Emine Batar 1977 Malatya doğumlu. İnönü Üniversitesini bitirdi ve halen öğretmenlik yapıyor. Öyküleri, Hece Öykü, Yediiklim, Dergah dergilerinde yayımlandı. Hece Öykü dergisinde öykü ve denemeler yazmaya devam eden yazarın Uzayan Gölgeler ilk öykü kitabı. Emin Batar’la ilk öykü kitabı ve yazma serüveni ile ilgili bereketli bir söyleşi gerçekleştirdik.
Sevgili Emine öncelikle kitabın hayırlı olsun. “ Yazmak: uzun bir yürüyüşe başlamaktır.” Diyor Nuri Pakdil ve devam ediyor: “ İlkin değilse de, sonra sonra, anlıyorsunuz bir koşuda olduğunuzu; yarıştığınızı; herşeyden önce, kendi kendinizle.”Sen yazı yürüyüşüne nasıl başladın ve bu yürüyüşte kendi kendinle bir yarışın var mıdır diye sorsam neler söylersin?
İlkokul 5. Sınıfta haksız yere suçlandığımı arkadaşıma anlatmak için şiir yazıp defterinin arasına bırakmıştım. Neden konuşmayı değil de yazmayı tercih ettim, bilmiyorum. Arkadaşım şiirimden etkilendi. Kim bilir belki konuşsak etkili olamayacaktım. Şiirle anlaşılmak beni yüreklendirmiş olacak ki ağacın, çiçeğin, gökyüzünün, toprağın şiirini yazmaya başladım. Sanki içimde bir nehir vardı da önü açılmıştı. Bu yıllarca sürdü. O şiirleri sadece kendimi ifade etmek, belki de kendimi tanımak için yazdım. Her yeni cümle, içimde gizli bir katmanı açıyor ve orada saklı olanı görmemi sağlıyordu. Yazdıklarımı birkaç samimi arkadaş dışında kimseye okutmuyordum. Utanıyordum galiba. O zamanlar yazıyı mahremiyet olarak görüyordum. Sonraları deneme ve mektup türlerinde yazmaya başladım. Dergilerle tanıştım. Bir yazar dostumun yazdıklarımın öyküye yakın olduğunu söylemesiyle öyküye yöneldim. Şiir, mektup ve denemeyi öykü diliyle yazdığımı o zaman fark ettim.
Yazıya başlamak belli bir zamanda, belli sebeplerden olmayabilir. Kimi konuşarak, kimi resmederek, kimi de bir müzik aletinin çıkardığı seslerle söyler sözünü. Yazı da bir söyleme biçimidir. A. Manguel’in bu konuda güzel bir sözü vardır: “Çoğu insani işlevimiz tekildir. Nefes alıp vermek, yürümek, yemek ya da uyumak için başkalarına gereksinim duymayız. Başkalarına konuşmak ve söylediklerimizin bize aksettirilmesi için muhtacız.” Ruhunuz, söylemek için yazmayı seçmişse buna siz bile engel olamazsınız
‘Uzayan Gölgeler ‘ ilk öykü kitabın. Öykü yazmak diğer edebi türlerle kıyaslandığında senin için ne ifade ediyor. Öyküde ısrarlı bir yürüyüşün var mı yoksa diğer türlerde de eserlerini görebilecek miyiz, ne dersin?
Öykü kısa zaman dilimlerini anlattığı için, diğer yazım türlerine göre hayatı daha fazla açık eder. Kabaca yaşanıp geçtiğimiz an’larda saklı incelikleri ortaya çıkarır. Gerçeklik algımız ve söyleme biçimimiz öykünün inşasında kendini gösterir. Böylece yeni bir bakış açısı ortaya koymuş oluruz. Bunu geniş anlatımlı bir eserde (roman gibi) yapmak zordur. Romanda genelde detaylar üzerinde durulmaz, bütüne bakılır. Ama bu, romanın gereksizliği anlamına gelmez. Bazı anlatımlar roman için uygundur. Bazen sözü şiirle ifade etmeniz gerekir. Kaldı ki bir öyküyü şu veya bu yolla anlatırken ona en uygununu seçersiniz. Öykü, söyleme biçimimi karşılayan bir tür, bu yüzden vazgeçmeyi düşünmüyorum. Ama bu, diğer türlerden uzak kalmalıyım demek değildir.
