındadır’ vbg. kendine has ‘ilkelerle’ yazılmakta, hani sanki bunlar yepyeni bir yaratıymış gibi sunulmak istenmekteyse de onu buraya getirenin dünlerde, uzaklarda kalmış, ‘unutulmaya mahkûm’ sayılan birikimin ‘özgürce’ kullanılmasından ibaret bulunduğudur. Değil mi? Aydınlanma döneminin başlarında, hemen hemen aynı ‘tarihi’ zamanlarda, Ortaçağ’dan Rönesans’a geçişin, öyleki bir günden ertesi güne olmayan bir geçişin sınırlarında ortaya çıkmış Rabelais ile Montaigne’in, yetmedi, Cervantes’le Shakespeare’in ağlarken gülen, gülerken ağlayan insanlarının ruhundan esinlenememiş birinden bugünün sahici anlamındaki postmoderni de çıkmaz. Çünkü ne olsa, hazırına konmak da burun deliklerinin şöyle şöyle oynamasını gerektirir. Olup bitmişin kokusunu almayı... ‘Tarih olup bitmiş bir şeydir’ diye bakmamak lazım.
Bugün ben, hattâ yeniden beslenmek için dönüp dönüp Tolstoy’un Savaş ve Barış’ını, Stendhal’in Kırmızı ve Siyah’ını, nasıl desem meselâ Günter Grass’ın Teneke Trampet’ini Orleans Dükü’nün özel sekreteri subaydan yazar Choderlos de Laclos’un Tehlikeli Alâkalar’ını okuyor, okumak istiyorsam bu herhalde yaşadıkları dönemi, günübirlik olup bitenleri estetik boyutlarla ruhuma ve beynime nakşettikleri için oluyor. Alegorileri bugünkü gözlüğümle ufku daha geniş biçimde anlamlandırabiliyorum. İçinde yaşadığım zamanın zihniyetini daha derinliğine kavrayabiliyorum. Hattâ “Aaa, Stendhal bizim çıkarcı-dönek Şefik beyi tanımış mıydı ki Julien Sorel’i böyle yazabildi!” gibi bir şeyler dediğim de oluyor. Hattâ durup dururken Tarık Buğra’nın romanlarından ‘Firavun İman’ındaki ruhunu şeytana satmış Yusuf ‘bey’ aklıma düşüvermekte...
Yok canım, zamanın ilerlemesi günceli anlatan eserlerin mutlaka eskimesine, yokolup gitmesine yolaçmaz. Taş değerliyse değerlidir. Zaman ilerledikçe değeri de artar. ‘Tarihle oynamayı’ göze almak gerekir; ‘Ateşle oynama’ tehlikesini içerse de geleceği hayal etmekte çok işe yarayabilir...
— Siyasal tutum ile yaşamsal/sanatsal gerçekler arasında bir çelişik durum yaşadığınız oldu mu? Döneminizin kadın yazarlarında görülen temel çelişki (devrimci tutum ve burjuva duyarlığı... çelişkileri) sizin öykünüze de yansıdı mı? Bu yazarlar siyasi anlayış/tutum adına yoksulların yanında yer almak isteseler de bireysel seçimleri burjuva duyarlığıdır...
— Hayatla sanat arasındaki asıl büyük çelişkiyi üniversiteyi bitirdikten sonra çalışmaya başladığım Ankara Radyosu’nda ve bunun süreği olarak TRT’de geçirdiğim yıllarda yaşadım. Hem kadının ikinci sınıflıktan kurtuluşunun her şeyden önce ekonomik bağımsızlığa kavuşmasıyla mümkün olacağı düşüncesi taşıyor hem de “acaba ben toplumu aydınlatmaya radyo yayınları yoluyla mı katkıda bulunabilirim, yoksa yazdığım kitapların yayınlanması yoluyla mı” diye düşünerek. Ne olsa bir kadının hem yazarak kitapların geliriyle geçinmesi olanaksız hem de genelde okur/yazarı çok az olan bir toplumda insanımıza parayla satın alacağı kitap yerine her evde bulunan radyonun sesiyle ulaşmak daha iyi, gibi bir ikilem içinde –bir yandan evi çekip çevirirken– geceleri sabahlara kadar radyo metinleri yazıyor, radyo, sahne oyunları yazmaya çalışarak günlükler doldurup duruyordum... Bendeki bu ikilemin ortadan kalkması sanırım ‘demokratik sola’ yatkın ve yakınlığım nedeniyle, yani siyasal bağlamda oldu. TRT’den istifa etmek zorunda bırakıldım. Aslî yazarlığıma da böylece kavuşmuş bulundum.
Açıkça söyleyeyim, Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin ilk kuşak üyelerinden olmasaydım, (Osmanlı Tanzimatı’nın ışığında çoğu defa Batılı uzmanlar, mürebbiyeler tarafından evde eğitilen paşa kızları, torunları arasında da bulunmadığıma göre) yazmayı bu kadar istekle sürdüremezdim. Ne de olsa, Cumhuriyet’in Batılılaşma ideolojisi karşısında eskinin yükünü henüz içinden çıkarıp atamamışların kızlarından biriyim. Fakat gariptir, ‘Küçük burjuva hümanizmasını’ sadece duygusal bir güdü diye algıladığımdan olacak, devlet için halk değil, halk için devlet düşünceme, genelde bu yönden işleyen muhalefetime rağmen hiçbir zaman popülist bir duyarlıkla yazmadım. Kadınlık durumum bakımından ise ezen erkek-ezilen kadın formülünün kesinliği de benim temel çelişkilerimden biri olmadı. ‘Erkeği bu erkek yapan’ bütün koşullara gözümü dikmek, insanı kendi varlık koşullarının belirlediği insan makamında anlamaya çalışmaktan büyük heyecan duydum. Yaratıcı yazarlara, edebiyatçılara ‘kadın’, ‘erkek’ diye cins ayrımı kullanmak yerine ‘yazar cinsi’ denmesi bana tam anlamıyla bütünleştirici geliyor. Tabii benim bu yaklaşımıma eğilen radikal feminist ‘kadın’ incelemecilerden birinin yazısında “yani siz cinsiyetsiz misiniz?” sorusuna göğüs gererek... Kendisi de yaratıcı yazarlardan biri olsaydı: “Biyolojik olarak kadınsınız, ama galiba çok cinsli bir kadınsınız” da diyebilirdi pekâlâ. Yine de ‘yazar cinsi’ gibi bir kavramın yanına şu kadarcık yaklaşamamış olurdu doğrusu...
