Sanat eseri, geleceğin refleksleriyle titreşimler geçirdiği ölçüde değer taşır.”
Ahlâklı olmak, imanını dünyaya yaymak, irfanını eylem haline koymak demektir. Bu ise, ruhu kudretli olmakla kabildir. Ruhunda cüret ve aşk olmayanın irfanında değer yoktur. Hilmi Ziya Ülken
Şair, sazını eline al... Evet ama, sabah gazeteni okuduktan sonra, saçmalıkları ve bağışlanmayacak pislikleri gördüğünde ve yalnızca askerlik süresine ve Fas savaşına karşı çıkıp, sözde, ihtiyatları itaatsizliğe iten kişiler, bilinmeyen yerlerde otuz yıl, on yıl hapislere çarptırıldığında, bütün bunlara duygulanmak gibi olağanüstü bir yüzsüzlük göstermek yerine, çeneni kapa!”
I. Tutku
İnsanların elinden hayat bulan her kavram, insanlığın kaderini paylaşır. İnsanın, ancak konusu olarak var olabilen bir kavramın gücünü söz konusu edebileceğimiz tek durum, o kavramın insandan gelen ışıltıyı yansıtma becerisiyle oluşur. Kavram, insanda üreyen bir ışıltıyı belli bir açıyla kırarak geri insanlığın üstüne düşürüyorsa, olduğu şey olmayı başarır. Bununsa, ancak elinde can bulduğu insanların ruhundaki kudretle ölçülebileceğini düşünüyorum, çarptığı şeyden çıkan sesle değil. Zira çarptığı yer, her devirde başka bir metâ-ı mergub yaratan, dolayısıyla yaratılan bu mergub metâya güç ve önem atfeden kolektif bilinçtir. Mergub olmak, tümüyle saymaca bir değer yüklenmek anlamına gelir. Bir başka deyişle, yaygın görüşe göre, bir şeyin gücünden söz ediyor olmak, o şeyle muhatap olan kitlenin o şeyden etkilenme hevesinden, aynı zamanda ihtiyacından söz ediyor olmaktır. Ağlamayan bebeğe meme verilmez.
Öte yandan bebeğe bazı yeni ihtiyaçlar öğretilebilir. Gücün göstergesi insanların heveslisi oldukları yerlerde tezgâh açmak değil, onları kıskıvrak bağlayıp özgürlüklerini ellerinden almaktır, ki böylece özgürleşmeyi özlesinler. Edebiyat kendi gücünü, “etkileme kapasitesi”yle sınadığı için güçsüz görünüyor. Etki uyandırmak: Bu saçma sapan bir flört anlayışıdır. Gelip geçicidir. Muhatapla sınanan her duygu gibi tutkusuz, reaktif ve el yordamıdır. Bir adım at ki ben de atayım. İhtiyaçlarını bileyim ki ona göre yazayım. Böyle iradesiz bir bakış kendine çelme atar, istediğinin tersine etkileyemez olur.
Güç, zihnin uzantısı olan elde, şairin ellerinde sözcüklerde değil, müzisyenin parmak uçlarında kulağında değil, heykeltıraşın çekicinde... Güç özseldir. İnkişaf etmiyorsa, şair veya ötekiler çenelerini kapatmak zorundalar; çünkü bu bile bir irade göstermektir. Kalabalık bir meydanda insanlar dört bir yana kendi hızları içinde yürüyüp giderken, bir deli kendi üstüne gaz döker ve tutuşturur. O acıyla sağa sola koşuştururken meydanda herkes durur, herkes ona bakar. Hayatın genel akışı içindeki bu âni kırılma bir şiirdir. İnsanlar bundan elbette etkilenirler; ama delinin amacı, ne onları etkilemek ne yollarından alıkoymak ne de akışı bozmaktır. O, kendi bilincinin değişik zamanını yaşar ve gereğini yapar; ancak bu örneğin bizi ilgilendiren tarafı, yalnızca, delinin içinde sakladığı güç olmalıdır. Deli, gösterdiği kararlılıkla güçlüdür. Oysa insanlar onu üç-dört gün içinde unuturlar ve yeri geldikçe anlattıkları bir anıya dönüştürürler. Bu arada olan biteni, sırf kendileri için düzenlenmiş bir mizansen olarak algılamazlar, olayı kendi içlerinde tolere ederler ve asla suçluluk duymazlar. Anıya dönüşmek, bir eserin başına gelen en iyi şeydir. Her hatırlanışta yeniden varolur çünkü.
