Değerli hocam öncelikle bizimle böyle bir söyleşi gerçekleştirdiğiniz ve vakit ayırdığınız için şükranlarımı sunuyorum. Hemen hemen her alanda ürünler veren bereketli bir kaleminiz olsa da şair kimliğinizle yazdığınız şiirleriniz ve inceleme yazılarınızı göz önüne aldığımızda şiirin, şairlerin sizdeki yerinin özel olduğunu söylemek gerek. Ne gelir ilk olarak şiir dediğimizde sizin aklınıza ve şiirleri yazan şairler sizin için ne ifade eder, neler söylersiniz bu konuda?
Edebiyata şiirle başladım. İlk şiirim 1975 yılında Gelişme dergisinin son sayısında çıktı. Sonra Mavera Dergisi yayınlanmaya başladı. Şiire asıl olarak orada devam ettik. İlk şiir kitabım da o dergi bünyesinde kurulan Akabe Yayınları arasında yayımlandı. Sonradan deneme ve inceleme yazılarına yönelsem de şiir elbette devam etti. Şiir, elbette edebiyat türleri içerisinde çok önde ve özel bir yerdedir. Her şeyden önce ilhama ve duyguya dayalıdır. Kalbimizin sesidir. İnsan yanımız en iyi şiirde ortaya çıkar. Diğer yandan en kadim türdür. “Önce söz vardı” ifadesini “önce şiir vardı” şeklinde okumak gerekir. Yüce kitabımızda şairlerle ve şiirle ilgili bir surenin bulunuşu önemlidir. Bu yüzden şiir çok özel bir türdür amma bir o kadar da sorumluluk gerektiren bir türdür. Şüphesiz her şair kendi türküsünü söyler. Bu bakımdan her şair, benim gözümde değerlidir. Yunus Emre’nin ifadesiyle “Cümle şair dost bahçesinin bülbülüdür.” Ama dikkat edelim söylenilenin dost bahçesinde söylenen terennümle olması gerekir. Eğer şiir adına nefsin fısıltılarını yazıyorsak bu, tehlikeli bir durumdur. Yani şiir, hakikatin sesi, şairler de hakikatin şahitleri ve sözcüleri olmak durumundadırlar.
“Şiir, üst kültür ve bilgi sahiplerinin anlayacağı bir şeydir gibi tekebbür ifadesi kokan kelamdan uzak durmalıdır şair. Köylü de aynı dili kullanmaktadır şehirli de… Çocuk da yetişkin de. Öyleyse onlara onların kelimeleri ile seslenmek gerekir” diyorsunuz Şairin Şiirle İmtihanı kitabınızda, günümüz şairleri bahsettiğiniz mezkûr seslenişi yakalayabiliyorlar mı ne dersiniz?
Şiir yazabilmek özel bir yetenek, ciddi bir birikim işidir. Bunun neticesinde ortaya hayranlık uyandıran metinler çıkar. Bu durum şairi kibir tuzağına düşürebilir. Herkesten farklı bir söz söylemenin bir bakıma tabii neticesidir bu. Şaire düşen bu durumda tevazu elbisesini giyinip şükür makamında secdeye kapanmak olmalıdır. Çünkü zahirde biz söylesek/yazsak bile söyleten/yazdıran biz değilizdir. Bunu bize lütfeden Kudret’tir.
Biz sizi zamane dervişi gibi ince naif şiirlerinizden ve her anlamda duyarlı sanatçı kişiliğinizle kıymetli bir hocamız olarak tanıyoruz. Günümüz yazar ve şairlerine örneklik teşkil eden yapınızı, mütevazı sanatçı kimliğinizi inşa eden yaslı bulunduğunuz ve her dem beslendiğiniz Yunus’un, Mevlana’nın ve pek çok şairimizin söz yankısı mıdır diye sorsam bu konuda bizlere neler söylersiniz?
Çok teşekkür ediyorum. Şairlik sadece şiir yazmaktan ibaret değildir. Şair haliyle de hâllenmek lazımdır. Bu da en başta incelik, derinlik, estetik demektir. Şiir, bizi müspet manada değiştirip dönüştürmüyorsa kime nasıl etki yapabilir ki? Tabi ki öncelik ve örneklik gibi bir iddiam yok ama niyetim ve niyazım vardır. Çünkü bizim geleneğimizde Yunus Emre gibi bir isim vardır. O, bütün bu söylediklerimizi örnekleyen bir isimdir. O, tarih boyunca “Şairlerin Piri” olarak kabul edilmiştir. Öyleyse, şiir ve şairliği o iklimde düşünmek, görmek gerekir. Keza yakın dönemdeki Necip Fazıl, özellikle de Sezai Karakoç örnekleri de bizi böyle düşündürmelidir. Bu izi takip edenler, “redd-i miras” tavrı içine girmeden bu yolda yürümeli ve onların “söz yankısı” olmalıdırlar.