— Nerdeyse aynı zamanda ilk romanınız ve ilk öykü kitabınız yayımlandı. En çok da ikisinin içeriğine yaslanarak öznel bir gözlemi aktarmama izin verirseniz; genelde öykülerde yoksul, mahpus bireyler veya onların yakınlarının (ama genelde toplumsal olarak alt katmanlardaki kişilerin) dram ve çelişkileri, onlar üzerinde hayatın/kapitalizmin/sosyal düzenin eziciliği ve edilgenleştirici ağırlığı işlenirken, romanlarda daha gelişmiş bireylerin iç dünyası, yaşamı ve seçimleri irdeleniyor. Merak ettiğim şu: Edebî tür olarak romanın imkanları nispeten gelişmiş bireyi veya aydını işlemeye öyküye oranla daha uygun mu görünür size? Veya hayatın/sosyal nizamın kişi üzerindeki eziciliği yoksullar üzerinde daha keskin etkiler (dolayısıyla kısa süreli gözleme daha uygun etkiler) bıraktığı için öyküye daha uygun mudur sizce? Fikrimin İnce Gülü’nü dışarıda tutarak soruyorum.
— Gözleminiz, hikâyelerimle romanlarım arasındaki farka bakışınız bütünüyle geçerli. Bunlara şunu da ekleyebilirim: Eminim biliyorsunuzdur; ben alışılmışın dışında kaldım. Romana hikâyeden sonra geçmiş değilim. Oldukça tanınmış bir oyun yazarıyken birden romana kucak açtım; burdan da tek hikâye yayınlatmaksızın yedi hikâyelik bir kitap olan Yüksek Gerilim’i yayınlattım. O sıralarda edebiyat alanında çok tartışılan konu ‘toplumsal gerçekçilik’ idi. Hikâye olarak somut örnekleri ortada pek görülmeyen bu tartışmalar bana sürekli Gramci’in hapishanede yazdığı satırlar arasında bulunan ‘Gerçek her zaman devrimcidir’ sözünü hatırlatıyordu. İçimde ‘toplumsal gerçekçilik’, ‘edebiyat/ideoloji’ tartışmalarına bir cevap hazırlama hevesi uyandı. Sorunuzda hikâyeler (yani işte öyküler) bağlamında değindiğiniz sınıfsal durumların, burdaki olgu ve olayların herbirinin kendilerine özgü anlatımına, içeriğine uygun bir üslûp bir biçim yaratma deneyine giriştim. Bu kitaptaki öykülerin her birinin anlatımı birbirinden hemen hemen farklıdır. Bu deneyleri yedi ayrı örnekle romanda yapamazdım. Hemen göze alınamayacak kadar uzun iş... Bunu daha sonraki yıllara bıraktım, derken kuşkusuz, gele gele Fikrimin İnce Gülü’ne toslamam da bir anlamda kaçınılmaz oldu. Bir “kadın yazar” tarafından yazılmış ve yazarla sınıfsal, düşünsel, kültürel hiçbir yakınlığı bulunmayan bir ‘erkek’ kahramanla karşılaşmak okur katında bir şaşkınlık yarattı yaratmasına.
Kapitalist sistemin kendine yabancılaştırdığı insanı Bayram’la zamanın en gözde markalarından arabası arasındaki tutkulu aşk bağlamında GÖSTERMEK ya işime geldi, ya kolayıma gitti. Herhalde kolayıma gitti, çünkü sorunuzda parmak bastığınız gibi yetim, öksüz, parasız pulsuz köylüden işçi bir yurttaşa ‘üst kültür’ sahibi bir ‘aydın kimlik’ gömleği giydiremezdim. Bayram’a üstten bir gömlek giydirmek yerine kendisi gibi olması gerektiği gibi bıraktım. İtiraf edeyim, bu da yazarın düşünsel kurtlarını dökmekten fedakârlık ettiği anlamına gelmelidir.
— Yine öykü ve romanlarınız arasında gördüğüm bir fark var: Romanlarda ısrarla peşine düştüğüm halde neşe veya bunun çeşitlemesi, örneğin ironi, alay, herhangi bir gülmece unsuru ya yok ya da olabildiğince zihinselleştirilmiş. Oysa öykülere bakınca, örneğin “Adi Suçlu”, “Bileyici”, “Teşekkür Ederim” veya “Muz” öyküleri aklıma geliyor. Bütünüyle kara mizahın öyküyü biçimlediği görülüyor. İroni ile daha çok yaygın/baskın anlayışlara karşı eleştirel bakışınızı ifade ediyorsunuz. Gündelik hayatta yaşadığımız pek çok gülünç ama acınası hâlleri ironi diliyle izah ediyorsunuz. Yüksek Gerilim’deki “Yol”, “Özgürlükçü”, “Gün Üç Dakika”; Sessizliğin İlk Sesi’ndeki “Yan Kapı”, “Kulak Tıkaçları”; Hadi Gidelim’deki, “Kimi Zaman da...”, “Şiir ve Sinek”; Hayatı Savunma Biçimleri’ndeki “Çınlama”, “Tanrı’nın Sonuncu Tebliği” gibi. Romanlarda acı, çatışma ve gerginlik bütün keskinliğiyle omuzlara çökerken, öykülerde insanı bir nebze hafifleten, “dünya işleri işte böyledir” yargısına götüren bir süreç var âdeta. Üçüncü bir fark da romanlarda bireyler ölümü ister gibi; intihar romanların etkin bir izleği; oysa öykülerde ölüm bireyleri âdeta gafil avlıyor. Hepsi yaşamak için mücadele eden kişiler, ölüme neredeyse bir hastalık gibi yakalanıyor. Ne dersiniz? Bir de ironi, öykülerinizde size nasıl, hangi olanakları sağlıyor?
