Ürkek çalıyorum kapıyı. İçeriden beni duymaları için kapıya daha hızlı vurmam gerek. Zaman ilerledikçe, vuruşlarımın hızı azalıyor. Evimizin soğuğundan sonra merdiven boşluğu daha bir üşütüyor beni. Çıplak ayaklarımı birbiri üstüne koyarak, kızaran ellerimi soluğumla ısıtmaya çalışıyorum. Son bir cesaretle, soğuktan ve heyecandan titreyen, ellerimle kapıyı tıklatıyorum. Ben bir kedi gibi kenarda büzülü dururken kapı açılıyor.
Önce yüzüme sıcak bir hava çarpıyor. İçeriden gelen kokuyla içim bir tuhaf. Beni mest eden bu kokuyu bir türlü tarif edemiyorum. Mutfaktaki yemek kokusu, yayla çorbasının nanesinden mi, yoksa güveçten mi, ya da kaynayan adaçayıyla karışık ıhlamurdan mı geliyor bir türlü ayrımına varamıyorum. Ama mest oluyorum. Soğuktan kızaran yanaklarım, şimdi sıcaktan al al olmuş.
Amcam “ hadi gir içeri” diyor. Kumral saçları, eli yüzü ter içinde kalmış. Yeşil gözleri berrak bir su gibi akıyor içime. Isınıyorum birden. Bir heyecan dalgası tüm vücudumu sarıyor.
Amcam önde ben arkada salona geçiyoruz.
Neye uğradığımı şaşırıyorum. Çocuklar alt alta üst üste boğuşuyorlar. Salon alabildiğine karışmış. Koltuk minderleri dağılmış, halı kaymış. Çocuklar kan ter içindeler. Yengem sesleniyor mutfaktan. “ Çocuklar, salonu toplayıp gelin yemek hazır.”
Ruhi hemen koltuğun arkasına saklanıyor. Nurayla, Sena ise omuzlarını kaldırıp, muzipçe gülümsüyorlar. Amcam, “ hadi afacanlar, beni kim geçecek bakalım, en hızlı toplayana en büyük ödülü vereceğim” diye atılıyor, yastıkların arasına. Göz açıp kapayana kadar toparlanıyor ortalık.
Bu sofraya her gün oturmak için neler vermezdim. Beni çeken neydi bu insanların içine, şimdi içim sızlıyor o günler aklıma geldikçe. Sofrada da öyle olurdu, kızarırdım, utancımdan her tarafımdan terler akardı. Sıcacık çorbayı yudumlayıp, sofradan yükselen kahkahalara ben de katılmak isterdim ama hep çorba boğazımı yakardı. Ellerim titrerdi. Yutkunup dururdum. Bu halim amcamla yengemin dikkatini çeker, “ Metinciğim çekinme evin sayılır burası senin” derdi amcam. Ben hep çekinirdim. Çoğunlukla da yemeğimi bitirmeden kalkardım. Yengem sevecen sesiyle, “ Hadi Metinciğim, bitir tabağını da tatlını vereyim.”
Bayılırdım yengemin sütlacına. Hiçbir yerde hala onun gibisini yememişimdir. Yengem, hızlı hızlı yememden anlamış olacak ki, iri kara gözlerini kırparak gülümser, “ hadi bir tane daha” derdi. O zaman keyfime diyecek olmazdı.
Bu evde, takla atan, oynayan, kahkahalarla gülen çocuklardan birinin yerinde olmayı nasıl da isterdim. Çocuk aklımla geceleri dua ederdim. Allahım amcamın bir çocuğu da ben olayım diye.
İki kâse sütlacı da bitirdikten sonra heyecanım biraz olsun diniyor. Normale dönüyorum. Salondan çocuklarla amcamın sesi geliyor. Çocuklar çığlık çığlığa bağırıyorlar. Ellerimi hızlıca yıkayıp yanlarına koşuyorum.