Üzerinde çalışmalar yaptığınız, özgün, sahih, kalıcı eserleriyle hala bu kararan günlere, dağınık muhayyilelere ve modern zamanların çıkmazlarına doğru derin bir sesleniş gönderen; Bizim Yunus bu günlere ne söyler diye sorsam bu konuda neler söylemek istersiniz?
Yunus Emre, bizim milletimiz için olduğu gibi bütün insanlık için de bir nimet-i ilahidir. Zor bir çağda yaşadı. Böylesi bir zamanda şiirleriyle ve menkıbelerinden görebildiğimiz İnsan-ı Kâmil olma yolculuğuyla o çağın karanlığını dağıtan ışıklardan biri oldu. Zahmet rahmete, gece gündüze, savaş barışa, kin sevgiye inkılâp etti. Hakikat çeşmesinden su içtiği için de sözleri hakikatin ta kendisi idi. “Yunus'un sözü şiirden amma aslı Kitap'tan/Hadis ile dinene key bil sadık olmak gerek” beyti bunu gösterir. Dolayısıyla o, M. Erol Kılıç’ın da dediği gibi “şiiri bir form, bir beden olarak görmekte ve bunun ruhunun, aslının ise manada bulunduğunu ifade etmektedir." Mananın kaynağı ise bu beyte göre Kur’an ve hadislerdir. O güzel olanı güzel söylemeyi gerçekleştirdiği için etkili ve kalıcı oldu. Onun ele aldığı meseleler, bütün insanlığı ilgilendiren evrensel sorunlar olduğu için söyledikleri bu çağın insanı için de hüküm ve değeri olan sözlerdir. Onun söylediklerini “Kendini bilmek, Allah’ı bilmek, Elest meclisinde verdiğimiz söze sadık kalarak bir hayat sürmek, bütün yaratılanları Yaradan’dan ötürü severek insanlar arasında bir sevgi, barış ve kardeşlik iklimi kurmak, müsamaha, sabır, gayret, mücadele” olarak özetlemek mümkündür.
“Kalemlerin konuşmadığı bir dünyada elbet silahlar konuşacak; insan, asli kimliğinden uzaklaşacaktır” diyorsunuz hocam, yaşadığımız günlerde silahlar patlıyor ve bombalar yağıyor siz neler hissediyorsunuz ve yaşananların eserlerinize, yüreğinize yankısı nasıl oluyor bu konuda neler söylemek istersiniz?
Evet, böyle düşünüyorum. Kalemlerin konuşması gerekir. Anlama da anlatma da dolayısıyla anlaşma da kelimelerle olabilir ancak. Barış da kelimelerle kurulur savaş ta kelimelerle yapılır. Yine Yunus’a müracaat edelim. O söz redifli şiirinde şöyle der: “Söz ola kese savaşı söz ola kestire başı / Söz ola ağulu aşı yağ ile bal ider bir söz” Ama burada önemli bir ikaz var. Sözün doğru, güzel olması ve öyle söylenmesi. Şimdilerde dediğiniz durumlarla karşı karşıyayız elbette. Kederler içindeyiz ama umutsuz değiliz. Eğer biz 70-80 yıldır içimize kapanmayıp emperyalistlerin çizdiği siyasi sınırları zihnimize de yansıtmamış olsaydık o sınırlar çoktan aşılır, o coğrafya ile daha güçlü bir birliktelik ortaya koyarak zalimlerin bu işgale cesaret edemezlerdi. Bizim Türkiye dışındaki coğrafyalarda yaşayan kardeşlerimizle münasebetlerimiz ne yazık ki olması gereken seviyede ve mahiyette değil. Hamaset daha ağır basıyor. Bu tabi biraz da Türkiye’deki şartlarımızla ilgilidir. Yani imkânsızlıklarımız var. Bu meselelerin halli için daha uzun soluklu, tarihsel perspektifli, kültürel ağırlıklı çalışmalara ihtiyacımız var. Bir Sezai Karakoç’u Ortadoğu’da okunur kılabilseydik emin olun durum daha farklı olabilirdi. Bunu bir şair fantezisi olarak düşünmeyelim. Tarih bu sözün doğruluğuna tanıklık ediyor. Biz 1. Dünya savaşında Akif’le mesela Pakistan İkbal’le yani şairlerin sözü ve eylemiyle ayağa kalkmışızdır. Yazar, şair olarak tabi sanatın kendi diliyle ufkumuzu açacak eserler vermeye devam etmeliyiz. Sesimiz kuvvetli ve manalı ise mutlaka yankısını bulur. O zaman şimdi olduğu gibi Müslüman ülkeler arasındaki münasebeti sadece, ekonomik, askeri, siyasi olarak ele almaz, ilim, kültür, sanat anlamında da düşünür ve gereğini yaparız. Ortak duygu ve düşünceleri edebiyat ve sanat eserleri kadar hiçbir şey sağlayamaz.