— Aaa bakın, bu çok tuhaf... Benim romanlarımın ironi yüklü olduğu çok söylenmiş, yazılmıştır da, hikâyelerimin neşe dolu olduğundan söz açan pek olmamıştır. Ancak romanlarımın ‘ağır’ olduğu, anlayıp anlamlandırmanın her okurun harcı olmayacağı bana epeyce hissettirilmiştir. Sizin dediğiniz ‘öyküler’in romanlarıma göre, hadi diyelim ki içaçıcılığı, umut aşılayıcılığı şundan ileri gelmiş olabilir. Hikâye’yi başından beri hep küçük bir olguyu, bir olayı, bir bakışı, bir duruşu, bir ânlık iççekişi, bir ut sesini, parodik bir hali ANLATMAK diye anlamışımdır. Hikâye kelimesinin yerini ‘öykü’ye bırakmasına da bu nedenle bir türlü ısınamamışımdır. ‘Öykü’nün fiili yok. Hareketsiz. Karşımızdaki birine; “Dur sana bir hikâye anlatayım da gör.” denilip durulması her şeyi açıklar sanıyorum. Biri birine ‘öykü’ değil bir ‘hikâye anlatırken’ dinleyeni de kendine katmak ister. Anlatacağını daha çekici kılmak için mimikler, jestler yapar, işin ağlanacak yönlerinden çok gülünecek yanlarını ortaya çıkarmaya çalışır. Kişiler arasındaki huy farklarını ortaya çıkarmak da, birini ötekiyle karşılaştırmak da bunun en işlek yanlarından biridir. Cimriyle cömertin bir dilenci karşısındaki farklı tutumlarını göstermek, meseleyi acıyı unutturacak kadar gülünç kılmaya yeter de artar bile. Tabii bu arada yazarın içindeki muziplik yanı da hesaba katılmalı. Ben üç erkek kardeş arasında tek kız çocuğuyum. Biz dört kardeş babamızı açık açık eleştirmediğimiz için onun oturup kalkmasına kadar her şeyini gülünçleştirirdik; bütün söyleyip ettiklerinin bir gülünç yanını bularak kıkırdaşırdık. Hikâyelerimde görünen acılı neşe böyle bir alışkanlıktan da ileri gelebilir ve herhalde gayet iyi bilirsiniz, romanlar pek çok hikâyenin adabınca yan yana dokunmasıyla bütünlenir; bu dokunuşlar romanların çok boyutluluğunu, düşünsel derinliğini sağlamak için ‘işe yarar.’ Kısaca şöyle de diyebilirdim: Hikâyeler anlatılır, romanlar okunur. Romanlarımdaki ‘intihar’ izleğinin öne çıkması üstüne görüşünüzde haklısınız. Bu kitaplarımın hemen hepsinde zamanla, mekânla hesaplaşmanın yanısıra kimliklerin karakterleşmesi, birer kişi olunabilmesi/olunamaması ile hesaplaşılması da söz konusudur.
Kütle ve birey arasındaki uçurum derinleştikçe yalnızlaşan ‘kişi’ye kendi kendini ortadan kaldırmaktan başka çıkar yol kalmayabilir. Dikkat etmişsinizdir; romanlarımdaki ‘intihar’ izleği hep ‘aydın hesaplaşmaları’ üstünedir. Artık içinde yaşadığımız ‘nükleer çağ’ın değerleriyle hesaplaşan Hayır... romanım da durum dönüp dolaşıp Aydın İntiharları ve Geleceğin Başkaldırısı hesaplaşmasına kadar dayanmıştır. Mecburen!
İzninizle size bu romandaki şöyle bir çığlığı hatırlatayım da bu sorunuz burada bu kadarla kalsın: Her durumda özgür kimliğimizi koruyabilmek ancak edimle söylenebilecek şu tek ve son söze bağlı: Hayır...
— Ülkemizde öykü yazarlarının sonradan roman yazması sık rastlanan bir durum. Her iki türün de hakkını verdikten sonra tartışılacak bir durum yok elbette ama ilgi çekici olan şu: Roman yazdıktan (üstelik çok emek verilmiş bir romandan) sonra öykü yazan ilk sizsiniz. İki şeyi merak ediyorum: Bu teknik bir tercih miydi? Bilinçli bir seçim mi? Roman bittikten sonra içinizde bitmemiş olan ve daha keskin anlatmak istediğiniz temalar tarafından bir baskı mı hissettiniz? Sizi roman ya da öykü yazmaya iten nedenler nasıl farklılaşıyor?
— Hay Allah, böyle bir sorunuz olduğunu önceden bilseydim, bundan öncekilerde o kadar uzunboylu konuşmazdım. Anlatmaya çalıştığım gibi işte, bir türden ötekine geçişler elbette bilinçli bir seçimimdi. Oyun yazarlığından Ölmeye Yatmak’la romana geçişim gibi: Türkiye Cumhuriyeti’nin doğu-batı gibi iki kültür arasında sıkışıp kalmasını, Cumhuriyet toplumunun hemen bütün katmanlarında hissedilen rahatsızlığı teşhis edip ameliyat masasına yatırmayı sahne oyunu olarak yazamazdım. Tiyatro sanatı toplu yapılan bir iş ve yazarın metni daha ortaya çıkmadan sansüre uğrama ihtimali bile çok fazla. Roman ise yazarı tarafından tek başına yaratılır. Yeter ki virgülüne kadar tam olarak basılsın. Basıldıktan sonra artık o, o’dur. Yazarın dediği dedik, öttürdüğü düdüktür...