Hatırlanmanın yegâne garantisi olan o güç, edebiyatın gücü diyebileceğimiz şey; yazanların hem ayrı ayrı kendi içlerinde barındırdıkları -bir eylem olan- tutkudan hem de aralarında kurdukları insanî bağla pekişen bütünleyici enerjiden oluşur. Örneğin; bireysel olarak son kertede başarılı olan bir yazar, başarısını mutlaka döneminin kendine kattığı kaliteye de borçludur. Kısaca, oluşan resimde fon da figürler kadar önemlidir; ancak bu resim, başka herhangi bir anıdan farklı olarak, tolere edilemez bir anıya dönüşebilmelidir. Bu da ancak bir kuşağın; vahşî bir içgüdüyle, olgun zekanın belirlediği bir tutarlılık ve dayanışma içinde, bir tavrı, inatla ve ısrarla içinde oldukları dile ve millete dayatmalarıyla mümkündür. Örneğin; bugün, Gerçeküstücülük bir anıya dönüşecek kadar geçmişte kalmıştır; ancak tüm figürleri ve bütünlüğüyle üzerimizde yarattığı suçluluk duygusu hâlâ canlıdır.
II. Zaafiyet ve Türkçenin Amansız Perhizi
Bana göre, bugün Türk edebiyatını sürdüren figürler, sahip olmadıkları bir gücün hesabını bir takım katalizörlere sepetleme eğilimindeler. Yazdıklarının gücünden kuşku duyuyorsan yazma. Dehrin huyu değişmez. İnsanlık, en ilkel günlerinden beri her döneminde değişik bir popüler kültür yaratmayı başardı. Bir başka deyişle, edebiyatın önünde -sanıldığı gibi- böyle “yeni” bir engel yok. Ya da şöyle diyelim: Edebiyat deyince akla acaba şehri devlerden kurtaracak yalın kılıç bir yiğit filan mı geliyor? Yani bu bahiste iki seçenek var:
a. Üzgünüm, kahraman bir süre daha bize katılamayacak.
b. O benim işte!
Edebiyatın -genel olarak tartışmasız kabul edilen- zafiyetinde etkili olan şeylere geçmeden şunu anımsamakta fayda var: Edebiyatta olması beklenen gücü, daima “anında” yaptırım gücü olan, “anında” ve hep başka bir şey hesabına işe yarayan, bir çeşit kişisel gelişim paketi sanmaktan vazgeçmek gerekir. Evet, edebiyatın insana sağlayacağı şeyden -ki bunu rahatlıkla yarar diye niteleyebilirim- vazgeçemeyiz; ancak ne var ki Sokrates’in meşhur “tezek sepeti” ve “altın kalkan”* örneğindeki gibi yararı, salt işlevle ve estetikten alınan zevk aleyhine sınırlayamayız. Dolayısıyla edebiyat, salt, güzelliği ihtişamla ortaya çıkardığı eserler yaratmakla bile bir gücün ifası değil midir zaten?
Türk edebiyatı, işte bu yitiğine yas tutmalı! Bunun nedenlerini oldukça kişisel olan gözlemlerimi aktararak açıklayabilirim:
Cehalet. Bunu destekleyen şeyler var: Cehalet cezalandırılmıyor. Yazı deneyini hafife alarak da yazın dünyasında var olabiliyor çok sayıda insan. Bunların geleceğe kalmayacağı, varsayımsal bir eleğin bir seçme yapacağı filan düşünülüyor; ancak gelecek denilen şey de bizden bağımsız ayrı bir yaratık değil ki; üstelik bugün katlanılmak zorunda kalınan niteliksiz bir yazın dünyası -meçhul bir âtîde- nasılsa kaybolacak diye hangi çılgın avunabilir?