Aman Allahım gözlerime inanamıyorum. Ne muhteşem bir şey bu böyle. Işıkları
Söndürmüşler. Oyuncak bir araba, kapılarını açıp kapatarak, hoş bir melodi eşliğinde salonda dolanıyor. Kırmızı bir Ferrari olduğunu anlayacağım yıllar sonra bu güzel arabanın. Benim gibi bir çocuk için bu araba muhteşem bir şey. Saatlerce hiç kımıldamadan bu arabayı izleyebilirim. Kırmızı arabanın yanıp sönen ışıkları gözlerimi kamaştırıyor. Kalbim küt küt atıyor. Peşinde dolanıp durdum bütün gece, kan ter içinde kalmışım. Çocuklar kendi aralarında oyuna dalmışlar, ben hala kırmızı ferrarinin peşindeyim.
...
Kasım ortaları. Dışarıda lapa lapa kar yağıyor. Ayaklarım uyuşmuş, sanki hiçbir şey hissetmiyorlar. Ellerimi soluğumla ısıtmaya çalışıyorum. Aldığım nefesler bir oyun halini alıyor. Buz gibi havayı soluyup, içimde ısıtıyor sonra ellerime üflüyorum. Bu oyunu yorulana kadar sürdürüyorum.
Sobamız yanmıyor. Aslında kömür var. Ama babam izin vermiyor sobanın yanmasına. Hava kararınca yakacağız diyor. Annem mutfakta morarmış elleriyle bulaşıkları yıkıyor. Makarna kokusu geldiğine göre bu akşam da makarna yiyeceğiz. Yanında tarhana çorbası. Hemen hemen her gün bunları yiyoruz. Evin soğukluğu bir yana, ikisinin de sinirli halleri içimi üşütüyor.
Bir kar tanesi olarak gökyüzünde öylece süzülsem. Ne kadar muhteşem inişleri var kar tanelerinin. Annem her bir kar tanesini bir melek indirir demişti. Ben buğulu camın gerisinden karlara bakarken, amcamla çocukların sesleri geliyor. Kartopu oynuyorlar herhalde. Onlarla oynamak için can atıyorum ama, yerimden kımıldamaya bile halim yok. Akşam ferrarinin sevdasıyla unuttum saatin kaç olduğunu, nerede olduğumu. Bir baktık babam kapıyı yumrukluyor. Nerde bizim haylaz diyor. Çıkıştaki aynada son kez yüzüme bakıyorum. Sarı saçlarım ter içinde kalmış. Çilli yanaklarımdan ter damlaları süzülüyor. Amcam beni geçirirken, oyuna daldı çocuk diyor.
Oyuna dalmıştım. Bir rüya gibi bu sıcaklığın, bu güzelliğin içinde dalıp gitmişim. Tıpkı bir masal gibi. Uyanmak istemediğim bir rüya sıcaklığı tüm uzuvlarımı sanki esir almış. Ayaklarımı neredeyse sürüyorum merdivenleri çıkarken. Kararan gözlerimi ovuyorum, çilli yanaklarımdan, saçlarımdan süzülen ter damlaları şimdi buz kesiliyor. Her yanımdan soğuk rüzgarlar esiyor sanki. Bedenimi bir türlü bu uyuşukluğun içinden sıyıramıyorum.
…
Babam beni uyandırdı. Eve girer girmez, kapıdan içeri beni öyle bir iteledi ki, yere kapaklandım.
O, sıcacık ışıltılı , beni sarhoş eden dünyadan kopup evimize geldim. Daha doğrusu babam tekmeleyerek, iteleyerek beni getirdi. Evin soğuk havası çarpıyor önce yüzüme. Sırtım, elim yüzüm ter içinde. Üşüyorum, sonra bir titreme nöbeti başlıyor. Annem beni ne zaman çekyatın üzerine koydu, üzerimi ne zaman örttü hatırlamıyorum. Evin karanlığına açıyorum gözlerimi.