Ben bir de Göç Temizliği ile ‘anı-roman’ türü icat etmişimdir. Bilinçle aranıp bulunmuştur. Çünkü burda sözkonusu olan çocukluk anılarını, hayat hikâyesini falan yazmak değildir; içinde yirmi beş yıla yakın çalışılmış bir odanın ‘hafızasından’ dökülenlerin kurgulanıp Ruh Üşümesi’ne ‘oda romanı’ demeyi seçmem de böyle: Bu roman çok çalgılı orkestral bir roman değil, az çalgılı, olup olabileceği kadar intim bir oda müziği kıvamında olsun istenmiştir tarafımdan...
— Dar Zamanlar’da Aysel’in duyarlı kişiliği sorunları paratoner gibi üzerine çekiyor. Koca bir toplumun ağırlığı sanki onun üzerinde. Durmaksızın düşünen bir kişiliği var. Buna rağmen çözüme yönelik bir düşünme biçimi yok. Ahmet Oktay’ın Üç Beş Kişi üzerine bir değerlendirmesi var. O yazıda Ferit Sakarya’nın fikirlerine karşı diğer roman kişilerinin alternatif üretemediğini söylüyor Oktay. Bunu, sizin edebi eserde sonları ve fikirleri “ucu açık” bırakmaya düşkünlüğünüzün bir sonucu mu saymalıyız? Yoksa edebi eserin işlevleri arasında toplumsal/siyasal sorunlara veya sınıf çelişkilerine hayali bir çözüm ya da yaklaşım getirmek olmadığı söylenebilir mi?
— Üç Beş Kişi’nin Ferit Sakarya kişisi hakkındaki değerlendirmelerini ne Ahmet Oktay’a ne de Fethi Naci’ye yakıştırmışımdır. Çünkü her ikisi de Türkiye Cumhuriyeti toplumunun sosyal, siyasal, ekonomik dönüşüm ve değişimlerinin olumlu yönde seyretmediğini bal gibi bilmektedirler. Ferit Sakarya için “romanın sevilen, en güvenilen, çok özlenen, istenen tek kişisi bu adam,” denilip çıkıldı. Esnaflıktan iş adamlığına geçme gayreti içindeyken ailenin geleceği önüne çıkan bir kadın ‘engelini’ bir otel odası yatağında sevişip kullanarak önüne iki kâğıt papel atmak suretiyle ortadan kaldırılması... İşte bunun gibi ‘para ahlâkına yatkınlık işareti’ görmezden gelinerek... Herkesin özlediği, huzurlu günleri adına umutlar beslediği adam Ferit Sakarya! Evet öyle. Eskişehir Cer atölyesi işçilerinden birinin dosdoğru, düpdürüst anasız babasız ve erkek kardeşine bakmak zorunda kalmış kızı Kısmet’e bir ‘iş kapısı’ açmış, ayakta kalmasını sağlamış tek kimse ‘büyük umut’ Ferit Sakarya!... Her şey olması gerektiği gibi olmaktadır. (Bakz.: Yazsonu romanı, ilk cümle.)
Kurtuluş savaşının ilk haberleşme merkezi olup Cumhuriyet’in ilk fabrikası ‘Şeker’in sahibi, demiryolunun ilk istasyonlarından biriyle ilk motor atölyesinin yeri olan Eskişehir’in taşra esnaflığından fabrikasyona geçme hevesi taşıyan Ferit Sakarya’sı... Memleketin kalkınma çaresinin ulusal ekonomiyle kendine yetmekte yattığı görüşüne bağlı. Bunun yarattığı heyecan kendisini ne kadar aceleciliğe itmişse, 1980 darbesinin yarattığı kaotik ortamda romanın bu kahramanını notlamak da sevgili Ahmet Oktay ile –edebiyatımızın başı sağ olsun– değerli Fethi Naci’nin de o kadar acelesine gelmiştir. Önünde sonunda kalkınma yolundaki atılımcılardan Ferit Sakarya hiç değilse şimdiki ‘laik ve ulusal’, AB dışında kalıp kendi içine kapalı ekonomi kalkınmacılarına’ bir ibret ışığı yerine geçebilse bari. Roman yazarını böyle böyle şeyleri işlemeye iten umut, bu umut olabilir... ama dişi cinsten yazarların ‘romanlarıyla falan’ böyle ciddi ciddi meselelere burunlarını sokmalarını kim takar!!! Yine de şuna bile değineyim: Üç Beş Kişi’nin figürleri arasındaki kolej-üniversite mezunu, akademisyen, bilim adamlarımızın yanlarına öğrencilik yıllarından o güne kadar yakın dostları olan Ferit Sakarya’yı da katmak farz olmuştur!
Halkın insanî haklarının hemen hemen hiçbirini sağlayamamış kamu hizmetleri karşısında göçlerle birlikte ABD’ye silah gücü eşittir para gücü borçlanmaları gibi bir bağımlılığın çıktığı bilinip durmakta. Endüstri devrimi gerçekleşmiş bulunmakta. Gelişmiş devletler seri üretimle geniş pazarlara yönelmiştir. Artık taşka kentlerimizde esnaf ya da tarlası tabanı olan kişiler (aileler) alacak vereceklerini kasa başındaki küçük hesap defterlerine mor kalemi dudakları arasında ıslatarak kargacık burgacık kaydetme zamanın geçtiğinin de farkındadır. Çocuklarını üniversitelerde okutma güçleri olanlar, kapalı ekonomiye karşı bir yenileşme isteği taşımaya başlayan oğullarını yabancı üniversitelere kapitalist sistemin yollarını yöntemlerini, kısacası ‘ekonomi politiği’ öğrenmeye göndermektedirler. Koç, bu anlamdaki elemana duyduğu ihtiyacı gençlere burs verip kendi işine göre yetiştirerek gidermeye çalışmış değil midir?