Kolaycılık. Taklitçilik. Budalalık. Bunlara karşı hiçbir önlemimiz yok. Hiçbir devirde de olmamış zaten. Sadece sonuçlarla ilgilenen kişiler için yaşanası bir dünya bu. Başkaları gerekli malzemeyi toparlayıp pişiriyor zaten. Biraz ondan biraz bundan, mukallit için ne gam; taklit edebilmek için bile biraz eğitim gerektiği düşünülürse, eğitimsizlere yutturulacak bir sürü zoka hazır.
Edebiyatı salt acıyan yerlere ilâç saymak yahut acıyı dillendirmek amaçlı kullanmak. Bu, insanın doğasına aykırı değil o kadar. Ne var ki ancak bir matrisin ilk basamağı telakki edilebilecek bu anlayış, bir ömre aynı tempoyla yayıldığında, ortak beşerî alanın diline transpoze edilemiyor.
Meslekî, aşkla ilgili ya da genel başarısızlıkları ödünleme aracı olarak edebiyatı kullanmak. Bu, tüm başarılı örneklerine rağmen, sonuç itibariyle dokunaklı bir esere ulaştırabiliyor insanı. Kendi hikâyesinin tekdüze sesine hayranlıkla kapılmış bir yazardan daha sıkıcı ne olabilir? Bu “Savulun bre gafiller!” filan diye durmadan nâra atan biri de olsa mır mır ve içli mırıldanan biri de.
Ölçme ve ayırt etme araçlarından yoksunluk. Bu, Türkiye’de tüm sosyal bilimler alanına yayılmış acıklı bir durum. Kurtuluş Kayalı’nın Üstü Çizilen Yazılar’da verdiği bir örnekte, aynı çalışmaya jüriyi oluşturan hocaların biri “sıfır” verirken, bir diğeri, hatırı sayılır bir not verir. Türkiye’de edebiyat alanındaki ölçüler, bu örnekteki notlandırma sistemine benziyor. Kurumlaşmanın ve dergilerin değer ölçme araçlarının akıl almaz saçmalıkları da bu sistemi besliyor.
Motivasyonun tepkilerle belirleniyor oluşu. Proaktif içsel dinamiklerin olmayışı. Yazan kişilerin kendine inanmıyor oluşu, başkaları üzerinde sağlanacak inandırıcılığı zedeliyor. Böyle yazarlar, öncelikle korkunç bir hürriyetsizlikten mâlûller. Tam tersine, yazanın kendine körlemesine inanması da başkalarını sağlıklı biçimde değerlendirmesini engelliyor. Burada inandığı kendisinin, neyin temsilcisi olduğu önemli. Örneğin; yazan kişinin hevâ ve heveslerini, kutsal bir tutkuyla karıştırıyor oluşu, ortaya çıkan eserin varolma gerekçesini bulanıklaştırıyor. Bana göre, hevesler de, eserde, en az kutsal tutkular kadar yer alma hakkına sahiptir; ancak kendine ya da başka bir şeye hiç inanmayan, dünyaya çocuk bile getirmek istemeyen umutsuz bir kuşak yaratmış oluşumuz, şiir yazıyor olmayı tuhaf bir hobiye dönüştürebilir. Hiçliğin karanlığında şekillenen en fazla “bir çöp yığını kadar benzersiz” şiirler: İşte en zeki olanlardan okuyabildiğimiz bu yazık ki. En beceriklisinden, en kurnazından bekleyebileceğimiz ise bir başkasının karanlığını, sapkınlığını mahirce betimleyebiliyor olması.