Mustafa Kutlu kitabınla alakalı yazdığı yazıda, “ Yeni edebiyat anlayışı şunu getirdi: Ne anlattığınız değil, nasıl anlattığınız önemli. Hayır. Ne anlattığınız da önemlidir, hatta daha da önemli. Kelimelerle bir senfoni yazmaya kalkarsanız. Zor iştir.” Diyerek sisli puslu, nice cambazlıklarla anlaşılmaz hal alan öykülerden uzak bir anlatımı tercih ettiğini belirtiyor. Duru, açık ve akıcı bir dille oluşturduğun öykülerindeki yakaladığın bu doğallığı neye borçlusun. Kimlerden beslendin, sana yazı yürüyüşünde mihmandar olan yazarlar kimlerdir diye sorsam neler söylersin?
Nasıl söylendiği işin sanatsal tarafıdır. Ama yazı, sanattan ibaret değildir. Özünde bir derdi vardır, bu yüzden yazılmıştır. “Öz nasıl olsa görünmüyor, biz kabuğa bakalım” diyemeyiz. Yazar “bir şey” söylemeli. Elbette kendine özgü bir dil ve anlatımla, düzen içinde, sanatsal tarafını önemseyerek yapmalı bunu. Size düşünmek ve yazıyla ifade etmek gibi iki önemli olanak veriliyor. Bunu kullanmak ve anlatacağınız şeyi bir üst dile taşımak zorundasınız. Ortaya çıkan şey hem hayata dokunmalı hem de bir sanat eseri olmalı.
Öykülerimi yazarken başkarakterin ruh haline bürünürüm: Anlayamadığınız birini yazmak samimiyetsizliktir. Sonra onun öyküsü için uygun kurguyu ararım. Bir gerçek var elimde. Bu gerçeğe giydirilecek elbiseyi bulmaya çalışırım. Bulduğumda önce zihnimde yazarım. Sonra bir bütün olarak kâğıda dökerim. Bütün bunlar belki de doğal ve akıcı anlatımı yakalamam konusunda yardımcı oluyorlardır.
Yerli, yabancı birçok yazarı okurum. Hepsinden öğreneceklerim vardır muhakkak. “Benim tarzım değil” gibi bir takıntım yok.
Rasim Özdenören son yazdığı yazısında; “ Bakmayın siz kimi eleştirmenlerin: ‘ Yazar sıradan kişileri anlatıyor, her gün çevremizde gördüğümüz bize benzeyen insanları ...’ dediğine… Yakın dönemin iyi yazarlarından Sait Faik’i örnek gösterirler sıradan insanları konu edinenleri… Gerçekten sıradan kişiler mi onlar? ” diye sorar ve yazarın sıradan kişiye olan bakışıyla artık onu sıradanlıktan çıkardığını ifade etmeye çalışır. Sen de öykülerinde hayatın içinden, sıradan insanların serencamını akıcı ve temiz bir dille aktarıyorsun. Bu bir tercih mi, ne tür etkilenmeler ve okumalar seni mezkûr öykülerin kıyısına taşıyor?
Belki tercih, belki de kendiliğinden gelişiyor; bunun ayırımını yapmak zor. Hepimiz sıradan bir yaşamın içinde değil miyiz? Diğer taraftan yaşamak sıra dışıdır aslında. O halde bir insanın yürüyüşünü bile sıradan göremeyiz. O insan, içinde bir dünya taşımaktadır. Düşünce ve duyguları vardır. Elini hareketlendiren, bakışlarını yönlendiren, sesine ton katan, adımlarına ritim kazandıran sebepleri vardır. Ama yaşanırken üstü örtülüdür, fazlalıklar yüzünden görünürlüğü yok olmuştur. Siz onu en uygun anlatımla ortaya çıkarırsınız. Tıpkı topraktan çıkarılan altın madeni gibi işler ve ona bir şekil verirsiniz. Bunu yapmasaydınız toprağa karışmış altını fark edemeyecektik.
Yazarların anlatım tercihlerini, kahraman seçimlerini önemsiyorum. Hangi karakter için nasıl bir anlatım seçtiğine, nasıl anlattığına, anlatırken kullandığı tasvirlere, ironiye dikkat ediyorum. Ama herkesin öyküsünün kurgusu, akışı, dili kendi yatağında oluşmak zorunda…
Öykülerinde çocuk bakış açısının saf dokunuşuyla harmanlanmış, eviçi hallerini konu ederken siyasi, sloganik, ayrımcı bir dilden ziyade insan hallerinin doğallığı ve içtenliğini gözlemliyoruz. Toplumsal travmaları ve siyasi olayları konu eden öyküler yazmayı düşünür müsün?