Cumhuriyet döneminin ilk esnaf kuşağı kendisine yeterli değil de kamu üretimi ‘milletini’ sağlıklı, insanca yaşama şartlarını yerine getirmekte yeterli mi? Sıtma ile mücadele başarılmış, ‘demiryolları yurdu bir uçtan bir uca saracak’ken Batı motorlu araçlarla, traktör, otomobil, otobüslerle dünyayı bir uçtan bir uca sarmaya başlamıştır. Sarmıştır. Eh buyursun artık üç beş tarlanın sahibi ve Cumhuriyet milletvekillerinden birinin oğlu Ferit Sakarya! İnsanlar ‘hadi gel, hadi gel!’ deyip durmakta. Aranmakta. Beklemekte...
Fethi Naci bir yazısında: “Bu romanın Ankara’daki bir evin terasında toplanmış ‘aydın takımı’ sahnesinde bunların arasında neden Kenan Somer yok ki?” diye sormuştu.Ona: “Sevgili Fethi Naci, Kenan bey herhalde ‘o takımın’ ulusalcı Ferit Sakarya’ya yakın duran ‘solculuklarını’ beğenmiyordu ki toplantıya katılmadı,” diyebilseydim, ense tokat güle güle barışırdık herhalde. İçimde kalmıştır.
Hiç değilse katı feministlerimiz Çağdaş Yaşamı Destekleme Derneği’nin ‘Herkes Okula’ kampanyası desteğindeki kitap adlarıyla bütün çiçekçi ve manav adlarının ansızın nerden nasıl ‘Kardelen’ler kesildiğine mim koymuş olabilselerdi romandaki Kardelen karakterinin estetik boyutuna saygıyla...
Sorunuzun ilk bölümü çok kışkırtıcı idi; yanıtı da çok uzun sürdü. Artık olan olmuştur. Eserlerimi sonlarını hep ucu açık bıraktığım gözleminize gelince. Doğru. Kesin çözümlerden hep kaçınmışımdır. Ders verir gibi yazılmış roman ve hikâyeler pek ilgimi çekmemiştir. Hayalleri beslemek kestirip atmaktan çok daha üretici değil mi?
Üç Beş Kişi’yi okumuş bulunduğunuza göre farkında olmuşsunuzdur: Ben burada olması çok istenen, özlenen bir şeyi o ân oluyormuş gibi de yazdım, olmasından çok korkulan bir şeyi, sırtınızı ter basarmışçasına oracıkta oluyormuş gibi de... Havada asılı kalan boşluklar okur duyarlığına dokunuşlardır.
— Ruh Üşümesi sırf bunu konu edindiği halde orada fanteziye girmediğinizi, cinselliğin bile daima hoşa gitmeyen gerçeklerle gölgelendiğini, oysa Hayır’da olduğu gibi ölümün/intiharın fantezisini yaparken (Aysel’in farklı hayalî ölüm şekilleri) çok rahat olduğunuzu düşünüyorum. Kaçınılmaz olana karşı bir acelecilik var mı burada? “Ne olacaksa bir an önce olsun” veya “nasılsa gelecek, bari hemen gelsin” gibi. Başka türlü soracak olursak Adalet Ağaoğlu “ölüm” (biyolojik bir son olarak, bir insan eylemi –intihar- veya insanın insana yönelttiği bir zulüm biçimi –öldürme- olarak) karşısında nasıl bir tavır takındığını düşünüyor? Mesela “Bileyici” öyküsünde öldürmeyi âdeta “haklı” gösteren bir son var.
— Beşir Fuad gibi ölümün felsefesini önceden, nerdeyse temrinlerini yaparak ölümü seçenlerinkine intihar diyebilirim ben. Ölüme biyolojik bir gereklilik diye serinkanlı, ‘akılcı’ bir yaklaşımla bakmak da var, yakınlarınızdan birinin can çekişe çekişe öteyana doğru kayışı karşısındaki büyük çaresizliği yaşayarak ölümle duygusal anlamda tanışmak da... Ben cennete, cehenneme inanan biri değilim. Ölmek korkum yok, ama sürünerek gitmekten korkum her korkumun üstünde; o da başucunuzdaki yakınlar şu büyük çaresizlik çilesini çekecekleri için. Yeri ve zamanını doğru seçtiğimi sandığım intihara yakınlığım ya da yatkınlığım var. Çekindiğim de “ya tutturamazsam” diye...
Bileyci adındaki hikâyemde baskıcı, soysuz, faşist ‘mülk sahibi’nin insanoğlunu kıyıma sevkettiğini, kendi mezarını kendisinin kazdığını söylemek istemişimdir. Yoksa bana olabilecek en büyük kötülüğü dokunmuş birini yok etmek üzere kiralık katil tutabileceklerden değilim. Tartışmaya çok açık olsa da kurban eti yiyemem; yemedim. Gözünü canlıyken ıpıl ıpıl gördüğüm balığın etini hâkezaaa.