Edebiyatı terbiye aleti gibi kullanma eğiliminden hiç söz etmeyelim. Elbette terbiye edecek. Ne var ki insanın pek çok boyutunu reddeden geleneksel zahirci yaklaşımın pençesinde olan bu tutum, şu an için kısır örneklerden öteye gidememiş durumda. Modern sözcüğünü yalnızca bir giyim tarzı sanıyor. Hikmetten doğru biçimde sual edemiyorsan, susarsın ve susmakla da terbiye olunabilir.
III. Gücü Yitirmenin Birkaç Kısayolu
Deli, çocuk ve orospular da ölçüye gelmezlikleriyle, ne yapacaklarının belli olmayışlarıyla toplumu nasıl tedirgin ediyorlarsa -bu nedenle Ece Ayhan’ın dikkatini çekiyorlardı- sanatçı da sırf yaratma ihtimali olduğu şeylerle ölçüye gelmezliğin dik âlâsıdır. Bütün gücü de burada saklıdır. Köyün delisinden daha az sinir bozucu değildir. Yalıtılmışlığında bir deli, nasıl kendi gözünde deli değil de normalse, sanatçının normları toplumun normlarıyla uyuşmadığında da sanatçı kendi normlarından bakarak bir kırılmaya yol açacak. Normlarında, toplumla uzlaşma adına küçücük bir geri adım, milimetrik bir açı değişimi, sahip olduğu gücü olduğu gibi teslim etmektir. Bu içsel enerji kaynağını yok etmeye dönük bir girişimdir.
Bu gücü yok etmenin başka yolları da var; yola çıkış sebeplerini unutmak, ihanet! Uzlaşmak kadar belâya uğratıcı bu yol, dış enerji kaynaklarını yok etmektir. Buna en iyi örnek, sanırım, Knut Hamsun’dur; fevkalâde başarılı saydığım Açlık’ın, Nobel ödüllü Norveçli yazarı. Ülkesinde o kadar çok sevilirmiş ki neredeyse her evde bulunurmuş kitapları. Norveçliler, gurur duyarmış onunla. İkinci Dünya Savaşında, Almanlar Norveç’i işgal ettiklerinde, Norveçliler Almanlara karşı direnişe geçerler. Bu kritik dönemde kimsenin aklına gelmeyen bir şey olur: Hamsun, Almanları destekler. Norveç’te büyük bir düşkırıklığı yaşanır o zaman. Halk, çok sevdiği yazarın bu davranışını hazmedemez; ancak ne var ki kimse tepkisini yıkıcı biçimde ortaya koymaz. Ne küfrederler ne taşlarlar onu. Sadece herkes sessizce, başka şehirlerde olanlar bile, yollara düşerler, ellerinde Hamsun’un kitapları. Ülkenin dört bir yanından yazarın evine gelen akın akın insan, tek sözcük söylemeksizin kitapları evin önüne bırakır, geri dönerler. Evin önünde kitaptan bir dağ oluşur ve bu olaydan sonra Hamsun sokağa çıkmaz hiç. Bir süre sonra da ölür.
Güçsüz kalmanın en kestirme yolu, insanın içine yerleştirilmiş -en değerli duygu- olan sonsuzluk duygusunu çapullamaktır. Hamsun’un yaptığı da buydu, halkına eserleriyle açtığı bütün pencerelerin yalan bir dünyaya baktığını söylemiş oldu.
* Sokrates’e göre; yararlı, her şeyin ortasıdır, hatta yararsızın bile. Hiçbir şey mutlak olarak yararlı ya da yararsız olamaz; çünkü mutlak yararlılık, hayatın sürekli değişen akışında, uçup giden tek bir andan ibarettir. Aristippos’un “O halde bir tezek sepeti güzel midir?” sorusunun yanıtı, bu nedenle, “Elbette ve bir altın kalkan da çirkindir; eğer biri işlevi için iyi şekilde yapılmış ve diğeri yapılmamışsa.” olacaktır.