Son zamanlarda gençlerin önemli çalışmaları göze çarpsa da İslam’ın edebiyatını yapan bir sanatçı türü var ne yazık ki. Mehmet Akif’i tanımlarken, “camideki şair” diyorsunuz ve aynı tanımı Yunus Emre için de kullanıyorsunuz. Bizim kuşağımızın şairleri ve eserler vermiş önden yürüyen nice şairlerin yaşadığımız zamanlarda cami ile cemaatle arası nasıldır hocam?
Evet, bu mevzuda ciddi problemlerimiz var. Bu durumu “romantik, ideolojik İslamcılık” olarak vasıflandırabiliriz. Şunu söylemeye çalışıyorum. İslam, bir dindir. İnanmayı, teslimiyeti, anlama ve yaşamayı gerekli kılar. Tartışmayı değil. Oysa din kavramına romantik bakarsanız okunduğunda insanları psikolojik olarak rahatlatan, teselli eden şiirler yazabilirsiniz/söyleyebilirsiniz. Oysa bizim rahatlamaya değil şuurlanmaya ihtiyacımız var. Diğer yandan ideolojik baktığınızda din beşeri bir sistemmiş gibi algılanıp sonuç getirmeyen tartışmaların konusu olur. Yine mesela tasavvufu şeriattan ayrı düşündüğünüzde ve onu nerdeyse bir din haline getirdiğinizde bu defa başka problemlerle karşılaşırsınız. Bu tür tavır alışlar, yazarı, şairi, fikir insanını halktan koparır. Camiden uzaklaştırır. Cami, önemli bir semboldür. Orada anlatılan din söylemi elbette problemlidir. Ama bu durum, bizi camiden/milletten uzaklaştırmamalıdır. Artık dinimizi de onunla ilgili konuları da kafelerde, eş dost meclislerinde değil camide de konuşur hale gelmeliyiz. Ama camideki şair olmak, batılı sanat telakkilerinin anlatan kitaplarla beslenip sonra üzerine kendimizi Müslüman olarak tanımladığımız için İslami bir renk vurmakla, kafede nargile içerek ahkâm kesmekle olmaz. Caminin anlamıyla alakalı bütün kaynaklardan beslenmeyi gerekli kılar. Akif, bunun nasıl ne şekilde yapılabildiğinin müşahhas örneğidir. Yunus örneğinden çıkarılacak ders ise şudur. Kelimelerimiz Yunus’unki gibi kalbi olmalı, kalbe dokunmalı, geleneksel ve modern her türlü kirden arınmış olmalıdır.
Şairin Şiirle İmtihanı kitabınızda, “Bazı tarz şiirler, kendiliklerinden hafızamıza yerleşirler. Zaten incelendiğinde şu görülecektir ki bu tür şiirler yazılmaz, söylenirler. Dolayısıyla kalbi ifadelerdir” diyorsunuz… Ve Neşat Ertaş’ın unutulmaz eserinden ilham alarak “Kalpten kalbe bir yol vardır görülmez” diyerek devam ediyorsunuz anlatmaya. Kalplerde yer bulan, kalbe yol olan, kendiliğinden farkında olmadan ezberlenen o şiirler niye artık yazılmıyor sizce?
Sufi kültürde şiire şiir denmez. Doğuş denir. Çünkü Hak tecellisi kalbedir. Kalp, bu anlayışa göre Nazar gâh-ı ilahidir. Biz Allah’la da diğer varlıklarla da iletişimizi aslında kalp diliyle kurarız. “Bir bakış bile anlatmaya yeterken her şeyi” diyen Necatigil haklıdır. Bakışın, gözdeki mesajın kaynağı kalptir. Şiirimiz ne zaman ki kalpten uzaklaştı insandan da uzaklaştı. Düşünün ki çok ünlü bir edebiyat profesörü bile Neşat Ertaş’ın kalbe vurgu yapan bu şiiri için müstehcendir/okutulmamalıdır diyebiliyor. Yani pozitivizm, natüralizm, realizm anlayışı Tanzimat yıllarında kalmadı. Günümüze kadar uzandı. Her konuda bakışımızı, anlayışımızı etkiliyor. Bu dünyevi bir bakış açısıdır. Hakikat böyle bir gözle görülemez. Dolayısıyla kalpten uzaklaşınca kuru aklın söyleyebileceği ancak tensel hazların, zihni vehimlerin şiiri olabilir ancak. Öyle de oldu. Yeniden bir gönül şiirleri yolu açmamız gerekir.