Depremde yıkıntılar altında kalmış olanlarla birlikte yaşadığımı söylersem, lütfen inanın. Hayır...’daki yaşlı şair yazarın Aysel’in ölüm biçimlerini hayallemelerini yazarkense inanın pek keyiflenmiş, hattâ gülüp durmuşumdur. Eh, önünde sonunda fantezi fantezidir. Bu romanın sonu da belirsizdir ya? Aysel’in başına ne geldiğini, nereye kalkıp gittiğini soran okurlar olmuştur. Üniversitelerdeki konferanslarım dahil. “Valla ben de bilmiyorum.” demişimdir. Kimbilir, beki de bir ân’ın romanını yazmayı isteyip durmuş, bir türlü de yazamamış yaşlı şair yazar biliyordur. Aysel’in ölüm sahnelerini o hayal edip durduğuna göre?..
— Bir roman gücünü bazen verdiği hazdan, bazen de yarattığı tiplerin ruhlarındaki çatışmadan, derinlikten alabilir. Bazense, hayata verdiği cevaplardaki kapsayıcılıktan. Dostoyevski gibi romancıların çatışmayı ve şiddeti, Orhan Pamuk gibi romancıların hazzı hedeflediği, Orhan Kemal gibi romancıların hayata cevap üretme telaşında olduğu söylenebilir. Muhakkak ki her biri iyice ayrışmış olmadığı gibi yazarların dünya görüşleri ve yatkın oldukları teknikler de bunu belirlemede esastır. Belki sizin için de bunu bizim tespit etmemiz ve incelememiz gerekir ayrıca ama sizin yorumunuzu merak ediyorum. Bir esere başladığınızda sizin hedeflerinizden hangisi ağır basar?
— Yazarın yazdıklarını belirleyen hiç kuşkusuz düşünceleri, hattâ inançları bağlamında hayatta duruş biçimidir. İnsan haklarına tecavüzde bulunan her tutuma karşı durmak, görüyorum, biliyorum çığlığı atmak, bunları insanî bakımdan inandırıcı kılmak benim hiç üstümden atamadığım bir sorumluluk duygumdur. Ortalıkta boşu boşuna kalabalık ederek dolaşıp durmak yerine hayatta olmanın borcumu ödemek gibi bir şey.
Dar Zamanlar’la uğraşmak, darlığın, daralmanın ana damarına inmeye çalışmak bana iktidar, parti, dernek, hücre, çete mete’ler tarafından verilmiş bir görev değil. Bu da Dosto’nun çelişkilerin kötü meyvesi olan şiddete karşı durması anlamına gelebilir. Orhan Kemal ‘kaçış’ mecburiyetine düşen, Jean Valjan gibi çalıp çırpan insanlar için derinlemesine anlayışlıdır. Ondaki bu empati hep yerli yerindedir, ama asla şiddet öğütlemez. Orhan Pamuk yazarak keyifleniyor, bundan haz almış oluyorsa; bu da onun tek ihtiyacının içini dökerek ferahlaması anlamına gelebilir. Canım işte önünde sonunda hepimiz ‘varız’ demeye, varlığmızdan sevinç duymaya getirmekteyiz (!) Bu da kuşkusuz el ve kol kuvvetiyle beş çocuk beslemeye çalışanlara göre bir keyif değil. Ancak sayısı onlardan çok daha az fikir emekçilerine lâyık bir teselli neşesi...
Benim için bir romana başlarken ağır basan neyse, yazarken de odur. İnsanları eğitmek gibi didaktik bir fikirle başlamam işe; çok satsın, çok okunayım; öyleyse şundan şu kadar, bundan bu kadar koyayım diye de sıvamam kolları. Aklımdan bile geçmez. Bütün mesele içime düşeni nasıl inşa edeceğim, bilinir kılacağım meselesi. Diyelim ki, hızla yavaşlığın bir köşebaşında çarptığı ânın bilinci beni tam şuramdan yakaladı; işte artık bu bilinç ânı girdisi çıktısıyla bir polisiye yazıyormuşum gibi kovalar durur beni. Bu da zaman denen şeyle hesaplaşmak demeye gelir. Başlarda dediğiniz ‘tarihle oynama’nın yazara bahşettiği bir keyif de yok değildir. Bir anlamda şöyle: Nerede sanki durup dururken bir çarpışma, bir çatışma, işte orada ateş basarcasına muhalif bir silkinişin sesi... Bu sesin yankılanışlarına kulak vermeden duramam. İçine düştüğüm haller bunlara benzer şeyler işte...
— Romanlarınıza başlamadan önce pek çok oyun yazarak yazı deneyiminizi arttırdınız. Bunun romanlarınıza zaman ve sözcük ekonomisi açısından çok olumlu katkısı olduğunu sanıyorum. Oyun yazarken sanırım konuşanların birbirini duyduğunu ve buna göre yanıtladığını gözetmek zorundasınız. Yani her konuşan özne diğerine göre konumlanmak zorunda. Herkes özne. Meseleyi dramatize edip sonuçları ve yargıları okuyucuya bırakmak, bunu seviyorsunuz. Zaten “Akıl vermek bana düşmez” deyişiniz de bunu doğruluyor. Bu yöntemin romanlarınızdaki açık uçluluğu/birden fazla sonucu ima eden sonuçsuzluğu belirlediği söylenebilir mi?
— Yazarın kitaplarını okumuş, bunlar üstünde olumlu olumsuz fikirleri olanlarla, genel anlamda edebiyat, sanat, kültür üstüne görüşleri bulunan kişilerle konuşup tartışmak şimdi olduğu gibi zevkli, güzel bir şey aynı zamanda da sohbeti koyultucu. Bu şimdiki sorunuza bir yanıt olabilir belki. Romanlardaki zaman ve kelime ekonomisine bir kapı aralama açısından, demek istiyorum.
