Yüzleşmek zordur. Kendine dönüp bakmak, tenhalarına doğru yürümek oradan içinde bulunduğun muhite ve çevreye derinlemesine yolculuğa çıkmak hep korkutur. Uzaklara doğru konuşmak, uzaktan bakmak ve eleştirmek nedense daha kolay gibidir. Gençliğimiz bedenimizden ve ruhumuzdan yavaş yavaş çekilirken oluyor ne oluyorsa. Şehir yanıyor, şehrin sokakları yanıyor… Elimizden kayıp giden gençliğimizin üzerine doğru akan, kirleten, onulmaz yaralar açan, ruhları dönüştürüp değiştiren zamanın ayartıcıları ile karşı karşıyayız…
Taksimden aşağı doğru oluk oluk akan o ‘sapkın’ insan seli… Yaşlısı, genci, kadını, erkeği ve daha çok da ergeni ile başka diyarlardan gelmedi. Başka memleketin, başka dünya şehirlerinin sokaklarından akın akın seferler düzenleyerek gelmediler… O yürüyen ve özellikle sosyal medyada ağır hakaretlerle anılarak, sapkınlığın temsilciliğini üstlenmiş güruh bu toprakların evlatları…
Evet, yüzleşmek zordur. Dönüp kendine bakmak, kendi yaralarına merhem bulmaya çalışmak zordur. Bir anne için evladının ayıbı günahı neyse, bir toplum için bir millet için de beraber aynı havayı soluyup aynı toprağa bastığı insanının günahı ve sapkınlığı aynı şeydir. Yaraları bazen göstermek zordur. Çünkü en onulmaz yerlerde, en olmadık zamanlarda sarıp kuşatırlar. Kendi toplumunun içinden çıkıp gelmiş gençliğin yarası da böyledir.
Taksimden aşağı doğru akan o sapkın insan seli… Evet, durup düşünmemiz gerekiyor. İsmail Kılıçaslan’ın en zor yazı olarak isimlendirdiği yazısında dediği gibi, kafamızı kumdan çıkartıp etrafımızı görmemiz gerekiyor. Görmemiz, etrafımızda olup bitene bakmamız, yaralarımıza dokunmamız gerekiyor. At gözlüğünü gözlerimizden çıkartıp, ufku ötelere açık, ufku alabildiğine geniş bir açıyla dünyamızı kavrayan bir bakış atmamız gerekiyor etrafımıza…
Gençliğimiz tükenmişliklere, gençliğimiz cehennemin yangın duraklarına hızla akarken planlanıyor her şey… Topyekûn bir savaşın tam ortasındayız ne yazık kuşatılmışız. Ekranlardan oluk oluk akan çarpık kimlik inşa operasyonlarının neticesinde boy veren, beslenen, internet ortamının iğdiş eyleyen, özgürlükler adına cinsiyetini bile sorgular hale getirilen bir genç nesille karşı karşıyayız. Bu nesil bizim mahallemizin sakinlerinin arasında da yer alıyor. Ne yazık kimse masum değil. İğne, çuvaldız farketmiyor, herkes birilerine çuvaldızı batırma derdinde ama canımız yanmasın istiyoruz. Oysa yaralar çok derin evlatlar bu toprakların çocukları.
Evet, yüzleşmek zordur, bir travestinin, lezbiyenin ne bileyim işte bunlardan birisinin anne ve babası, ailesi hiç aklımıza gelir mi? Ya Hz. Lut’ un bir ömür çırpınışlarını düşünür müyüz hiç. Ey dostlar kınamak, yok saymak, uzak olsun demek, görmezden gelmek çok kolaydır. Ama zor olan, işte zor olan onları bu raddeye getiren sebepleri düşünerek çareler aramak… Evet, günahkâra değil günaha odaklanmak. Bu sapkınlıklar birden olmuyor. Elbet bir sebebi var. Ekranlarda masum dizilerin, mahremiyet yokunu tüm programların müdavimleri halkım ruhunun derinliklerine doğru akan kirliğin farkında olmadan değişiyor ve dönüşüyor. Hele internetin her zerresinin ulaştığı o temiz zihinler, berrak dünyalar. Özgürlük adına çıkılan yolların sonunda ulaşılan menziller ne yazık hep yanlış adreslere çıkıyor.