Ben bu karanlığa ve soğuğa alıştım artık. Babam koltuğunda oturur. Bizimle hiç konuşmaz. Hiç konuşmaz, çalışmaz, sokağa çıkmaz, öylece oturur. Bir heykel soğukluğunda hep oturur. Elinin sıcaklığı değmez elime. Saçlarım hasrettir baba dokunuşuna. Gözlerini daima kırpıştırır ve göz göze gelmemize imkân yoktur. Bazen kulağıma çalınıyor büyüklerden, kimisi şizofren diyor, kimisi cin çarpması diyor. Babam bir heykel soğukluğunda otururken koltuğunda, benbir yerlere gizlenir dururum. Ortalıkta görünmemeyi tercih ederim.
Annem, babamın soğukluğuna rağmen, sıcacık sarıp sarmalar, kuşatır. Ellerinden nice masallar taşınır, üşüyen, yalnız yüreğime. Geceler boyu anneme sarılıp uyurum, buz soğuğu, camları rüzgârlarla sarsılan evde. Geceleri gündüzlere ekleriz bazen. Babamın ne zaman, ne yapacağı bilinmez. Hep bir yanımız uyanıktır. Annem uzun kış gecelerinde, yumuşak sıcak örgüler örer. Çetikler, yelekler dokur maharetli elleriyle bana. Ben onları giyer ısınırım. Annemin sevgisi her ilmeğe düğümlüdür bilirim. Daha bir sıcak gelir bana bu yumuşak el örgüsü süveterler, yelekler.
Uykularımı bölen nice kâbuslardan ve kırmızı ferrarinin peşinde koşuşturmalarımdan sonra, gözlerimi açıyorum. Bütün gece ferrarinin peşinden koşturdum. Yetişemedim bir türlü. Ellerime alıp dokunamadım. Boş kaldı ellerim. Ağladım sabaha kadar. Nihayet kalktığımda anladım hepsi rüyayıymış.
Annem, sevinçle geliyor yanıma. Elleri arkada. Biz küçük yatak odamızdayız. Annemle burada kalıyoruz. Babam hep salonda yatar. Annemin yüzünde baharlar. Gülümsüyor. Sonra beyaz dişlerini gösteren bir tebessüm kaplıyor çehresini. Yanakları al al oluyor. Annem köy kızı. O nedenle yanakları hep al al. İstanbul’ un havası annemin çehresini solduramadı. Yalnız babamın tavırları, buz soğuğu evimiz, sobamızın sadece akşamları bir saat yanması ve geceleri karanlıkta oturmamız, annemin yüzünü gölgeleyip, gözlerinin nemlenmesine, yüreğine acıların dokunmasına sebep oluyor biliyorum.
Biliyorum o zaman bana dokunan elleri buz kesiliyor. Dudakları daim titriyor. Yine de kendini zorlayarak ben üzülmeyeyim diye yalancı bir tebessüm yerleştiriyor çehresine. Bize amcam bakıyor. Aslında hiçbir şeyimizi eksik etmiyor. Ama babam her şeye engel oluyor. Işıkları geceler boyu yakmıyor. Sobayı bir saatten fazla yakmamıza izin vermiyor. Böyle anlaşılmaz bir durumla yaşayıp gidiyoruz.
Benim için en güzel şey amcamın evi. Oraya her daim gitmek istiyorum. Ama annem her zaman izin vermiyor. Çocuğum onlarında kendilerine göre programları var, gidersin elbet her şey zamanında diyor. Ben aşağıya oynamaya diye izin alıyorum. Sonra soluğu amcamların kapısının önünde buluyorum. Akşamüzerleri evin o mutlu telaşını duyabilmek için, içeriden gelen kokuların beni mest etmesiyle yığılıp kalıyorum kapının önüne. Kaç defa amcam ya da yengem beni orada bulup içeri almıştır. Ürkek bir kedi gibi sokulduğum kapının dibinde, ellerimi hohlata hohlata ısıtırken, onlar çöp koymak veya ekmek almak için kapıyı açtıklarında beni bulurlardı kapının önünde.