Başka söyleşilerde de belirttim sanıyorum: Tiyatro oyunu yazmak demek, zamanla sınırlılık demek; bunu gözönünde tutmak. İzleyiciyi bir tiyatro salonunda üç saatten fazla oturtamazsınız. Müzikaller, şiirler, danslar, film/kukla gibi görsel avlayışlarla belki, ama metinle, diyaloglar, yani sözler, kelimelerle asla... Bazı roman yazarları kendi düşüncelerini kahramanlarından birinin ağzına verir, anlattırır dururlar. Sahne oyununda bu olamaz. Burda ‘evet” ve ‘hayır’lar bile boşuna söylenmemeli. Öyle bir ‘peki’ dedirtmelisiniz ki, bunun altında sekiz on cümlelik bir anlam yatmalı. Çehov’un dediği gibi: Eğer oyunda bir tabancadan bahsedilmişse, o tabanca mutlaka patlamalıdır. Ben bazı romanlardaki; şu buna dedi ki:.... O da ona dedi ki:..... Bu sefer öteki de:..... diyorsunuz ama:...... diye cevap verdi vb. zamanın gerekli akışına ve anlamına tek katkısı bulunmayan diyaloğları okurken şöyle bir baş hareketiyle bunları kitaptan silip çıkardığımı farketmişimdir. Bu bana romandaki diyaloğları olabildiğince azaltma uyarısı yerine geçmiştir. Roman okurunu zora koşmak için değil bunun böyle oluşu. Onu bu noktaya gelene kadar leb denmeden leblebiyi anlamasına hazırlamak.
Eskiden romanların son sayfasına ‘Son’ veya ‘bitti’ diye yazılırdı. Sanki romanın namazı kılınmış, mezarına gömülmüş gibi. Böylece yazar okura apaçık el koymuştur. Haberiniz olsun, bu iş burada böylece bitmiştir, demekte; onun tasavvur etme özgürlüğüne el koymaktadır. Ben ‘final’in açık uçluluğuna ilk romanımla başlamışımdır. Fakat yayıncı okura bir yardımda bulunmak istemiş olacak ki, son sayfanın sonuna bir ‘Bitti’ kelimesi attırmıştır. Ayıptır söylemesi; kahrolmuştum. Doğrusu hayatım roman değil ama, romanım hayattır.
— Kadın, öykülerinizin ve oyunlarınızın ana öznelerinden biri. Kimi öykülerinizde Doğu-Batı karşıtlığından yola çıkarak kadınının ezilmişliğini, toplumsal baskıları, çevre ve inanç baskısını anlattınız. Burada da sizi ayrıcalıklı kılan farklı kesimlerin (ilerici-aydın) kadın algısını da eleştirmeniz oldu. Yüksek Gerilim’deki “Özgürlükçü” öyküsünde ilerici bir politikacının ikiyüzlülüğünü anlattınız. Kadına gündelik hayatında insan gibi bakmayan, ama lafa gelince onları özgürleştirmeye çalışan (politik söylevleriyle) bir politikacı tipini eleştirdiniz. Benzer bir yaklaşımı da Hadi Gidelim’deki “Kimi Zaman da...” öyküsünde sergilediniz. Köy edebiyatını, popüler edebiyatı gündeme getirdiğiniz öyküde, ilerici bir yazarın kadına geleneksel “erkeksi” bakışını eleştirdiniz. Sorum şu: Ülkemizde kadının yazgısı değişmiyor mu ya da değişiklikler yüzeysel mi? Bu yanlış kadın algısını, erkeksi bakışı neye bağlıyorsunuz?
— ‘Erkek Yazar’ların kitaplarındaki kadına bakışları, hayatta olduğu gibi hep ufalayıcı, cinsel obje açısına odaklanmıştır; kadın haklarına saygılı, feminist kocalar, sevgililermiş gibi yapmaya çalıştılarsa da bu yalancıktan öyledir. Ben hep sert feminist kadın yazarların ikinci sınıflıktan sürekli şikâyet etmelerinin, yani kendilerinin yanıbaşına ‘erkek yazarlar’ın birden asıl onların ikinci sınıf olduklarını, kendilerineyse rahatça birinci sınıflık payının düşeceğini düşünmüşümdür. Şimdi burada istatistik veriler, iki cins arasındaki farklılıkları aşma girişimlerinin ilmine bilimine dalmaksızın şu kadarcığını söyleyeyim ki; erkek cins hep ‘erkekliğine tutsak’ bir cins büyüyememiş çocuk, çocuktur. Öylece de kalakalmıştır. Açıkcası, önümüzde duran asıl sorun erkeğin erkeklik sorunudur. Kadınlar değişimlere karşı daha açıklar, buna daha yatkınlar çünkü durumlarından hoşnut değiller. Kendilerinden kurtulmak istiyorlar. Ne kadar ezilirsen o kadar başkaldırır, direnirsin. Fakat nasıl?
Sanırım sorunuzun yanıtı işte bu ‘nasıl?’da yatmakta. Kapitalist değerler baskını sonucu toplumumuzda pek çok şey ‘değiştiği’ gibi ‘kadının yazgısı da ‘değişmekte... Bütün dünyada böyle bu.
Kadınlar eskisine oranla yavaş yavaş ‘ev kadını’ olmaktan çıkmış, dışarda çalışmaya başlamış, bir anlamda ‘ekonomik özgürlüklerini’ kazanmaya başlamışlardır. Kadın erkek arasındaki ilişkiyi büyük ölçüde belirleyen şeylerin önemlilerinden biri bu. İkinci elden gelir sağlama, dayanışma ilişkileri de değişmekte. İyi. Peki ama nasıl? Ne yönde? İşte burası iyi değil. Kadınlar kendilerini otoriteye aday görmeye, ‘erkek gibi olmaya’ başlamakta. Baskı ve şiddeti ele geçirme eğilimleri gittikçe artmakta. Nasıl yani?
Bizde daha yakından gözlemleyip görebildiğim kadarıyla şu otorite sahibi olma eğilimleri yanısıra ‘özgürleşme’ halleri de yüzeysel. Yani biçimsel.