Öykülerde evrensel olanı söylemekten yanayım. Genellikle küçük insanların öykülerini anlattım. Küçük yaşantıların içinde büyük acılar, yalnızlıklar, kırgınlıklar vardır. Nereye gitseniz benzeriyle karşılaşırsınız. Parasını almaya çalışan işçiyi, ezber yapamayan çocuğu, ailesini özleyen genci, önemsenmeyen bir kızı, hiç aşık olamamış bir kadını… Aşina olduğumu anlatmak bana daha sahici geliyor.
Yaşamak siyasettir zaten. Siyaseti beli bir düşünceye, belli bir zümreye ait bir kelimeymiş gibi görmeyi kabul etmiyorum.
Malatya büyük bir şehir olsa da taşra edebiyatından besleniyor. Edebiyatın nabzının attığı büyük şehirlerden özellikle İstanbul’dan uzak olmak senin için nasıl bir durum. İlk öykünde: “ …ruhum küçük kasabaya kaçıyor, durmadan. “ derken bu kaçışı sen bir yazar olarak yaşıyor musun?
Büyük şehirlerde hayatın geçişi hızlıdır. Güneşin doğuşu, batışı, ağacın mevsimlik halleri, gecenin karanlığı, gündüzün aydınlığı gelip geçer. Bunu görmek için insanların vakti de olmaz, uygun ortamları da. Taşrada zamanın geçişi belirgindir: Bir insanın ayak sesleriymiş gibi duyarsınız, hissedersiniz, eşlik edersiniz. Taşrayı seviyorum, ama bu hep taşrada yaşayacağım anlamına gelmiyor.
Bazı şehirlerin insanı saran ruhları vardır. Bazı şehirler öfkelidir, bazıları kırılgan, bazıları gururlu… Onları şekillendiren insan mıdır, yoksa insanını şekillendiren şehir mi olmuştur? Doğrusu bir süre kalmak ve oraları yazmak isterdim. İstanbul bütün şehirlerden ayrı bir öneme sahip benim için. İstanbul’dan uzak olmak istemezdim. Kim bilir, belki orada olmamı gerektirecek vakit henüz gelmemiştir.
Geberik öyküsü kurgu ve anlatım olarak beni oldukça etkileyen öykülerden. “ Etrafta toprak kokusu var. Mezarlar açılıyor ve ölüler caddelerde geziyor. Pencerenin ardındaki karanlık, ölüleri saklıyor.” Derken dramatik, eş zulmüne ve haksızlığına uğrayan hala’nın öyküsünde çocuk bakış açısıyla yapılan tüm haksızlıkların resmini fragmanlar halinde sunarken; ölü mefhumunu sırlı, ürküten hikâyelere sarmalayarak toplumdaki hurafeleri ve yanlış inanışları anlatırken ahrete yaslı bir çocuk yüreğinin sancılarını duyumsuyoruz. Sen kaleminle bu çocuk yüreğinin ne denli yakınındasın diye sorsam neler söylersin?
O çocuk ben değilim ama öyküyü ben yazdım. Yani tam da çocuk gibi düşünüyorum. Geberik benim için de özel bir öykü. Çok zor doğdu. Yazdıktan sonra iki yıl beklettim. Bir şey eksikti, kurgu öyküyü tam sarmamıştı. G. Garcia Marquez’in “Yüzyıllık Yalnızlık” kitabını okuyordum. Kitap, Geberik öyküme ilginç bir son ekleme yolunu açtı. “Ama Seyit’in hikâyesi burada bitmedi” cümlesinden sonraki kısmı bu kitabı okuduktan sonra ekledim ve bu son haliyle dergiye gönderdim.
Söyleşi için teşekkür ediyorum. Son olarak neler okuyorsun bu günlerde, tezgâhta yeni kitap var mı?
Aslında bir kitap dosyası oluşturacak hacimde - bazıları yayımlanmış bazıları bekleyen- öyküler var elimde. Bunun dışında henüz tamamlanmamış dosyalarım da var. Şu sıralar W. Faulkner’in Tapınak romanını ve Hemingway’ın Kazanana Ödül Yok öykü kitabını okuyorum.
Ben teşekkür ederim.
1971 Reşadiye Tokat doğumlu yazar Lise ve Üniversiteyi İstanbul’da bitirdi . Kısa süre muhabirlik ve öğretmenlik yaptı. Bağcılar ve Bahçelievler Kültür Mdlüklerinde görev aldı . Pamuk Şekeri Çocuk Dergisi’nin genel yayın yönetmenliğini yaptı. Edebistan Sitesi’nin söyleşi editörlüğünü bir süre sürdüren yazar İstanbul Yazarlar Birliği Yönetim Kurulu üyeliğinde bulundu.