“Ne zaman bir köy türküsü duysam / Şairliğimden utanırım” diyen Bedri Rahmi Eyüboğlu gibi, bir şair olarak soracak olsam; yazarken, mısralarınızla hemhal olurken nasıl beslenirsiniz türkülerden, bu konuda neler söylersiniz okuyucularımıza?
Türküleri severim. Zaten sevmemek mümkün müdür ki? Onlarda kurgulanan bir şiir değil içe doğan, tabii bir şiir var. İnanıyorum ki “Yüzünde göz izi var, sana kim baktı yârim” şeklindeki bir söyleyiş bütün şairleri utandıracak yahut kıskandıracak güzelliktedir. Türküler, kendi halinde, tamamen tabii bir şekilde yetişen kır çiçekleri gibidir. Toprağından, havasından ne almışsa ona göre vücut bulur. Yapmacıklık, dışarıdan müdahale, gösteriş tutkusu, beğenilme arzusu filan yoktur. Bir de şu var; Anadolu asırlar boyuna sözlü kültürle yoğruldu. Din, bütün inanç değerleri, duygular, düşünceler, özlemler, acılar, sevinçler türkülerle, masallarla, atasözleriyle, manilerle, destanlarla ve ilahilerle dile getirildi. O yüzden Fethi Gemuhluoğlu’nun; “Türkülerde ve şarkılarda şiir var, hikmet var, yaşama kuralları var. Türkülerde ve şarkılarda ahlâk var, töreler var, gelenekler var. Ve asıl en mühimi yüreğimiz ve gönlümüz var. Müşahhas olarak yürek, mücerret olarak gönül var” ifadeleri iyi kavranmalıdır. Biz, çeşitli sebeplerle türkülere de, destanlar da, masallara da uzak kaldık. Çağdaş edebiyatımız bunlardan yararlanamadı. Yerli ve milli olalım. Bu siyasi bir söylem değil. Hele ideolojik hiç değil. Bundan maksat, bir millet adına vatan denilen bir toprak da yaşıyor ve var oluyorsa burada tabii olarak kendine özgülük olacaktır. Diyeceğim odur ki bugün yazılacak şiirin de hikâyenin de en besleyici kaynakları başta türküler olmak üzere saydığım bu ürünlerdir.
Bereketli, verimli çalışmalarınız devam ediyor seminerlerinizle birlikte. Yeni çalışmalarınız konusunda bize neler söylersiniz, tezgâhta neler var hocam? Söyleşi için tekrar teşekkürlerimi sunuyorum…
Bu sohbet için teşekkür ediyorum. Birbirimizle iletişimin sadece telefon mesajlarıyla yürüdüğü bu yalnızlıklar çağında cemaat olmanın, millet olmanın, kardeş, gönüldaş olmanın hukukuna riayet etmek ve gereğini yapmak, bunun için de görüşmek, konuşmak gerekiyor. Biz de sizin de söylediğiniz gibi sadece yazı ve şiirle değil konferanslarımızla da insanlarımızla, özellikle de gençlerimizle birlikte olmaya söyleşmeye, halleşmeye gayret ediyoruz. Edebi ortamda bugüne kadar olan çizgimizi koruyarak, çalışmalarımıza yenilerini eklemek istiyoruz. Biliyorsunuz Yunus Emre ve Mehmet Akif merkezli çalışıyorum.. En son “Yunus Emre Menkıbeleri” kitabımız yayımlandı. Gelecek yıl için “Yunus Emre’nin Şehirleri”ni ve “Mehmet Akif ve Gençlik” üzerine bir kitabı tamamlamak niyetindeyim. Dünyanın tenhasında türküde söylendiği gibi; “kendi efkârımca okur yazar” olmaya çalışıyorum. Tenhalıktan çıktığınızda sizi kalabalıklar kuşatıyor, tanınma arzusu, polemikler, sanatı kutsama vs. gibi zamanın kuralları devreye giriyor ve kendiniz olmaktan çıkıyorsunuz. Allah cümlemizi bunlardan muhafaza buyursun ve yazmayı bir kulluk eylemi olarak görmeyi nasip eylesin.
(Bir Nokta Dergisi / Sayı 171)
1971 Reşadiye Tokat doğumlu yazar Lise ve Üniversiteyi İstanbul’da bitirdi . Kısa süre muhabirlik ve öğretmenlik yaptı. Bağcılar ve Bahçelievler Kültür Mdlüklerinde görev aldı . Pamuk Şekeri Çocuk Dergisi’nin genel yayın yönetmenliğini yaptı. Edebistan Sitesi’nin söyleşi editörlüğünü bir süre sürdüren yazar İstanbul Yazarlar Birliği Yönetim Kurulu üyeliğinde bulundu.