Günümüz değerler sistemine bakarak söylenebilir ki, nerdeyse genel anlamda kadınlar şöyle noktalar çevresinde dönenmekte, döne döne ölesiye yorulup düşmekteler: Eros, Aşk adına Göze girmek, dolayısıyla Tüketim, Tüketim dolayısıyla Lüks, Lüks dolayısıyla Kazanç, Kazanç dolayısıyla düşünce ürünlerinin üstünü örten biyolojik sermayenin, açıkcası Beden’in pazara sürülmesi: Haydan gelen huya gitmekde... Bu da bir türlü büyüyememiş, kendinden kurtulamamış erkek cinsin hâlâ daha cinsel objeye bağımlılığının yarattığı bir piyasa. Ezilmişliğin en ezilmişi olan kadının ‘özgürleşmekten’, yani kurtuluştan anladığı yazık ki gecekondudaki komşusuna filanca firmada mankenlik ‘kazandığı’nı, falanca yarışmada güzel göğüs yıldızı seçildiğini muştulayabilmek... Piyasanın malı.
Aydınlanmış, feminist bilinç edinmiş erkeklerimiz de kadınlarla tüketim yerine daha yaratıcı ilişkilerinde sık sık yaya kalmakta; çünkü kadınlar da onlara sık sık ana kucağı ikram edip epeyce de onların çağdaş kahramanlıklarına âşık olmakta: Haydi buna da eşitlik peşindeki aydınlanmış bizlerin zaferi, diyelim! Eski destanların Giyom Tel aşkına, Ortaçağların Külkedisi masalına kavuşmanın (!) zaferi. Tevekkeli Milan Kundera zamanımızın Ortaçağa dönüş zamanı olduğu düşüncesi üstünde öyle uzunboylu durmakta...
— Romanlarda çevreye dair tasvirleri ayrıntılarıyla görmek mümkün. Yani olabildiğince somut olarak betimliyorsunuz ortamı. Hatta tasvirlerinizde tasannu’a varan bir süslemecilik olduğu söylenebilir. Yazsonu’nda mesela. Buna rağmen bende oluşan bir kanaat var. Sanki yoklukla varlık arasında kaygan bir zeminde var oluyor kişileriniz. Bunu düşsel anlatımınızla özellikle sağlıyorsunuz. İki ayrı kodlama var çoğu eserinizde. Balzac hastalandığı zaman kendi yarattığı köy hekimini istemiş ya başında. Siz hiçbir durumda yarattığınız kişileri çağırmayacak kadar biliyorsunuz onların birer yazınsal figür olduğunu. Bunu inandırıcılığın yetersizliği bağlamında söylemiyorum. Mahsus böyle olsunlar istemişsiniz sanki; yaşamla-ölüm, gerçekle-gerçekdışılık, gerçekle-düşler, somutla-soyut arasında, vb. Ne dersiniz?
— Doğrudur. ‘Nükleer çağın değerleri’ni ‘tüfek icat oldu, mertlik bozuldu’yu bilmeden anlayamayız. Sanayi devrimi, teknolojik girişimler çevreyi de yaşanmaz, soluk alınamaz hale getirmekte. Yazsonu’ndaki betimlemeleri özellikle bunun için öyle inceden inceye uzun uzun yazmışımdır. Aslında bu romanı salt bu amaçla yazdım. Bâkir, tertemiz kumsalların üstündeki TİT (Türk İntikam Tugayı) şifresini bile gözden kaçırmamaya çalışarak.
“Bilinsin ki dünya denen yerde bir zamanlar böyle cennet misali yerler de vardı yaaaaa, lâkin işte...” demiş olabilmek için; yerküremize bir çeşit şahsî tanıklık. Kuşkusuz, her şey biter, ama yazı bitmez, gibi saf safalak, çocuksu bir hayale belbağlayarak...
Varlıkla yokluk arasındaki kaygan bir zamandayız. Değişimlerin hızının yarattığı belirsizlik. Düşünsenize ortalıkta daha postmodern edebiyatın P’si bile yokken yayınlanmış bu romanın Avrupa üniversitelerinden birinde incelenerek bir ‘Pre Postmodern’ roman olduğunun ortaya çıkarılmış bulunması aklımıza gelir miydi? Yazsonu’nun İngilizcesi bu yılın Nisan ayında New York’da yayınlanmış bulunuyor. Bakarsınız elin okuru bu betimlemelerin tuzağına düşmüş de tatillerini oralarda geçirmeye heveslenivermiş! Aman sakın yine ırza geçme olayının kurbanlarından biri olmasın da.
— Modern edebiyatımızın gelişimini, sizin başladığınız günlerden bugün ilk kitabını çıkaran yazarlara gelene kadar nasıl buluyorsunuz? Özellikle de romanda...
— Genellikle bu konuda suskun kalmayı yeğledim. Genç yazarların yazma ve yayınlanma hızına yetişememekteyim. Sizinkine benzer bir soru bana yazarlığımın 55. yılını kutlama toplantısında da sorulmuştu. Toptan: “Bunları hemen hemen hormonlu meyveler, mora boyanmış karanfiller, erik yeşili, güller gibi buluyorum,” deyip çıkmıştım. Vitrinlere bakınca öyle çağırganlar ki, dolapta yer kalmadığı halde, cazip görünüşlerine dayanamayarak uzanıp alıyorsunuz; ama vah vah, elmalardan elma tadı alamıyor, karanfillerde karanfil kokusu duyamıyorsunuz. Beli bükülmüşleri bağışlaması gerekenler bunu da modern sonrası yenilikçiliğinde yaya kalmışlığa vererek omuz silkip geçsinler. Zaten öyle olmakta. New York’larda roman yazma okulları bitirip dönmüş ‘postmodern’liklerden müteşekkil bir kabile: “Bırakın artık şu 1960-70’ler yazarlarını. İş bizde. Kendi popola