Onlara aşılanan özgürlük fikriyle tüm sapkınlıkların, sınırsız yaşamın duraklarında zehirlerin ruhlarına inceden inceye derinlemesine hiç farketmeden sızması sonra. Sonra işte akın akın bir kalabalık öylece akar şehrin ortasına doğru. Kimbilir hangi ev yangın yeridir, hangi anne travesti olan evladının arkasından nasıl bir yürek yangını yaşamış, hangi baba başını elinin arasına alıp utanç içinde insanlardan yüzünü çevirmiştir. Zordur yaralar. Bir tanıdığım bir gün “ Ah evladım evladın ayıbı günahı en olmadık yerde çıkan yara gibidir, kimselere gösteremezsin demişti.” Evet, en onulmadık yaralarımızla başbaşayız. Kimse masum değil… Kimse kaçmasın ve avazı çıktığı kadar bağırarak bu günahın saiklerini kınamasın. Yoksa… Diyorum ve susuyorum. Kınamak deyince Efendimizin uyarısı geliyor aklıma. “Kınamayınız, kınadığınız şey başınıza gelmedikçe ölmezsiniz.” (Tirmizi)
Bir zamanlar görmezden geliyorduk bu can yakıcı durumu… Ama artık oluk oluk caddeler boyu insan seli halinde akıyorsa gözlerimizi açmamız gerekiyor.
Ey dostlar güzel çocuklarımız var bizim. Bizim mümbit topraklarımızda, şehit sularıyla sulanmış bu aziz vatanda yarınları bırakacağımız ve yine oluk oluk akıp gelen gürül gürül ırmaklar gibi çağıldayarak gelen tertemiz bir gençliğimiz var hamdolsun... Onlar bizim umudumuz, yarınlarımız, biz onlar için yaşıyoruz. Onlar bizim rüyalarımız, düşlerimiz. Ama işte o rüyaların yanında karabasanlar da var. Bu karabasanlardan uyanma zamanlarındayız.
Kendi evladımızı düşündüğümüz kadar, komşumuzun, mahallemizin, muhitimizin, şehrimizin ve topyekûn bu mübarek topraklarda yetişen evlatları da büyük bir muhabbetle kucaklamamız gerekiyor. Yüreği ovalar gibi geniş anneler olarak, avuçları helal lokmanın teriyle ıslanmış babalar olarak, elleri nasırlı, saçları ağarmış dedeler nineler olarak, öğretmenler, yöneticiler her kim varsa artık çok geç olmadan yaralarımıza merhemler arama zamanlarındayız.
Ey dostlar yüzleşmek zordur ama yüzleşmeden de olmaz. Bu yüzleşmeyi şu an hiç vakit kaybetmeden yapmamız gerekiyor. Lut Peygamberin sancılarını kuşanarak, İbrahim Peygamberin tek başına ümmet olma cesaretini kuşanarak, Musa Peygamberin cesaretini ve Muhammed (a.s) mın merhametini kuşanarak düşelim yollara… Çarelere çare olmaya, dertlere derman olmaya, yaralara merhem olmaya… Rabbimin dediği gibi:
“ Öyleyse artık emredildiğin yönde, yanında yer alanlarla birlikte, doğru yolu tutun ve sizden hiç biriniz gurura kapılıp da çizgiyi aşmasın: çünkü unutmayın, yaptığınız her şeyi O görüyor.” ( Hud Suresi: 112)
(MİLAT)
1971 Reşadiye Tokat doğumlu yazar Lise ve Üniversiteyi İstanbul’da bitirdi . Kısa süre muhabirlik ve öğretmenlik yaptı. Bağcılar ve Bahçelievler Kültür Mdlüklerinde görev aldı . Pamuk Şekeri Çocuk Dergisi’nin genel yayın yönetmenliğini yaptı. Edebistan Sitesi’nin söyleşi editörlüğünü bir süre sürdüren yazar İstanbul Yazarlar Birliği Yönetim Kurulu üyeliğinde bulundu.