Annem öyle her zaman sevinçli olmaz. Var bir şeyler. “Gözlerini yum” diyor bana. Gözlerimi yumuyorum. Gözlerimi açıyorum sonra annemin “aç “ demesiyle. Aman Allahım o ne! Gözlerime inanamıyorum. Rüya mı diye gözlerimi ovuşturuyorum. Kırmızı ferrari annemin ellerinde. Sevinçten deliye dönüyorum. Bütün gece sayıklamalarla uyandığım, rüyalarıma giren ferrari şimdi annemin ellerinde.
Bütün gün oynadım arabamla. Kan ter içinde kalmışım. Babamın yanına salona hiç gitmedim. O görsün istemiyorum. Kapıyı sıkı sıkı kapattım. Arabam ve ben başbaşayız. Kimseler gelmesin, oyunumuzu bozmasın. Annem bir ara yemek getirdi. Neredeyse sevinçten yemeği bile unutmuşum.
Akşama doğru, babamın önce öksürüğü geldi. Sonra homurtular halinde kapıyı yumruklamaya başladı. Terden yapış yapış olmuş perçemlerimi sıvazladım. Ayağa kalktım. Neredeyse hazır ola geçtim. Kapıyı açtım. “ Buyur baba “ diyerek, dilim damağım kurumuş halde onu içeri davet ettim. Babam fazla konuşmaz. “ Nerdesin bütün gün, ver bakalım şu oynadığın arabayı “ .
Bu bir kâbus olmalı. Ne diyor babam. Çekyatın arkasına sakladığım ferrarimi istiyor. “ Ne arabası baba “ diyorum. “ Getir çabuk “. Bir titreme nöbeti sarıyor bedenimi. Dudaklarım kuruyor. Robotlaşmış halde, ferrarimi getirip veriyorum babamın ellerine.
Eline alıp, evire çevire bakıyor. Onun arabama her dokunuşu, her bakışı içime hançerler saplıyor. O an annem gelsin arabamı elinden alsın istiyorum. Ama annem ortalarda yok. Ekmek almaya gitmiştir muhtemelen. Neden sonra arabanın altında pillerinin takılı olduğu bölüme uzun uzun bakıyor. Kırarcasına kapağı açıyor. Dört pil yerleştirilmiş. “ Ne lan bu, bu araba dört pille mi çalışıyor. Ekmek parası bulamıyoruz. Bu pillere mi para yetiştireceğiz.” Diye bağırıyor. Yüzü kızarıyor. Elleri de titriyor sanki. Korkuyorum babamdan. Yanında artık küçücük kaldığımı hissediyorum. Babam bütün gün oturduğundan olsa gerek çok kilo aldı. Boyu da var bayağı iri yarı bir adam oldu.
Tüm cesaretimi topluyorum. “ Amcam pil alacak baba” diyorum. Kendi sesimi bile zor duyuyorum. “ Başlarım amcana, “ diyerek balkona geçiyor hızla. Nasıl olduğunu anlayamıyorum, ama sesler geliyor sokaktan. Koşarcasına merdivenlerden aşağı iniyorum. Nefes nefese aşağı indiğimde, çocukların başına biriktiği kırmız ferrarimi parçalanmış halde buluyorum.
23 EKİM 2008 İSTANBUL
(HECE ÖYKÜ, SAYI: 31; ŞUBAT/MART 2009)
1971 Reşadiye Tokat doğumlu yazar Lise ve Üniversiteyi İstanbul’da bitirdi . Kısa süre muhabirlik ve öğretmenlik yaptı. Bağcılar ve Bahçelievler Kültür Mdlüklerinde görev aldı . Pamuk Şekeri Çocuk Dergisi’nin genel yayın yönetmenliğini yaptı. Edebistan Sitesi’nin söyleşi editörlüğünü bir süre sürdüren yazar İstanbul Yazarlar Birliği Yönetim Kurulu üyeliğinde bulundu.